29 Ağustos 2019 Perşembe

ONCE UPON A TIME IN HOLLYWOOD (2019) - EMRE KARA


Tarantino’nun yeni filmi Once Upon a Time in Hollywood, zirvede olduğu günler geride kalmış olan, yaşlanıyor ve yavaş yavaş unutuluyor olmanın hüznünü yaşayan, alkolizm ve depresyonla uğraşan bir oyuncu olan Rick Dalton (Leonardo Di Caprio) ile onun hem dublörü, hem kişisel şoförü, hem de en yakın dostu ve destekçisi olan Cliff Booth’un (Brad Pitt) öyküsünü anlatıyor. Tarantino’dan bekleneceği üzere öyküde hem dramatik, hem mizahi, hem de kan ve şiddet dolu rahatsız edici öğeler mevcut. Öyküyü 1969 Los Angeles’ında konumlandıran Tarantino, dönemin ruhunu kurgusal karakterlerinin öyküleri üzerinden yansıtmaya çalışırken aynı zamanda o dönemde gerçekten vuku bulmuş olayları ve gerçekten yaşamış insanları da öyküsüne dahil ediyor, bu da filmi hayli keyifli bir izleme deneyimine dönüştürüyor. Peki Tarantino’nun çizdiği bu 60’lar sonu Hollywood’una dahil olan gerçeklikler neler?

SİNEMA ENDÜSTRİSİ VE FİLMLER
60’ların sonu, Hollywood endüstrisinin hızla değişmekte olduğu bir dönem. Stüdyo sisteminin egemen olduğu ve “Hollywood’un Altın Çağı” olarak anılan dönemin bitişine şahitlik ediyor bu yıllar. Televizyonun daha da popülerleştiği (Rick Dalton filmlerde de rol alsa da temel olarak “Bounty Law” adlı bir western TV dizisinde oynadığı ödül avcısı Jake Cahill rolüyle meşhur olmuş bir oyuncu.), ana akım stüdyo filmlerinin yanı sıra bağımsız, alternatif, B sınıfı, yer altı filmlerin de yapılmaya başlandığı bir dönemden söz ediyoruz. Tarantino, kendisinin de büyük hayranı olduğu bu tarz filmlere birçok göndermede bulunuyor. Bunları bazı başlıklar altında kısaca ele alalım:

Nazisploitation: Rick’in oynadığı filmlerden birinde Nazileri bir alev makinesiyle yaktığını görüyoruz; bu dönemin meşhur “Nazisploitation” (Nazi istismarı) filmlerine bir gönderme. Ki Tarantino’nun önceki filmlerinden Inglorious Basterds’in (2009) bütünüyle bu türe saygı duruşu olarak çekilmiş olduğunu not düşelim.

Spaghetti western: Bir sahnede yapımcı Marvin Schwarz (Al Pacino), Rick’e Roma’ya gidip spaghetti western’lerde rol almasını teklif ediyor. (Ki filmin sonlarına doğru Rick bu teklifi kabul ediyor.) Spaghetti western’ler 60’ların ortalarından sonuna kadar İtalya’da çekilmiş olan ve Hollywood western’lerine göre daha iddialı ve daha şiddet dolu olan filmler. Bu türün en önemli iki yönetmeni olarak Sergio Leone ve Sergio Corbucci’yi gösterebiliriz. Nitekim filmde Schwarz Rick’e bir Sergio Corbucci filminde oynamasını teklif ediyor, Rick Sergio Corbucci’nin kim olduğunu sorunca da spaghetti western’lerin en iyi ikinci yönetmeni olduğunu söylüyor.

Tarantino’nun western türündeki filmleri Django Unchained (2012) ve The Hateful Eight’in (2015) de spaghetti western’lere saygı duruşu niteliğinde olduğunu belirtelim. Once Upon a Time in Hollywood’un adının da yine Sergio Leone filmlerine bir gönderme içerdiği açık, nitekim Leone’nin filmlerinden ikisinin adları Once Upon a Time in the West (1968) ve Once Upon a Time in America (1984).

