25 Şubat 2018 Pazar

THELMA (2017) - EMRE KARA



“Thelma” filmi ilk olarak muhteşem güzellikteki posteriyle dikkatimi çekmişti. Sonra yönetmeni Joachim Trier’in, Lars von Trier’le bir bağlantısı olduğunu keşfettim. Konusu da hayli ilgimi çekince izlemeye karar verdim ve beni büyüleyen bir filmle karşılaştım.

“Thelma” hem bir romantik dram hem bir fantastik gerilim filmi, bu tür kombinasyonlarını çok dengeli ve ahenkli bir biçimde gerçekleştirmiş. Film hem bir karakter çalışması olarak, hem öykü düzeyinde hem de görsel anlatım düzeyinde seyircinin dikkatini çekmeyi başarıyor.

Filme adını veren Thelma, üniversiteye yeni başlamış bir kız. Son derece tutucu, kuralcı ve dindar bir aileden gelen Thelma, ilk defa ailesinden uzak olarak yaşamaya başlamış oluyor. Bu bir yandan daha önce tadılmamış bir özgürlük getirirken, bir yandan da sırf bu özgürlük daha önce hiç tadılmamış olduğu için beraberinde sancılı, travmatik bir büyüme süreci de getiriyor. Dolayısıyla “Thelma”ya patolojik bir “coming-of-age” öyküsü olarak da bakabiliriz.

Ailesinden her ne kadar ayrılmış olsa da ailesinin Thelma’nın yaşamını hala büyük oranda kontrol ettiklerini görüyoruz. Thelma’nın ders programını internetten bakıp öğreniyorlar. Facebook’ta kimle arkadaş olduğunu yakından takip ediyorlar. Hangi saatte nerede olduğunu, kimlerle takldığını, ne yiyip ne içtiğini soruşturuyorlar durmadan. Thelma bu tavra karşı isyankar bir tutuma sahip değil, aksine bir tür Stockholm sendromuna sahip, ailesine tüm uysallığıyla sürekli hesap veriyor.

Thelma’nın hayatı Anja ile tanışmasıyla bir anda değişiyor. Bu ilişkinin travmatik etkilerinin olacağı daha ilk karşılaşmadan kendisini belli ediyor, çünkü Thelma aniden bir nöbet geçirmeye başlıyor. Bu nöbetler daha sonra da devam ediyor ve sebebi hep Anja ile yaşanan deneyimler. Thelma doktora gittiğinde nöbetlerinin epileptik olmadığını, dolayısıyla salt psikolojik güdümlü olduğunu, stres ve travma kaynaklı olabileceğini öğreniyor. Peki nedir Thelma’da nöbet boyutuna ulaşan bu psikolojik etmenler?

Thelma Anja’ya aşık oluyor, Anja da ona karşı hayli rahat ve açık bir biçimde ilgisini belli ediyor. Bu durum Thelma’nın iç dünyasında travmatik çarpışmalar yaşanmasına neden oluyor. Anja’ya duyduğu ilgi, ailesinden edindiği dini, ahlaki değerlerle ve tutucu yaşam tarzıyla çatışıyor. Dolayısıyla bir yandan tutkusunu yaşamaktan kendisini alıkoyamazken bir yandan da Anja’dan bilinçli olarak kaçmaya çalışıyor. Ancak tutkusunu asla öldüremiyor.  Hal böyleyken film, bastırdığımız duygu ve düşüncelerin, kimlik savaşlarımızın bize nasıl birer travma olarak dönebileceğini ustalıkla anlatıyor bu nöbet metaforu yoluyla.

Nöbetlerin yanı sıra başka değişimler de yaşıyor Thelma, Anja ile tanışmasından sonra. Daha sosyal bir insan haline geliyor, partilere gidiyor, ilk defa sigara ve içki deniyor. Öncesinde kendisini tam bir toplumsal öteki olarak hisseden, hiç arkadaşı olmayan, uyum sağlayamayan yalnız Thelma için tüm bu deneyimler yeni ve heyecan verici bir niteliğe sahip. Ancak deneyim edinmenin travmatik bedelleriyle de yüzleşmek zorunda kalıyor bu kendini keşif yolculuğu esnasında. Filmin posterinde yer alan cümle de tam olarak bunu söylüyor aslında: “Bazen en korkunç keşif, gerçekte kim olduğunu keşfetmektir.”

Thelma yaşadığı değişimlerden ve devinimlerden korkmaya başladığı ve çaresiz kaldığı anda yeniden tek güvenli limanı olan ailesine sığınıyor. Ancak ailesi onu anlamaya ve çözmeye çalışmak yerine onun bu içsel devinim sürecini baltalamaya ve durdurmaya çalışıyorlar. Thelma’da yeniden Tanrı ile ilgili korkular oluşturmaya çalışıyorlar. Thelma’nın Tanrı’ya önce kendisini “kötü düşünceler”den kurtarması için yalvararak dua ettiği, hemen ardından ise Tanrı’ya öfke kustuğu sahneler çok çarpıcı. Kimlik savaşının ve içsel travmaların zirve yaptığı bu anlar, bizi etkileyici bir katarsise doğru götürüyor.

Derinlemesine psikolojik bu karakter çalışmasını herkese tavsiye ederim, bir süredir izlediğim en orijinal ve etkileyici film olabilir.

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)