6 Ocak 2019 Pazar

THE HOUSE THAT JACK BUILT (2018) - EMRE KARA

“The House That Jack Built”, çılgın Danimarkalı Lars von Trier’in, 2013’teki “Nymphomaniac”tan sonra beş yıllık sessizliğini bozduğu film oldu. Hemen burada belirtelim ki “Nymphomaniac” ve “The House That Jack Built” yapısal olarak birbirlerine son derece benzeyen filmler. Aslında bu ikiliyi bir arada düşünmek ilginç bir okuma sağlayabiliyor, çünkü insanlığın iki temel içgüdüsüyle, cinsellik ve ölüm ile ilgili filmler. Yaşamı simgeleyen cinselliğin ele alındığı öyküde ana karakterin bir kadın (Charlotte Gainsbourg), yıkımı, yok edişi simgeleyen ölümün ele alındığı öyküde ise ana karakterin bir erkek (Matt Dillon) olması ise manidar bir seçim. İki karakterin ortak yanı, cinsellik ve cinayete olan obsesyonlarını bilinçli bir seçim olarak değil de istem dışı kapıldıkları, ekstrem bir psikolojik güdünün sonucu olarak görmeleri. Bu durum da gerek cinselliğin gerek de öldürmenin ruhumuzun en ilkel, en id’e ait, en kontrol edilemez içgüdüleri olduğu fikrinin altını çiziyor. İki filmin bir başka ortak özelliği de ana karakterlerin, yaşamları boyunca cinsellik ya da cinayet ile ilgili başlarından geçen olayları, kendilerinden yaşça büyük bir figüre anlatmaları ve filmin akışının, bu anlatı tarafından yönlendirilen flashback’lerin birbirleri üzerine eklenişi şeklinde ilerlemesi. “Nymphomaniac”ta bu dinleyici figür Stellan Skarsgard iken “Jack”te Bruno Ganz’ı görüyoruz. Ancak “Nymphomaniac”ta Gainsbourg ile Skarsgard’ın konuştuğu sahneleri uzun uzun görmemize rağmen “Jack”te Ganz’ın yüzünü ilk görüşümüz filmin son 20 dakikalık kısmında oluyor, öncesinde sadece sesini duyduğumuz, kim olduğu, Jack’le bağlantısının ne olduğu konusunda hiçbir fikrimizin olmadığı son derece gizemli bir figür kendisi. Her iki filmde de anlatan başkarakter ile dinleyen yardımcı karakter arasında son derece felsefi tartışmalar dönüyor, ki bunlar her iki filmin de en güçlü yönlerini oluşturuyor bence. Her iki film de, biri cinsellik diğeri kan ve vahşet üzerinden hayli provokatif ve sansasyonel olmaya çalışsa da filmleri dolu ve anlamlı kılan şey aslında görsel materyalden çok dilsel materyal bana kalırsa.



Trier, birçok filminde kullandığı epizodik anlatım biçimini bu filmde de kullanmış. Başkarakterimiz Jack, 70’ler ve 80’leri kapsayan 12 yıllık seri katillik “kariyerinden” rastgele seçtiğini söylediği beş vakayı, dinleyicisi Verge’e aktarıyor ve epizotların adları da “Birinci Vaka”, “İkinci Vaka”… şeklinde ilerliyor. Vakaların kurbanlarının genelde kadınlar olması da ilgi çekici. Trier, özellikle “Antichrist” filmi ile ortaya çıkan “kadın düşmanlığı” suçlamalarına bu filmde de kadın kurbanlar seçerek alaycı bir göndermede mi bulunuyor yoksa katili erkek kurbanları da kadın yaparak aslında erkeğin yıkıcı doğasını ve kadının uğradığı yıkımı vurgulayan feminist bir bakış açısını mı seçiyor bilinmez.



İlk vakada Trier’in daha önce “Nymphomaniac”ta da birlikte çalıştığı Uma Thurman’ı görüyoruz. Arabası bozulduğu için yolda kalan, sonra oradan geçmekte olan Jack’ten yardım isteyen kadın Jack’in arabasına biniyor ve bunun aslında yanlış bir davranış olduğunu, Jack’in bir seri katil olabileceğini söyleyerek şaka yapıyor. Sonunda Jack’in seri katil olmak için fazla pısırık bir karakter olduğu gözleminde bulunan kadın, bu söylemi ile Jack’in kutsal erkek gururunu kırıyor ve içindeki psikopatı gaza getiriyor.