Korku filmleri: Once Upon a Time in Hollywood’un son sahnelerinin, filmin o ana kadarki tonundan keskin bir biçimde ayrılarak kan ve vahşet dolu bir tona, neredeyse bir korku filmi tonuna evirildiğini görüyoruz, ki bu bir Tarantino filmi için çok da şaşılacak bir şey değil aslında. Manson ekibinin Rick’in evine girmeleri, bir korku alt türü olan “home invasion” (ev istilası) filmlerini anımsatıyor. Ev sahiplerinin ev istilacılarından daha gözü kara çıkıp da onlara karşı savaş açmaları ise ünlü yönetmen Wes Craven’ın The Last House on the Left (1972) filmini anımsatıyor.

SHARON TATE & ROMAN POLANSKI 
Margot Robbie ve Rafal Zawierucha’nın canlandırdığı bu ünlü oyuncu & yönetmen ikilisi filmde önemli bir yere sahipler, özellikle de Sharon Tate karakteri, Rick ve Cliff ikilisinden sonra filmde en çok görünen karakter. Polanski ve Tate’in filmin öyküsüne eklemlenmesi, ikilinin Rick’in yan komşuları olmaları şeklinde gerçekleşiyor. Rick bu gerçeği fark ettiğinde Rosemary’s Baby’nin (1968) yönetmeniyle komşu olmanın kariyerini yeniden canlandırabileceğini belirterek mutlu oluyor.

Polanski ve Tate çiftinin öyküsünde önemli bir başka karakter de Jay Sebring (Emile Hirsch). Hatta Sebring filmde Polanski’den çok daha fazla görünüyor. Ünlülerin saç tasarımcısı olan Sebring, Tate’in Polanski’den önceki sevgilisi aslında. Tate, Polanski’nin Dance of the Vampires (1967) filminde oynadıktan sonra Sebring ile ilişkisini bitiriyor ve Polanski ile olan ilişkisi başlıyor. Ancak dostça ayrılmış olan Tate ve Sebring daha sonra da dost kalıyorlar, filmde de gördüğümüz üzere. Tate’in evinde öldürüldüğü gece onunla birlikte öldürülmüş konuklardan biri de Sebring. O gece evde bulunan diğer konuklar olan Abigail Folger (Samantha Robinson) ve Voytek Frykowski’yi (Costa Ronin) de filmde görüyoruz.

Filmin bir sahnesinde Tate’in, kendisinin oynadığı The Wrecking Crew (1968) adlı filmi sinemada izlemeye gittiğini görüyoruz. Perdede filmden sahneler gördüğümüzde gerçek Sharon Tate’i izliyoruz, bu sahnelere Margot Robbie efektle konulmamış yani, muhtemelen Tate’e bir saygı duruşu jesti olarak.

Filmin bir başka sahnesinde Sharon Tate’in bir kitapçıya girerek Thomas Hardy’nin Tess of the d’Urbervilles adlı romanını satın aldığını görüyoruz. Kitapçıya, kitabı Polanski’ye hediye edeceğini, bir an önce okuması gerektiğini söylüyor. Bu sahne, arka planında yatan gerçek öyküye baktığımız zaman aslında oldukça trajik bir sahne. Gerçek yaşamda da Tate, öldürülmesinden kısa bir süre önce bu romanı Polanski’ye hediye ediyor, romanı seven Polanski de Tate’in başrolünde yer alacağı bir film uyarlaması yapmayı planlıyor. Tate’in öldürülmesinden on yıl sonra Polanski nihayet Tess (1979) filmini çekiyor, başrolde Nastassja Kinski ile. Filmin, başında yer alan “For Sharon” yazısı ile Tate’e adandığını görüyoruz. İlginç bir tesadüf olarak Nastassja Kinski ile Sharon Tate’in doğum günlerinin aynı olduğunu da (24 Ocak) not düşelim.

