2 Ekim 2017 Pazartesi

MOTHER! - EMRE KARA



“Mother!” günümüz sinemasında, hele de Hollywood stüdyo sistemi içerisinde eşine az rastlanabilecek derecede derinlikli, felsefi, özgün bir başyapıt. Tam da bu yüzden kimileri tarafından aşırı yüceltilirken kimileri tarafından da yerden yere vurulan bir film oldu. Venedik Film Festivali’ndeki ilk gösteriminde bile hem yuhalandı hem ayakta alkışlandı. Bense bu filmi anlayıp da sevmemenin pek mümkün olmadığını düşünüyorum. Nitekim sinemadan çıktığımda salondan “Bu ne saçma sapan bir filmdi, hiçbir şey anlamadım.” nidaları yükseliyordu.

“Mother!” baştan sona metaforik bir film. Bütün öykü dinsel bir alegori. Bu alegoride hangi karakterin hangi figürü temsil ettiği zihinde netleşince izleme deneyimi aşkın, “sublime” bir deneyime dönüşüyor. Kendi yorumumu şimdi sizlerle paylaşacağım. Bu yorum, filmin öyküsünü baştan sona irdeleyeceği için spoiler uyarısını yapayım bu aşamada.

Öhöm!

Öykü temelde bir ev ve bu evde yaşayan bir karı-koca üzerine kurulu. Ev bir yangından kurtarılmış, restore edilmiş bir ev. Restorasyon süreciyle baştan aşağı Anne (Jennifer Lawrence) ilgileniyor. (Kadının yenileyici, besleyici, hayat verici doğası vs.) Ev yani bir nevi kaostan doğmuş olan düzen. Cennet? Dünya? Ayrıca evin bir kalbi var, kadının duvarlara dokunarak atışını hissedebildiği. Adam (Javier Bardem) Tanrı’yı simgeliyor. (Nitekim film bittiğinde jenerik yazıları akarken bütün karakterlerin adları küçük harflerle yazılmışken onun adı “Him” şeklinde, büyük harfle başlayarak yazılıyor.) Adamın şair olması elbette ki tesadüf değil. Tanrı nasıl yaratıcı güç, yaradan demekse, adam da insani eylemlerin en yaratıcılarından biri olan şiir ile uğraşıyor. En temel güdüsü, en önem verdiği tasası yaratmak eylemi. Bu her şeyden önce geliyor. Karısından bile. Karısı da bunun farkında ve bundan çok şikayetçi değil. Anne bana göre Meryem’i simgeliyor. (Doğa anayı ya da kurtarıcı güç sevgiyi simgelediği de düşünülebilir ama Meryem fikri, öykünün ilerleyen kısımlarına daha çok uyuyor gibi geldi bana.)

Bir gün bu ikilinin evlerine bir adam (Ed Harris) geliyor. Şairimiz bu yabancıya karşı aşırı yakın ve sevecen, Anne ise daha temkinli. Bu yabancı Adem’i simgeliyor. Yaratılan ilk insan. Tanrı tarafından cennette kendisine yer açılan. Bu yabancı, şairin bir hayranı olduğunu, hep onunla tanışmak istediğini belirtiyor. Tıpkı Adem’in Tanrı’ya hayranlık duyması, onunla bir arada olmaktan hoşnut olması gibi. Yabancı, eve geldiği gece öksürük nöbetleri geçiriyor ve şair ona yardım ediyor. Anne sesleri duyup banyoya gittiğinde yabancının sırtında, kaburgalarına paralel bir kesik olduğunu görüyor. O bunu görür görmez kocası adamın sırtını eliyle kapatıyor. Bu kesik, Adem’in kaburga kemiğinden Havva’nın yaratılmasını simgeliyor. Adamın öksürüp kan kusması da, göğsünden bir parçanın alınmış olmasından ötürü.

Nitekim ertesi gün kapı yeniden çalınıyor ve yabancının karısı (Michelle Pfeiffer) geliyor bu sefer de. Kaburga kemiğinden yaratılan Havva. Şair ve diğer adam evde yokken adamın karısı şairin odasına girmek istiyor. Anne ise buna engel olmak istiyor. Havva hayli meraklı ve kural tanımaz bir karakter yani, başına buyruk bir biçimde, kendi evi gibi ortalıkta dolanıyor. Sonunda Adem ve Havva şairin odasına giriyorlar ve onun en değer verdiği nesne olan kristali yere düşürüp kırıyorlar. Yasak meyvenin yenmesi. Şairden azar yiyen çift evi terk etmek yerine başka bir odaya geçip sevişmeye başlıyorlar. Yine, yasak meyvenin yenmesi. Bu, misafir çiftimizin evden (cennetten) kovulmaları için gerekli ortamı oluşturuyor. Bu aşamadan itibaren evi cennet değil de dünya olarak düşünmek daha mantıklı gibi.