İkinci vakanın kurbanı, Trier’in “Dancer in the Dark” ve “Dogville”de birlikte çalıştığı Siobhan Fallon Hogan. Bu vakada Jack’in önemli bir psikolojik bozukluğu da derinlemesine inceleniyor: Obsesif Kompulsif Bozukluk. Cinayetin ardından evin içinde herhangi bir kan izi bırakmadığından bir türlü emin olamayan Jack temizlik yapıyor, dışarı çıkıyor, şüpheye düşüyor, içeri giriyor ve bu süreç birkaç defa tekrarlanıyor. Seri katillik ile OKB’nin pek de bir arada gitmeyen bir ikili oluşu, Jack’in durumunu zora sokuyor. Bu bölümdeki bir başka önemli sembol de yağmur: Jack, aracının arkasına bağladığı kadının cesedini depoya götürürken ceset, ardında aracın gittiği güzergâhı işaretleyen bir kan izi bırakıyor. Fakat sonra son derece şiddetli bir yağmur başlıyor ve tüm izleri siliyor. Burada bir doğa olayının Jack’e yardım etmiş oluşu, evrende olduğu varsayılan büyük adalet sisteminin aslında var olmadığına, bazen son derece rastgele ve tesadüfî olayların kötü adama yardım edebileceğine, doğanın bile onun tarafında yer alabileceğine güzel bir gönderme.



Üçüncü vakanın kurbanı, Trier’in daha önce “The Boss of It All”da birlikte çalıştığı Sofie Grabol. Çocukları içerdiği için hayli rahatsız edici olan bu bölüm, insanların hayvanları öldürmesi yani avcılık ile insan öldürme arasında yaptığı karşılaştırmalar ile, “cinayet” dediğimiz olgunun nerede başlayıp nerede bittiği, etik algılarımızın kurbanın kim ya da ne olduğuna göre nasıl değiştiği üzerine sorgulamalar içeriyor. Ölü hayvanları doldurmanın (taksidermi) bir tür sanat formu olarak görüldüğü bir dünyada ölü bir çocuğa taksidermi uygulayan Jack, ikisi arasındaki farkı sorgulamaya itiyor izleyiciyi.



Dördüncü vakadaki kurban Riley Keough. Jack’in “Basit” takma adını verdiği ve aptal bulduğu bu kadın, aynı zamanda “romantik” bir ilişki yaşadığı bir kadın da… Kadın düşmanlığı kokusunun en net hissedildiği bu bölümde, romantik ilişkiler içerisinde bile erkeğin kadını ne kadar aşağılayabileceği, kadının da pes etmeden evvel ne kadar uzun süre bu aşağılamalara boyun eğebileceği üzerine sorgulamalar mevcut. Bu bölüm aynı zamanda toplumun ve otoritelerin suça karşı ne kadar kayıtsız ve hissiz kalabileceği üzerine son derece çarpıcı sahneler barındırmakta. Jack’in gerçekten psikopat olduğunu sonunda anlayan genç kız evden çıkıp bir polise durumu anlattığında polis onun sarhoş olduğunu düşünüyor, anlattıklarına inanmıyor ve kızı eve geri yolluyor. Jack kızdan yardım için bağırmasını, hatta camı açıp çığlık atmasını istiyor, kız bunu defalarca yapıyor ve hiç kimse oralı olmuyor. Jack burada tokat etkili manifestosunu sunuyor: “Bu dünyada kimse kimseye yardım etmek istemiyor!” Jack genç kızı öldürmeden önce neden “kötü adam”ın hep erkek, kurbanın ise hep kadın olduğunu sorguluyor: “Neden suç daima erkeğindir? Nereye gidersen git, küçük bir kedi yavrusuna bile zarar vermemiş de olsan, serbestçe dolaşan bir suçlu olduğun düşünülür. Bunu düşündükçe üzülüyorum doğrusu. Eğer insan erkek doğacak kadar şanssızsa, aynı zamanda suçlu olarak da doğmuş oluyor. Bu işteki adaletsizliği bir düşün. Kadınlar daima kurbanlardır, değil mi? Ve erkekler de hep suçlulardır.” Kızı öldürmeden önce göğüslerini kesmesi ise yine özellikle “kadınlığa” yapılan bir saldırının vurgulanışı.