Tarantino, Sharon Tate karakterini yazarken Polanski’den yardım istemek yerine Tate’in kız kardeşi Debra’dan yardım almış. Senaryoyu Debra’ya okutmuş ve Debra bir sahnenin çekimi sırasında sette de bulunmuş. Debra, Margot Robbie’nin performansından memnun kalmış; onu özverili bir sanatçı olarak nitelendirmiş ve role hazırlanırken Sharon Tate hakkında yaptığı araştırmalardan etkilenmiş. Filmde Margot Robbie’nin bazı sahnelerde takması için Sharon’ın takılarını da vermiş.

CHARLES MANSON & EKİBİ

Damon Herriman’ın canlandırdığı Charles Manson karakterini ilk olarak, Sharon ve Jay evde birlikteyken Sharon’ın evine yaptığı ziyarette görüyoruz. Evin önceki sahiplerinin arkadaşları olduğunu iddia eden Manson, yanlışlık için özür dileyerek ayrılıyor.

Daha sonraki bir sahnede Cliff’in, Manson’ın hippi komününden bir kızı arabasına aldığını ve onu komünün yaşadığı çiftliğe bıraktığını görüyoruz. Kız Cliff’e kalıp Charlie ile tanışması gerektiğini söylüyor hatta, ancak Cliff çiftliğin sahibi George Spahn (Bruce Dern) ile yaptığı kısa bir görüşmenin ardından çiftlikten ayrılıyor.

Cinayet gecesi Polanski & Tate çiftinin evine giren üçlüden Charles Watson’ı Austin Butler, Patricia Krenwinkel’i Madisen Beaty, Susan Atkins’i ise Mikey Madison canlandırıyor. Ancak Tarantino’nun filminin alternatif gerçekliğinde bu üçlü Polanski’nin evine girmek yerine Rick’in evine giriyorlar ve orada da son bir gece için bulunan Cliff’le karşı karşıya kalıyorlar.

BRUCE LEE
Mike Moh’un canlandırdığı Bruce Lee karakterini, Cliff ile bir sette yaşadığı karşılaşma üzerinden görüyoruz. Lee, Muhammad Ali ile dövüşmek istediğini ve bunu yapsa onu sakat bırakacağını söylüyor. Cliff’in buna gülmesi üzerine Cliff’e dövüşmeyi teklif ediyor ve Cliff Lee’yi bir arabanın üstüne savurarak setten kovuluyor.

Bruce Lee’nin kızı, babasının filmde kibirli, kendini övmeyi seven bir palavracı gibi gösterildiğini söyleyerek filme dair memnuniyetsizliğini dile getirmiş.

STEVE MCQUEEN
Damian Lewis’in canlandırdığı Steve McQueen karakterini, Polanski ile Tate’in Playboy Mansion’da katıldıkları bir partide görüyoruz. McQueen bir kadın arkadaşına Sharon’ın, Jay Sebring’i kıskandırmak için Polanski’yi kullandığı şeklinde bir yorum yapıyor.

Filmde aynı zamanda Rick Dalton’ın Steve McQueen’e özendiğini ve hayranlık duyduğunu da görüyoruz. Bir sahnede kendisinin II. Dünya Savaşı hapishane filmi The Great Escape’te (1963) oynama ihtimalinin bulunduğunu ancak rolün sonradan McQueen’e gittiğini söylüyor. Hatta bu esnada The Great Escape’ten bir sahneyi, McQueen’in yerine efektle Di Caprio konulmuş şekilde izliyoruz, Rick’in bir fantezisi olarak. Rick Dalton’ın bir western TV dizisinde bir ödül avcısını canlandırması gibi Steve McQueen’in de “Wanted: Dead or Alive” (1958-1961) adlı western dizide bir ödül avcısını canlandırmış olduğunu da not düşelim.

