George A. Romero’nun yazıp yönettiği bu üçlemenin filmleri (Night of the Living Dead, Dawn of the Dead, Day of the Dead) korku sinemasının en önemli örnekleri arasında yer almaktadır ve bir sub-janr olan zombi filmlerinin de en iyi örneklerini oluşturmaktadır. Sonraki her zombi filmi mutlaka Romero’dan etkilenir, ona referansta bulunur. Romero'nun bu filmleri aynı zamanda sosyal ve politik altmetinler açısından da zenginliğe sahiptir, kalıcılıklarını ve farklılıklarını garantileyen bir faktör de budur. Şimdi bu üç filme daha yakından bakalım.
“Night of the Living Dead” (1968) düşük bütçeyle ve tanınmayan oyuncularla çekilen, tek mekanda (bir çiftlik evi ve çevresi) geçen bağımsız bir film olarak, aldığı bazı eleştirilere de rağmen son derece başarılı oldu ve sonrasında kült statüsüne ulaştı. Filmin başrolüne siyahi bir adamın sahip olması cesurca bir hamleydi. Bu karakter güçlü ve mantıklı bir birey olarak karşımıza çıksa da beyaz bir karakterden ırkçı ve aşağılayıcı söylemler görüyordu. Bu siyahi karakter kimilerince Martin Luther King Jr. Ve Malcolm X’e benzetildi. (Romero, sonraki iki filmde de ana karakterlerden birini mutlaka siyahi yapmayı ihmal etmedi.) Filmi aynı zamanda Vietnam savaşının grotesk bir alegorisi olarak yorumlayanlar da oldu. Romero bu ilk filmle, mütevazı ve amatör ruha sahip bir eserin ne kadar etkili, başarılı ve unutulmaz olabileceğini göstermiş oldu.
10 yıl sonra gelen ikinci film “Dawn of the Dead” (1978) nispeten daha büyük bir bütçe ve kadro ile, felaketin etkilerini daha geniş çapta gösterirken, aynı zamanda dönemin tüketim kültürüne de sert bir eleştiriydi, zombilerden kaçtıktan sonra sığınma yeri olarak bir alışveriş merkezini seçen karakterlerle, tüketimin her zaman mutluluk getiremediğini ve insanı olası bir felaketten koruyamayacağını gösteriyordu. Romero o dönem Amerika’nın “beyinsiz tüketiciler ülkesi”ne dönüştüğünü düşünmekteydi. Bu film serinin en çok gelir getiren filmi oldu.
7 yıl sonra üçlemenin son filmi olan “Day of the Dead” (1985) en büyük bütçeyle çekildi ve karakterler bu kez bir yer altı sığınağında karşımıza çıktı. Romero bu filmi “en küçük topluluk parçasında bile insani iletişimin eksikliğinin nasıl kaos ve çöküşe yol açtığını anlatan bir trajedi” olarak tanımlıyor ki çok doğru. Filmde askeri grup ile sivil grup arasındaki çekişmeleri izliyoruz. Sivil grup içerisinde bilim adamlarının, bir siyahi adamın ve bir kadının bulunduğunu ve bunların sembolik olduğunu da belirtelim. Özellikle kadın karakter bu filmde merkezde ve kendisi askeri grubun baskılarına, alaylarına, aşağılamalarına karşı mücadele eden bir figür olarak tam bir feminist ikonu olarak karşımıza çıkıyor. Birçoklarına göre bu üçlemenin en zayıf halkası olsa da Romero’nun favorisi bu imiş üç film arasında.
Her üç filmin de olası bir küresel felaket karşısında insanlığın kurduğu “medeniyet”in; siyaset, askeriye, bilim gibi kurumların nasıl yerle bir olduğu ve çözümsüz kaldığını dramatik bir biçimde gösterdiğini de not düşelim. Ölülerin neden canlandığının cevabı hiçbir filmde yok ve Romero kendisinin bile bunu bilmediğini belirtmiş. Yaygın teoriler arasında radyasyon etkisi, Tanrı’nın insanlığı cezalandırma isteği, bir virüsün etkisi gibi teoriler yer almakta. Görüldüğü gibi bu potansiyel açıklamalarda bile bilimsel, teolojik, distopik bakış açılarıyla karşılaşıyoruz ve gizem, bir fikir zenginliğini doğuruyor.
EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)