Beşinci vakaya geçtiğimiz zaman Jack (ya da Trier) sanki “Bakın, tüm kurbanları kadın yapmadım, hadi bu da politik doğrucuların tesellisi olsun.” dercesine bu defa kurbanları altı erkek olarak seçiyor. Kafalarını aynı hizaya getirdiği bu altı kişiyi tek bir kurşunla öldürmeyi amaçlayan Jack, Nazilerin kurşunları tasarruflu kullanabilmek adına bu tekniği uyguladıkları gerçeğine göndermede bulunuyor. Tam bu cinayeti gerçekleştireceği anda sonunda Bruno Ganz’ın gizemli dinleyici karakteri Verge ile tanışıyoruz. Bu, Jack’in de Verge ile ilk karşılaşması. Verge, bir inşaat mühendisi olan Jack’e, hayatının ve kariyerinin şaheseri olabilecek evi inşa etmesi için ilham veriyor. Evin inşası bittiğinde ve polisler depodan içeri girmeyi başarmak üzereyken Jack, deponun içindeki bir deliğe Verge ile birlikte giriyor ve yer altı dünyasına adım atıyor.



Filmin epilogunun adı “Katabasis”. Katabasis sözcüğü Antik Yunanca’da “aşağı” ve “gitmek” sözcüklerinin birleşiminden oluşuyor ve tahmin edilebileceği üzere iniş, batış, çekiliş gibi anlamlara sahip, filmle en ilintili anlamı da yer altı dünyasına seyahat. Jack’in yer altı dünyasına seyahatinde kendisine eşlik eden Verge’in ismine bir bakalım. “Verge” sözcüğü İngilizce’de sınır, hudut, eşik, had, kenar anlamlarına sahip. Dolayısıyla Verge’ün, Jack’i varoluşunun hudutlarına ve son eşiğine götüren bir figür olduğunu söyleyebiliriz. Ancak Verge isminde başka bir sembolizm daha gizli. Dante’nin 14. yüzyılda yazdığı “İlahi Komedya”sının “Inferno” (Cehennem) bölümünde Dante’nin, Antik Romalı şair Virgil’in rehberliğinde cehenneme yaptığı yolculuğu görüyoruz. Dolayısıyla Jack-Verge ikilisi ile Dante-Virgil ikilisi arasında bir analoji kurabiliriz. Verge ismi aslında Virgil’in kısa hali. Nasıl ki Dante’nin cehennemi dünyanın içinde yer alan dokuz halkadan oluşuyorsa Jack de yeraltına indiğinde, dünyanın içinde yer alan cehennem ile karşılaşıyor. Dante’nin cehennemi, hayvani arzularına ya da şiddete boyun eğerek manevi değerleri reddeden, akıllarını ve düşünce güçlerini düzenbazlık ya da başkalarına kötülük için kullanan insanlara ayrılmış bir yer. Jack’in de tam olarak bu tanıma uyduğunu söyleyebiliriz. Filmin cehennemdeki bölümünün Dante’nin yanı sıra Goethe’ye de referansta bulunduğu söylenebilir: Jack-Verge ikilisini, “Faust”taki Faust-Mephistopheles ikilisi olarak da yorumlayabiliriz.

Cehenneme gitmiş olsalar bile insanlar içlerindeki düzenbaz, hileci, benmerkezci ve günahlarını retçi nefsi öldürebilirler mi? Jack bunu yapamıyor ve cehennemin en derin noktasının üzerindeyken, onu çevreleyen duvardan tırmanmak suretiyle cehennemden kaçma planları kuruyor. Verge bunu birçok kişinin denediğini ama hiçbirinin başaramadığını söylese de Jack yine de denemek istiyor ve tırmanışının ortasında kayıp cehennemin en derin çukuruna düşüyor. Görüntü bu derin çukurun üzerinde donduğu an, aynı görüntünün negatifini görüyoruz bir anda. Görüntünün tam ortasında yer alan o cehennem çukurunun göz alıcı parlaklığı, görüntü negatife döndüğü an zifiri bir karanlığa dönüşüyor. En aydınlık sanılan aslında en karanlık… Tam o anda meşhur “Hit the Road Jack” şarkısı çalmaya başlıyor. “Yola koyul Jack, ve sakın ola geri dönme, artık olmaz, artık olmaz, artık olmaz!”