SON SÖZ

Tarantino bu filmi kendi sözleriyle Los Angeles’a bir aşk mektubu olarak çekmiş ve “magnum opus”u olarak görüyor. Üzerinde beş yıl çalıştığı bu senaryonun en kişisel senaryosu olduğunu söylüyor. Aynı zamanda filmi kendisinin “anı eseri” olarak nitelendiriyor ve bu açıdan Alfonso Cuaron’un Roma (2018) filmiyle karşılaştırıyor. Hem Brad Pitt hem de Leonardo Di Caprio ile aynı filmde çalışması açısından da kendisini Hollywood tarihindeki en şanslı yönetmenlerden biri olarak addediyor. Bu ikiliyi, Paul Newman & Robert Redford ikilisinden beri en heyecan verici ikili olarak görüyor. Yine Tarantino’ya göre Sharon Tate film boyunca meleksi bir mevcudiyete sahip.

Pulp Fiction (1994) ile Cannes’da Altın Palmiye kazanmış olan Tarantino 25 yıl sonra bu filmle Cannes’a dönüş yaptı ve film Cannes’da büyük ilgi çekti, hatta prömiyerinde yedi dakika boyunca ayakta alkışlanmış. Bu arada birbiri içine geçen birden fazla öykü barındırması açısından Tarantino bu filmin, Pulp Fiction’a en çok yaklaşan filmi olduğunu belirtmiş.

“Quentin Tarantino’nun 9. filmi” sloganıyla piyasaya sürülen Once Upon a Time in Hollywood, 10 film çektikten sonra sinemayı bırakacağını söyleyen yönetmenin – eğer sözünü tutarsa – sondan bir önceki filmi. Son filminin ise bir Star Trek filmi olacağı söyleniyor. Bekleyip görelim.

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

6 Ocak 2019 Pazar

THE HOUSE THAT JACK BUILT (2018) - EMRE KARA

“The House That Jack Built”, çılgın Danimarkalı Lars von Trier’in, 2013’teki “Nymphomaniac”tan sonra beş yıllık sessizliğini bozduğu film oldu. Hemen burada belirtelim ki “Nymphomaniac” ve “The House That Jack Built” yapısal olarak birbirlerine son derece benzeyen filmler. Aslında bu ikiliyi bir arada düşünmek ilginç bir okuma sağlayabiliyor, çünkü insanlığın iki temel içgüdüsüyle, cinsellik ve ölüm ile ilgili filmler. Yaşamı simgeleyen cinselliğin ele alındığı öyküde ana karakterin bir kadın (Charlotte Gainsbourg), yıkımı, yok edişi simgeleyen ölümün ele alındığı öyküde ise ana karakterin bir erkek (Matt Dillon) olması ise manidar bir seçim. İki karakterin ortak yanı, cinsellik ve cinayete olan obsesyonlarını bilinçli bir seçim olarak değil de istem dışı kapıldıkları, ekstrem bir psikolojik güdünün sonucu olarak görmeleri. Bu durum da gerek cinselliğin gerek de öldürmenin ruhumuzun en ilkel, en id’e ait, en kontrol edilemez içgüdüleri olduğu fikrinin altını çiziyor. İki filmin bir başka ortak özelliği de ana karakterlerin, yaşamları boyunca cinsellik ya da cinayet ile ilgili başlarından geçen olayları, kendilerinden yaşça büyük bir figüre anlatmaları ve filmin akışının, bu anlatı tarafından yönlendirilen flashback’lerin birbirleri üzerine eklenişi şeklinde ilerlemesi. “Nymphomaniac”ta bu dinleyici figür Stellan Skarsgard iken “Jack”te Bruno Ganz’ı görüyoruz. Ancak “Nymphomaniac”ta Gainsbourg ile Skarsgard’ın konuştuğu sahneleri uzun uzun görmemize rağmen “Jack”te Ganz’ın yüzünü ilk görüşümüz filmin son 20 dakikalık kısmında oluyor, öncesinde sadece sesini duyduğumuz, kim olduğu, Jack’le bağlantısının ne olduğu konusunda hiçbir fikrimizin olmadığı son derece gizemli bir figür kendisi. Her iki filmde de anlatan başkarakter ile dinleyen yardımcı karakter arasında son derece felsefi tartışmalar dönüyor, ki bunlar her iki filmin de en güçlü yönlerini oluşturuyor bence. Her iki film de, biri cinsellik diğeri kan ve vahşet üzerinden hayli provokatif ve sansasyonel olmaya çalışsa da filmleri dolu ve anlamlı kılan şey aslında görsel materyalden çok dilsel materyal bana kalırsa.



