Ferzan Özpetek’in bol yıldızlı filmi “İstanbul Kırmızısı”nı bugün izledim ve şimdi bu film üzerine bir şeyler karalıyciim, hazır mıyız?
Senaryoyla başlayalım. Senaryo biraz fazla çorba gibi: Bir yanda Deniz-Yusuf şeklinde bir gey aşk öyküsü. Bir yanda bu öyküye dâhil olduğu belli olan (ama bu dâhil oluşun tam olarak nasıl olduğu konusunda pek fikir sahibi olamadığımız) Neval ile oluşan menage a trois. Bir yanda bu Neval, kocası ve Orhan’ın oluşturduğu menage a trois. Bir yanda Deniz’in hayatında problemli bir baba-oğul öyküsü, sevecen bir anne-oğul öyküsü, rekabet dolu bir abi-kardeş öyküsü. Bir yanda Orhan’ın trajik geçmişi. Sonra Orhan ve ablası. Deniz-Orhan arası bir dostluk öyküsü. Bir yanda illa bir rol verilmek zorunda olan Serra Yılmaz’ın eksantrik karakteri. Yetmedi değil mi? Gurbetçi bir Türk yönetmen olduğun için, Avrupa’dan işte ne kadar görebiliyorsan artık, biraz da oralı olmanın verdiği oryantalistlikle, sembolik, derinlikten yoksun, ama “biraz da milli olalım ve kökümüzü kaybetmediğimizi belli edelim” kaygısıyla yerleştirilmiş eğreti Türkiye manzaraları. İşte arabanın çarptığı çöp toplayan adam. Doğuda evleri yıkıldığı için İstanbul’a gelen Kürt bir ailenin trajedisi. Bunların ana öyküye bir şey katmamak bir yana öyküyü sekteye uğratan detaylar olmasını geçtim, sırf sembolik ve kasıntıca bir çaba sonucu yerleştirilmiş oldukları o kadar belli ki. (Fatih Akın filmlerinde de hissettim çokça bu tribi.) Kısacası film, yüz budaklı senaryosu ve böyle yer yer halkın sorunlarına eğilme çabası ile biraz yapay duruyor. (Hani Mahsun Kırmızıgül filmleri için yapmışlardı da böyle yorumlar, o elitistleri aynı perspektiften bu filme de bakmaya davet ediyorum.)
Bu kadar dallı budaklı bir senaryoda elbette ki karakter geliştirimi olayının zayıf kalacağı açık. Şu öykü üç saatlik bir film olabilirmiş yani, ancak toparlanırmış. Film boyunca hep umutla flashback’ler bekliyorsunuz. Sonuçta filmin ana karakterlerinden olan Deniz’in yazmış olduğu otobiyografik bir romandan söz ediliyor sürekli. Siz de sanıyorsunuz ki Orhan bu kitabı okudukça biz de seyirci olarak flashback’ler ile kitabın atıfta bulunduğu olayları göreceğiz. Hatta Deniz’in kitap için gerçek olayları biraz modifiye ettiğini öğreniyoruz. Düşünüyoruz ki “Vaaay, önce Deniz’in ortaya çıkardığı alternatif gerçekliği duyacağız, sonra bir flashback yoluyla olayların iç yüzünü göreceğiz, böylece idealize sanat eseri ile ideallikten uzak gerçek yaşam arasındaki tezada tanıklık edeceğiz!” Fakat filmde tek bir flashback sahnesi dahi yok! Deniz-Yusuf aşkına dair hiçbir fikrimiz yok! Nasıl tanıştılar, nasıl aşık oldular, Türkiye’de gey bir çift olarak ne gibi yollardan geçtiler? Ve en önemlisi: Nasıl bozuştular? Son aşamada birbirlerine karşı bu kadar uzak, bu kadar olumsuz hale gelmiş olan bu iki adam, nasıl bu aşamaya geldiler? Burada kendi kendine soruyorsun: Acaba Özpetek’in senaryo yazmadaki zayıflığı mıydı bu, yoksa gey bir aşka ait detayları göstermekten çekiniyor muydu, hele de filmin tüm kadrosunun popüler Türk oyunculardan oluştuğunu ve temel olarak popüler Türk sineması izleyicisini hedef alıyor gibi göründüğünü göz önüne alırsak. Zira Deniz ile Yusuf karakterlerinin arasında tek cümlelik bir iletişim dahi geçmiyor film boyunca! (Sevgili Ferzancığım, gey tema hususunda Türk halkından çekindiysen o zaman elin herifinin, evli barklı adamın karşısında geçip “Senin karına aşık oldum, ksura bkmıyosn diil mi?” diye tirat attığı bir sahneyi neden ekledin filme?) Neval karakteri de sırf Orhan için bir aşk nesnesi olsun diye senaryoya eklenmiş gibi. Sadece eşcinsel aşk olmaz, heteroseksüel aşk da olmalı. Tamam. Ama bu ekleme sırf bu amaçla yapılmış gibi görünmesin diye, Neval karakteri, Deniz’in de geçmişine eklenmiş. Deniz-Yusuf-Neval üçlüsünün bir arada olduğu fotoğraflar görüyoruz filmde. Bu üçlü arasındaki ilişkinin dinamikleri nelerdi? Kimin eli kimin cebindeydi? Neval’le Deniz’in bir gecelik bir maceraları olduğunu da duyuyoruz bir yerde falan. Yahu bu olaylara hiç girilmeseydi de biz de deseydik ki “Neval karakteri sırf Orhan da yalnız kalmasın, o da birine aşık olsun diye konulmuş.”