Filmdeki Jack karakterinin Trier’in alter egosu olduğu fikri üzerinde duralım biraz. Trier’in de Jack gibi psikopat bir tarafı var çünkü seyircilere eziyet eden filmler yapmayı seviyor ve politik doğruculuktan tamamen uzak, ofansif bir tarza sahip. Bu tarzı nedeniyle Cannes Film Festivali’nden yasaklama yediğini hatırlayalım: “Melancholia” (2011) filminin basın toplantısı esnasında Nazilerle ilgili söyledikleri yüzünden Trier Cannes tarafından “persona non grata” (istenmeyen kişi) ilan edilmişti. Peki Trier ne yaptı? “The House That Jack Built”in, Cannes’da yarışma dışı olarak gösterilmesini ayarladı ve 7 yıl sonra böylece Cannes’a geri döndü! Bence bu kesinlikle ironik ve alaycı bir seçim: Filmin sonunda cehenneme mahkum edilen Jack gibi kendisinin de cesur ve ofansif olmayı başarabilmiş, fakat onu “anlamayan” elitist ve politik doğrucu sanat dünyası tarafından cehenneme mahkum edilmiş bir sanatçı olduğunu söylemek istiyordu muhtemelen. Üstelik filmin çeşitli yerlerinde Hitler’e ve Nazilere yapılan referanslar Trier’in alaycı tavrını daha da vurguluyor; kapanan yarayı yeniden deşmek istiyormuş gibi… (Verge’ü oynayan Bruno Ganz’ın, “Downfall” filminde Hitler’i oynamış olduğunu da not düşelim.) Filmin Cannes’daki prömiyeri esnasında 100’den fazla seyircinin (bazıları da eleştirmenler olmak üzere) filmi ortasında tek ettiği gerçeği de ironik bir detay olarak tam burada not düşülsün. Tabi film bittiğinde 10 dakika boyunca alkışlandığını da belirtelim. Kimileri taşa tutuyor yani, kimileri alkışa… Kim ne derse desin bu filmin, Trier’in en gözü kara, en tavizsiz, en provokatif filmlerinden biri olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Trier-Jack analojisini daha da güçlendirmek için filmde cinayet ile sanat arasında kurulan bağları da hatırlamamız gerekir. Jack “sanatsal” kaygıları olan bir seri katil, cinayet eylemine bir sanat eylemi olarak bakıyor. Ayrıca kendisinin bir inşaat mühendisi olduğunu ve film boyunca obsesif düzeydeki estetik kaygılarla kusursuz bir ev inşa etmeye çalıştığını da hatırlayalım. Filmin sonunda Verge’in verdiği ilhamla, uzman olduğu iki sanat dalını, yani cinayet ve mimariyi birleştiriyor ve hayalindeki kusursuz evi kurbanlarının bedenlerinden inşa ediyor. Mimari sanatı ile cinayet sanatını karşılaştırdığı cümleleri de var: “Eski katedrallerde yüce sanat eserleri genellikle en karanlık yerlerde, yalnızca Tanrı’nın görebileceği yerlerde gizlidir. Aynı durum cinayet için de geçerlidir.” Kendisini bir sanatçı olarak gören Jack, ikon yaratıcısı büyük sanatçıların toplum tarafından taşlandıklarını söylüyor: “Dünya, yıkımın ve çürümenin güzelliğini kabul etmeye ne kadar isteksizse, bu gezegenin gerçek ikonlarını yaratan bizlerin hakkını vermeye de o kadar isteksiz. Nihai kötüler olarak adlandırılıyoruz. Dünya üzerinde etki sahibi olmuş ve olacak olan tüm ikonlar bence aşırı ve ölçüsüz sanattır.”

Yine Trier-Jack analojisini güçlendiren bir başka faktöre değinelim: Jack sanat üzerine fikirlerini belirtirken ekranda ne görüyoruz? Trier’in önceki filmlerinden alınmış çeşitli sahnelerden oluşan bir kolaj! Dolayısıyla Jack’in ağzından Trier kendi sanatı ve filmografisi üzerine bir yorum sunuyor aslında. (Ki Trier bu filmin son filmi olabileceğini söylemiş, o yüzden bu filme önceki filmlerinden kesitler de ekleyerek kariyerinin kümülatif bir özetini, özünü ve yorumunu sunması hayli hoş bir dokunuş olmuş.) Ekranda bu kolaj akarken Jack şöyle diyor: “Bazılarına göre sanatımızda işlediğimiz suçlar, kontrollü medeniyetimiz içinde işleyemediğimiz, o yüzden sanatımızda ortaya çıkan suçları işlemeye yönelik içsel arzularımızı yansıtıyor. Ben buna katılmıyorum. Bence cennet ve cehennem bir ve aynı. Ruh cennete ait, bedense cehenneme.”

Trier’e göre bu film, “hayatın kötücül ve ruhsuz olduğu” fikrini olumlayan bir film. Dünyanın şu anki haline bakıldığında bu fikrin ne kadar doğru olduğunun görülebileceğini söylüyor…

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)