Trier, birçok filminde kullandığı epizodik anlatım biçimini bu filmde de kullanmış. Başkarakterimiz Jack, 70’ler ve 80’leri kapsayan 12 yıllık seri katillik “kariyerinden” rastgele seçtiğini söylediği beş vakayı, dinleyicisi Verge’e aktarıyor ve epizotların adları da “Birinci Vaka”, “İkinci Vaka”… şeklinde ilerliyor. Vakaların kurbanlarının genelde kadınlar olması da ilgi çekici. Trier, özellikle “Antichrist” filmi ile ortaya çıkan “kadın düşmanlığı” suçlamalarına bu filmde de kadın kurbanlar seçerek alaycı bir göndermede mi bulunuyor yoksa katili erkek kurbanları da kadın yaparak aslında erkeğin yıkıcı doğasını ve kadının uğradığı yıkımı vurgulayan feminist bir bakış açısını mı seçiyor bilinmez.



İlk vakada Trier’in daha önce “Nymphomaniac”ta da birlikte çalıştığı Uma Thurman’ı görüyoruz. Arabası bozulduğu için yolda kalan, sonra oradan geçmekte olan Jack’ten yardım isteyen kadın Jack’in arabasına biniyor ve bunun aslında yanlış bir davranış olduğunu, Jack’in bir seri katil olabileceğini söyleyerek şaka yapıyor. Sonunda Jack’in seri katil olmak için fazla pısırık bir karakter olduğu gözleminde bulunan kadın, bu söylemi ile Jack’in kutsal erkek gururunu kırıyor ve içindeki psikopatı gaza getiriyor.



İkinci vakanın kurbanı, Trier’in “Dancer in the Dark” ve “Dogville”de birlikte çalıştığı Siobhan Fallon Hogan. Bu vakada Jack’in önemli bir psikolojik bozukluğu da derinlemesine inceleniyor: Obsesif Kompulsif Bozukluk. Cinayetin ardından evin içinde herhangi bir kan izi bırakmadığından bir türlü emin olamayan Jack temizlik yapıyor, dışarı çıkıyor, şüpheye düşüyor, içeri giriyor ve bu süreç birkaç defa tekrarlanıyor. Seri katillik ile OKB’nin pek de bir arada gitmeyen bir ikili oluşu, Jack’in durumunu zora sokuyor. Bu bölümdeki bir başka önemli sembol de yağmur: Jack, aracının arkasına bağladığı kadının cesedini depoya götürürken ceset, ardında aracın gittiği güzergâhı işaretleyen bir kan izi bırakıyor. Fakat sonra son derece şiddetli bir yağmur başlıyor ve tüm izleri siliyor. Burada bir doğa olayının Jack’e yardım etmiş oluşu, evrende olduğu varsayılan büyük adalet sisteminin aslında var olmadığına, bazen son derece rastgele ve tesadüfî olayların kötü adama yardım edebileceğine, doğanın bile onun tarafında yer alabileceğine güzel bir gönderme.



Üçüncü vakanın kurbanı, Trier’in daha önce “The Boss of It All”da birlikte çalıştığı Sofie Grabol. Çocukları içerdiği için hayli rahatsız edici olan bu bölüm, insanların hayvanları öldürmesi yani avcılık ile insan öldürme arasında yaptığı karşılaştırmalar ile, “cinayet” dediğimiz olgunun nerede başlayıp nerede bittiği, etik algılarımızın kurbanın kim ya da ne olduğuna göre nasıl değiştiği üzerine sorgulamalar içeriyor. Ölü hayvanları doldurmanın (taksidermi) bir tür sanat formu olarak görüldüğü bir dünyada ölü bir çocuğa taksidermi uygulayan Jack, ikisi arasındaki farkı sorgulamaya itiyor izleyiciyi.