Çiftimiz evden ayrılmak üzere harekete geçtiklerinde içeri birden oğulları dalıyor. (Domhnall & Brian Gleeson) İki oğul, babalarının vasiyeti üzerine kavga ediyorlar ve büyük oğul, kendisinin mirastan daha az pay alıyor olduğunu, babasının kardeşini daha çok seviyor olduğunu falan söyleyerek kardeşine saldırıyor.  Çıkan kavgada kardeşinin kafatasını kırarak ölümüne yol açıyor. Bu iki erkek kardeş elbette Habil ile Kabil’i temsil ediyor. Yeryüzünde işlenen ilk cinayet. İlk büyük günah.

Ölen çocuğun anne-babası ile şair hastaneye giderlerken büyük oğul kaçıyor, Anne evde tek kalıyor. Zemindeki kan lekesini temizliyor ama ne yaparsa yapsın kanın bir kısmı zeminden kesinlikle çıkmıyor. İlk cinayet işlendi. İnsanlık günahla tanıştı. Dünya kirlendi. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Günahın izi asla tam olarak silinemeyecek. Kan lekesinin zeminden bodruma aktığını fark eden anne bodruma indiğinde duvarların kanla kaplı olduğunu görüyor, ama kan bir hattın etrafını dolanarak akmış. Anne kan iziyle ortaya çıkan bu alanı açtığında orada gizli bir kapı görüyor, uzun bir geçide açılan kapı. Kapıyı açtığında dışarı bir kurbağa fırlıyor. Bu da Hz. Musa öyküsüne bir gönderme gibi. Nitekim Musa, Firavun ve halkını imana çağırdığında onlar hep reddettiler, Tanrı da başlarına çeşitli belalar getirdi, bunlardan biri de üzerlerine kurbağalar yağdırmaktı. Kabil’den Firavun’a uzanan bir günah silsilesi. Annenin keşfettiği tekinsiz geçit, artık evin eskisi gibi güvenli ve sıcak bir yer olmadığının işareti. Bir duvar kırıldı ve eve yeni, karanlık bir giriş oluştu. Anne bu geçidi keşfettiği an arkasında büyük oğul beliriyor zaten, ona bu acı gerçeği tekrar hatırlatırcasına. Bir şey yapmadan çekip gidiyor büyük oğul.

Şair, anne-baba ile ve onların bir dizi yakınları ile geri dönüyor. Evde ölen genç oğul için bir tören düzenleniyor. Ama ilginçtir ki bir yas töreninden çok bir partiye benziyor. Konuklar inanılmaz derecede absürd ve uygunsuz davranışlarda bulunuyor. İnsanoğlu acıya, günaha, suça, ölüme, cinayete karşı kayıtsızdır. Son derece bencil ve umursamazdır. Anne bu durumdan çok rahatsız oluyor. Misafirler gittikten sonra bununla ilgili olarak şairle tartışıyor. Şair, evine gelip giden yabancılara karşı fazlaca toleranslı ve açık. Tanrı’nın, insanlığın potansiyeline duyduğu inanç ve insanlığa koşulsuz kucak açışı. Anne ise insanlığın kötülüğünü, karanlığını gören ve şairin bu iflah olmaz iyimserliğini anlamlandıramayan bir figür.

O gece Anne ve şair birlikte oluyorlar. Ertesi gün Anne hamile olduğunu söylüyor. Bu haber üzerine şair hemen kağıda kaleme sarılıyor, yeniden yaratma gücünü buluyor kendinde. Yazdığı eser: İncil? Eserini tamamlar tamamlamaz yayıncısına (Kristen Wiig) gönderiyor. Yayıncı bence organize dini temsil ediyor. Tanrı’nın sözünü kurumsallaştıran, metalaştıran, hatta pazarlayan. Ondan nemalanan.

