16 Mayıs 2016 Pazartesi

USPTREAM COLOR (2013) - EMRE KARA


Film kadın karakterimizin, gizemli bazı kurtçukların kullanımıyla hipnotize edilmesi ile başlıyor. Bu hipnozdan sonra kadının tüm hayatı, hipnoz sürecinin arkasındaki gizemli yabancı tarafından yönlendirilmeye başlıyor. Burada kadının hayatı kendi seçimlerinin bir silsilesi olmaktan çıkıp determinist bir yaklaşımla dış bir gücün kontrolü altında gelişen istem dışı olaylar silsilesi haline geliyor. Bu kontrol edilemez ve yıkıcı yazgıyı aşmaya çalışıyor kadın, bunun için bedeninin içindeki kurtçukları dışarı çıkarmayı bile deniyor, kendisini keserek, kendisini yıkarak. Bu aşamada en azından kontrol ediliyor olduğunun ve söz konusu determinizmin bilincine varıyor. Bundan bir yıl sonra bir başka adamla tanışıyor ve onunla ortak yönleri olduğunu fark ediyor. Adam da hipnozcunun bir ürünü çünkü. Her ikisi de birbirlerine anılarını anlatıyorlar, parçacıklı anılarla kendilerine bir geçmiş inşa etmeye, benliklerini kanıtlamaya çalışıyorlar. Fakat hangi anının kime ait olduğunu bile karıştırıyorlar, birbirlerinden anı çaldıklarını düşünüyorlar. Hafıza, kimlik ve benlik kavramları iç içe geçerken bunun verdiği kader ortaklığı hissi beraberinde tekinsiz bir sahteliği, yalanı ve güvenilmezliği de getiriyor.

Peki her iki karakterimizin de yazgılarına yön veren ve yıkımlarına yol açan bu gizemli hipnozcu kim? Ya da kimi temsil ediyor? Buna verilecek en makul cevap Tanrı’yı temsil ettiği yönünde. Hipnozcu sürekli olarak bir domuz çiftliğinde gösteriliyor bize. Domuzlarla ilgilenirken, onları beslerken, onları yönlendirirken, onları öldürürken… Tabi domuzlarla filmdeki iki karakterimiz arasında sık sık kurulan analojiler de görmezden gelinemeyecek nitelikte. Dolayısıyla hipnozcu, insanlarla sanki küçük domuzcuklarmış gibi çekinmeden oynayabilen ve onların yazgılarına istediği gibi yön verebilen acımasız bir Tanrı figürünü simgeliyor gibi. Domuzlar birkaç metrekarelik bir alana sıkışmış durumdalar ve seçenekleri sınırlı. Üstelik tüm eylemlerini sürekli olarak gözleyen bir üst figür var. Karakterlerimizin hayatlarına baktığımızda da, başlarına gelen birçok olayın, gerçek hayatta cidden kontrolümüz dışında olabilecek olaylar olduğunu fark ediyoruz: paramızı çaldırmak, işimizi kaybetmek, kanser olmak, çocuk sahibi olamamak.

Bu Tanrı figürü tarafından insanın bedeni içine enjekte edilen kurtçuklar ise, insanın kendi içinde sahip olduğu Tanrı fikri ve bu fikrin getirdiği kaçamazlık, kapana kısılmışlık hissi. Kurtçukların fark edilmesi, özgürleşme yolundaki ilk adım. Nihai adım ise o Tanrı figürünü bulmak ve onu öldürmek. Filmin sonunda karakterlerimizin yaptığı şey de bu oluyor. Hatta öldürmekle kalmayıp bu determinizmin pençesine düşmüş diğer insanları da “aydınlatma” misyonunu seçiyorlar. Tanrı figürüne ait olan dosyalar buluyorlar. Bunların içinde onun kontrol ettiği her bir insanın adı, resmi, bilgileri ve yaşam çizgileri var. Bir nevi yazgı dokümanları yani. İki temel karakterimiz bu dokümanların her birini, ait oldukları insanlara gönderiyorlar ve “Yazgınız olduğunu düşündüğünüz bu şeylerin farkına varın ve onları aşın, özgürleşin.” demiş oluyorlar bunu yaparak. Nitekim sonunda bütün o insanlar bir araya geliyorlar domuz çiftliğinde ve kapıları aralayarak domuzların özgürleşmesini sağlıyorlar.

Yönetmen filmle ilgili olarak şöyle demiş: “Film daha çok domuzların neyi ifade ettikleriyle ilgili. Filmde döngünün kırılması söz konusu. Bu döngü tarafından etkilenmiş olan insanlar şimdi bağlantılı oldukları şeyin söz hakkını yeniden ellerine alıyorlar.”

“Upstream Color” kafa karıştırıcılığı ve uçukluğuyla David Lynch’i, görsel ve işitsel olarak Terrence Malick’i, dram ve bilimkurguyu gizemli ve tekinsiz elementler de ekleyerek kombine edişi açısından David Cronenberg’i anımsatıyor. Bu düşük bütçeli ama felsefi bilimkurgu, çözülmesi zor ve yorucu bir yapboz gibi ama birçoklarına göre geleceğin kültleri arasında yer alıyor. Kendine özgü, garip bir varoluşsal ve metafizik inceleme.

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)