Dördüncü vakadaki kurban Riley Keough. Jack’in “Basit” takma adını verdiği ve aptal bulduğu bu kadın, aynı zamanda “romantik” bir ilişki yaşadığı bir kadın da… Kadın düşmanlığı kokusunun en net hissedildiği bu bölümde, romantik ilişkiler içerisinde bile erkeğin kadını ne kadar aşağılayabileceği, kadının da pes etmeden evvel ne kadar uzun süre bu aşağılamalara boyun eğebileceği üzerine sorgulamalar mevcut. Bu bölüm aynı zamanda toplumun ve otoritelerin suça karşı ne kadar kayıtsız ve hissiz kalabileceği üzerine son derece çarpıcı sahneler barındırmakta. Jack’in gerçekten psikopat olduğunu sonunda anlayan genç kız evden çıkıp bir polise durumu anlattığında polis onun sarhoş olduğunu düşünüyor, anlattıklarına inanmıyor ve kızı eve geri yolluyor. Jack kızdan yardım için bağırmasını, hatta camı açıp çığlık atmasını istiyor, kız bunu defalarca yapıyor ve hiç kimse oralı olmuyor. Jack burada tokat etkili manifestosunu sunuyor: “Bu dünyada kimse kimseye yardım etmek istemiyor!” Jack genç kızı öldürmeden önce neden “kötü adam”ın hep erkek, kurbanın ise hep kadın olduğunu sorguluyor: “Neden suç daima erkeğindir? Nereye gidersen git, küçük bir kedi yavrusuna bile zarar vermemiş de olsan, serbestçe dolaşan bir suçlu olduğun düşünülür. Bunu düşündükçe üzülüyorum doğrusu. Eğer insan erkek doğacak kadar şanssızsa, aynı zamanda suçlu olarak da doğmuş oluyor. Bu işteki adaletsizliği bir düşün. Kadınlar daima kurbanlardır, değil mi? Ve erkekler de hep suçlulardır.” Kızı öldürmeden önce göğüslerini kesmesi ise yine özellikle “kadınlığa” yapılan bir saldırının vurgulanışı.

Beşinci vakaya geçtiğimiz zaman Jack (ya da Trier) sanki “Bakın, tüm kurbanları kadın yapmadım, hadi bu da politik doğrucuların tesellisi olsun.” dercesine bu defa kurbanları altı erkek olarak seçiyor. Kafalarını aynı hizaya getirdiği bu altı kişiyi tek bir kurşunla öldürmeyi amaçlayan Jack, Nazilerin kurşunları tasarruflu kullanabilmek adına bu tekniği uyguladıkları gerçeğine göndermede bulunuyor. Tam bu cinayeti gerçekleştireceği anda sonunda Bruno Ganz’ın gizemli dinleyici karakteri Verge ile tanışıyoruz. Bu, Jack’in de Verge ile ilk karşılaşması. Verge, bir inşaat mühendisi olan Jack’e, hayatının ve kariyerinin şaheseri olabilecek evi inşa etmesi için ilham veriyor. Evin inşası bittiğinde ve polisler depodan içeri girmeyi başarmak üzereyken Jack, deponun içindeki bir deliğe Verge ile birlikte giriyor ve yer altı dünyasına adım atıyor.