Anne, hamileliğinin sonuna yaklaşmışken kocasının eserini kutlamak için evde güzel bir yemek hazırlıyor. Son akşam yemeği! Ancak evin dışında şairin yüzlerce hayranı beliriyor. İzinsiz bir biçimde içeri giren bu kalabalık önce evi başlarına buyruk kullanıyor, sonra yağmalıyor, sonra yıkıp dökmeye başlıyor. İnsanlık, kendilerine sunulmuş olan dünyayı sorumsuzca, bencilce, yıkıcı ve yok edici bir güçle kullanıyor. Sadece bununla da sınırlı değil. İçerdeki insanlar birbirlerine de saldırıyorlar. Yayıncı, elindeki silahla bazı kişileri vuruyor. (Din adına cinayet işleyen organize din temsilcileri ve din adına birbirini öldüren insanlar)

İçeri giren polis ekibinden bir adam, kalabalık içinde mahsur kalan Anne’ye yardım ediyor. Onu alıp kalabalıktan uzaklaştırıyor. Bu polis muhtemelen St. Joseph’ı temsil ediyor, Meryem ile birlikte İsa’nın doğduğu yer olan Bethlehem’e giden adam. Anne, şairin odasında doğum yapıyor, şair de başındayken. Doğan çocuk bir oğlan. İsa! Şair oğlunu kucağına almak istiyor ama Anne vermiyor, dışarıdakileri evden göndermesini istiyor. Şair ise dışarıdakileri katiyen göndermiyor. Anne uyuduğunda şair bebeği alıp dışarıda bekleyen insanlara veriyor. Tanrı, kendi oğlunu insanlığa armağan ediyor. Kalabalık bebeği elden ele dolaştırırken bebeğin boynunu kırıyorlar. İsa’nın çarmıha gerilişi. İnsanlığın günahları için/yüzünden ölüşü, feda edilişi. Bu feda etme olayının bizzat Tanrı’nın bilinçli seçimi olması.

Anne, kalabalığı yararak oğluna ulaşmaya çalışıyor ama ulaştığında kalabalık oğlunun bedenini parçalamış oluyor ve herkes bir parçasını yiyor. Bildiğimiz gibi Hıristiyanların kömünyon ayininde ekmek ve şarap sunulur, ekmek İsa’nın etini, şarap İsa’nın kanını temsil eder. Filmde ise et ve kan gayet semboliklikten uzak bir biçimde yeniyor. Anne ise çocuğunu kaybetmiş olmayı kardıramıyor ve eline geçirdiği bir cam parçasıyla, bebeği yiyen insanları öldürmeye başlıyor, ta ki grubun lideri tarafından yere yatırılıp etkisiz hale getirilinceye kadar. Bunun ardından tüm konuklar vahşice Anne’ye saldırmaya, onu dövmeye başlıyorlar. Ona “fahişe” diye hitap ediyorlar. Meryem’in, babasız bir çocuk doğurmuş olmasından ötürü maruz kalabileceği türden bir suçlama. Bu aşamada şair geliyor ve Anne’yi kalabalığın elinden kurtarıyor.

İnsanlığın tamir edilemez günahkarlığını gören Anne, bodrum kata yeniden iniyor ve gaz tankını ateşe vererek evi havaya uçurmaya karar veriyor. Şair bunu yapmamasını istiyor, hala insanlığı düşünen ve hala insanlığa karşı umut besleyen bir Tanrı. Ama Anne çakmağı çakarak evi patlatıyor. İçerdeki tüm insanları yok ediyor. İnsanların yok oluşunun bir patlama ile, “ateş” ile olması da tesadüfi değil, bu ateş, günahkar insanın gideceği nihai durak olan cehennemi simgeliyor. Nitekim bu yangından şair hiç etkilenmiyor. Anne’nin yanmış bedenini alarak bodrumdan çıkıyor. Anne’ye onu sevdiğini söylüyor, ama Anne diyor ki, “Hayır, sen, benim seni sevmemi seviyorsun.” Tanrı, yarattığı varlık tarafından, insan tarafından sevilmek istiyor. O yüzden eve gelen tüm o insanlara bu kadar fazla tahammül ve müsamaha gösteriyor. Tanınmak, bilinmek, sevilmek istiyor. “Ben yaratıcıyım, işim bu, başka ne yapabilirim ki?” diyor. Anne, son bir fedakarlık hamlesi olarak ona kalbini sunuyor. Şair, Anne’nin kalbini göğsünden çıkarıyor. Bu kalp, filmin başında kırıldığını gördüğümüz kristal obje. Adam onu yeniden evin içine koyuyor, ev yeniden küllerden ve yıkıntılardan arınıyor. Anne’nin karşılıksız ve beklentisiz sevgisi, dünyayı yeniden onarıyor. Kendini Tanrı’da yok ediş, kurban ediş. Salt fedakarlık. Ve Tanrı, yeniden denemeye karar veriyor. Bir daha…

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)