Deniz’in babası aşırı baskıcı bir adammış, çocuğu arabaya kilitlermiş falan. Bu baba karakterini flashback olmadığı için asla görmüyoruz, fotoğrafını görmüyoruz, Deniz hiç bahsetmiyor, hepsine tamam. Ama bu adam bu çocuğa neden bu kadar kötü davranıyordu? Çocuğun gey olduğunu anladığı için mi? En ufak bir ipucu dahi yok. Öyleyse bu baba karakteri neden var öyküde? Ve Deniz’in annesi. Bu elitist Nişantaşı teyzesi “Ay artık eski İstanbul kalmadı, evden dışarı çıkmak istemiyorum.” falan diyor. Sen çıkma teyze Allasen, yalının camından bakarak hülyalara dal. Bu “yedi göbek İstanbullu” snobluğundan gına geldi, bu filmde de yeniden yaratılmış böyle ufak detaylar üzerinden. Vesaire canlarım…
Film, öyküsünün dinamikliğini yaratma hususunda büyük ölçüde bir gizemden yararlanıyor. Kaybolan Deniz karakteri üzerinden yaratılan bir gizem. Ancak gelin görün ki bu gizem çözülmüyor. Hep bir gizem üzerinden ilerleyen ama sonunda da bu gizemi çözmeyen film olma açısından bu film bana Michelangelo Antonioni’nin “L’Avventura” filmini hatırlattı. Ha çok mu severim o filmi, hayır, sırf entelliğim belli olsun diye yazdım. Yani sen tüm filmi o gizem üzerine ilerlet ilerlet, sonunda da o gizemi çözme, seyircinin hayal gücüne bırak. Ne ka-dar da sa-nat-sal. Bravo Antonioni, bravo Özpetek! Hadi Deniz’e ne olduğunu öğrenmedik, tamam, hayal gücümüze kalsın, ama en azından o gece Yusuf Deniz’in yanına geldiğinde ikisinin ne konuştuğunu öğrenseydik yahu. Artık flashback dahi istemiyorum, hiç olmazsa Yusuf Orhan’a anlatsaydı bunu. Anlatmayacak bile olsa en azından Orhan merak edip sorsaydı “O gece ne konuştunuz?” diye. Yusuf “Tartıştık, sonra ben de çekip gittim.” diyor, Orhan da “Hmm öyle mi pki tmm.” diyor, konu kapanıyor.
Oyunculuklar hususunda “İyi performans bu.” diyebildiğim yalnızca Halit Ergenç’inki oldu açıkçası. Nejat İşler ya da Mehmet Günsür maalesef çok parlayamıyorlar; belki filmde görünme sürelerinin az olması, belki repliklerinde yer yer hissedilen sözlü değil de yazılı Türkçe yapaylığı da neden olmuştur buna, bilmiyorum. Tuba Büyüküstün ise bence direk kötü, üzgünüm! Çok güzel kadın, kötü oyunculuk. Kimya hiç yok, oluşmuyor. Veee, Serra Yılmaz. Resmen müsamere çocuğu gibi, kâğıt üzerinden okuyormuş gibi bir replik sunma biçimi! Sanırım kadın yıllardır Türkiye dışında yaşadığı için Türkçe fonetiğini ve ahengini kaybetmiş. Mamma mia!
Filmin sinematografisi oldukça iyiydi. İstanbul manzaraları yönünden çok doyurucu. Boğaz, Galata, yalı falan. Müzikler de iyiydi. Filmde çok fazla miktarda ezan kullanımı (bir sahnede de sala) çok dikkat çekiciydi, bunun tam olarak nasıl bir amacı var bilemiyorum tabi.
Genel olarak filmi hiç beğenmedim diyemem. Hatta iyimsi bir film diyebilirim, ama kesinlikle kusurları olan bir film. Yazım çok olumsuz bir tona sahip oldu sanki, “bitch mode on” tavrıyla mı yazdım nedir? :) Zaman kaybı bir film değil yani, izlediğime pişman da olmadım, izlemeyin de demem. İşte yazdıklarımın genelinden nasıl bir izlenim edindiyseniz ona göre hareket edin. İyi seyirler. :)
EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)