Filmin epilogunun adı “Katabasis”. Katabasis sözcüğü Antik Yunanca’da “aşağı” ve “gitmek” sözcüklerinin birleşiminden oluşuyor ve tahmin edilebileceği üzere iniş, batış, çekiliş gibi anlamlara sahip, filmle en ilintili anlamı da yer altı dünyasına seyahat. Jack’in yer altı dünyasına seyahatinde kendisine eşlik eden Verge’in ismine bir bakalım. “Verge” sözcüğü İngilizce’de sınır, hudut, eşik, had, kenar anlamlarına sahip. Dolayısıyla Verge’ün, Jack’i varoluşunun hudutlarına ve son eşiğine götüren bir figür olduğunu söyleyebiliriz. Ancak Verge isminde başka bir sembolizm daha gizli. Dante’nin 14. yüzyılda yazdığı “İlahi Komedya”sının “Inferno” (Cehennem) bölümünde Dante’nin, Antik Romalı şair Virgil’in rehberliğinde cehenneme yaptığı yolculuğu görüyoruz. Dolayısıyla Jack-Verge ikilisi ile Dante-Virgil ikilisi arasında bir analoji kurabiliriz. Verge ismi aslında Virgil’in kısa hali. Nasıl ki Dante’nin cehennemi dünyanın içinde yer alan dokuz halkadan oluşuyorsa Jack de yeraltına indiğinde, dünyanın içinde yer alan cehennem ile karşılaşıyor. Dante’nin cehennemi, hayvani arzularına ya da şiddete boyun eğerek manevi değerleri reddeden, akıllarını ve düşünce güçlerini düzenbazlık ya da başkalarına kötülük için kullanan insanlara ayrılmış bir yer. Jack’in de tam olarak bu tanıma uyduğunu söyleyebiliriz. Filmin cehennemdeki bölümünün Dante’nin yanı sıra Goethe’ye de referansta bulunduğu söylenebilir: Jack-Verge ikilisini, “Faust”taki Faust-Mephistopheles ikilisi olarak da yorumlayabiliriz.

Cehenneme gitmiş olsalar bile insanlar içlerindeki düzenbaz, hileci, benmerkezci ve günahlarını retçi nefsi öldürebilirler mi? Jack bunu yapamıyor ve cehennemin en derin noktasının üzerindeyken, onu çevreleyen duvardan tırmanmak suretiyle cehennemden kaçma planları kuruyor. Verge bunu birçok kişinin denediğini ama hiçbirinin başaramadığını söylese de Jack yine de denemek istiyor ve tırmanışının ortasında kayıp cehennemin en derin çukuruna düşüyor. Görüntü bu derin çukurun üzerinde donduğu an, aynı görüntünün negatifini görüyoruz bir anda. Görüntünün tam ortasında yer alan o cehennem çukurunun göz alıcı parlaklığı, görüntü negatife döndüğü an zifiri bir karanlığa dönüşüyor. En aydınlık sanılan aslında en karanlık… Tam o anda meşhur “Hit the Road Jack” şarkısı çalmaya başlıyor. “Yola koyul Jack, ve sakın ola geri dönme, artık olmaz, artık olmaz, artık olmaz!”



Filmdeki Jack karakterinin Trier’in alter egosu olduğu fikri üzerinde duralım biraz. Trier’in de Jack gibi psikopat bir tarafı var çünkü seyircilere eziyet eden filmler yapmayı seviyor ve politik doğruculuktan tamamen uzak, ofansif bir tarza sahip. Bu tarzı nedeniyle Cannes Film Festivali’nden yasaklama yediğini hatırlayalım: “Melancholia” (2011) filminin basın toplantısı esnasında Nazilerle ilgili söyledikleri yüzünden Trier Cannes tarafından “persona non grata” (istenmeyen kişi) ilan edilmişti. Peki Trier ne yaptı? “The House That Jack Built”in, Cannes’da yarışma dışı olarak gösterilmesini ayarladı ve 7 yıl sonra böylece Cannes’a geri döndü! Bence bu kesinlikle ironik ve alaycı bir seçim: Filmin sonunda cehenneme mahkum edilen Jack gibi kendisinin de cesur ve ofansif olmayı başarabilmiş, fakat onu “anlamayan” elitist ve politik doğrucu sanat dünyası tarafından cehenneme mahkum edilmiş bir sanatçı olduğunu söylemek istiyordu muhtemelen. Üstelik filmin çeşitli yerlerinde Hitler’e ve Nazilere yapılan referanslar Trier’in alaycı tavrını daha da vurguluyor; kapanan yarayı yeniden deşmek istiyormuş gibi… (Verge’ü oynayan Bruno Ganz’ın, “Downfall” filminde Hitler’i oynamış olduğunu da not düşelim.) Filmin Cannes’daki prömiyeri esnasında 100’den fazla seyircinin (bazıları da eleştirmenler olmak üzere) filmi ortasında tek ettiği gerçeği de ironik bir detay olarak tam burada not düşülsün. Tabi film bittiğinde 10 dakika boyunca alkışlandığını da belirtelim. Kimileri taşa tutuyor yani, kimileri alkışa… Kim ne derse desin bu filmin, Trier’in en gözü kara, en tavizsiz, en provokatif filmlerinden biri olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Trier-Jack analojisini daha da güçlendirmek için filmde cinayet ile sanat arasında kurulan bağları da hatırlamamız gerekir. Jack “sanatsal” kaygıları olan bir seri katil, cinayet eylemine bir sanat eylemi olarak bakıyor. Ayrıca kendisinin bir inşaat mühendisi olduğunu ve film boyunca obsesif düzeydeki estetik kaygılarla kusursuz bir ev inşa etmeye çalıştığını da hatırlayalım. Filmin sonunda Verge’in verdiği ilhamla, uzman olduğu iki sanat dalını, yani cinayet ve mimariyi birleştiriyor ve hayalindeki kusursuz evi kurbanlarının bedenlerinden inşa ediyor. Mimari sanatı ile cinayet sanatını karşılaştırdığı cümleleri de var: “Eski katedrallerde yüce sanat eserleri genellikle en karanlık yerlerde, yalnızca Tanrı’nın görebileceği yerlerde gizlidir. Aynı durum cinayet için de geçerlidir.” Kendisini bir sanatçı olarak gören Jack, ikon yaratıcısı büyük sanatçıların toplum tarafından taşlandıklarını söylüyor: “Dünya, yıkımın ve çürümenin güzelliğini kabul etmeye ne kadar isteksizse, bu gezegenin gerçek ikonlarını yaratan bizlerin hakkını vermeye de o kadar isteksiz. Nihai kötüler olarak adlandırılıyoruz. Dünya üzerinde etki sahibi olmuş ve olacak olan tüm ikonlar bence aşırı ve ölçüsüz sanattır.”

Yine Trier-Jack analojisini güçlendiren bir başka faktöre değinelim: Jack sanat üzerine fikirlerini belirtirken ekranda ne görüyoruz? Trier’in önceki filmlerinden alınmış çeşitli sahnelerden oluşan bir kolaj! Dolayısıyla Jack’in ağzından Trier kendi sanatı ve filmografisi üzerine bir yorum sunuyor aslında. (Ki Trier bu filmin son filmi olabileceğini söylemiş, o yüzden bu filme önceki filmlerinden kesitler de ekleyerek kariyerinin kümülatif bir özetini, özünü ve yorumunu sunması hayli hoş bir dokunuş olmuş.) Ekranda bu kolaj akarken Jack şöyle diyor: “Bazılarına göre sanatımızda işlediğimiz suçlar, kontrollü medeniyetimiz içinde işleyemediğimiz, o yüzden sanatımızda ortaya çıkan suçları işlemeye yönelik içsel arzularımızı yansıtıyor. Ben buna katılmıyorum. Bence cennet ve cehennem bir ve aynı. Ruh cennete ait, bedense cehenneme.”

Trier’e göre bu film, “hayatın kötücül ve ruhsuz olduğu” fikrini olumlayan bir film. Dünyanın şu anki haline bakıldığında bu fikrin ne kadar doğru olduğunun görülebileceğini söylüyor…

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)