2 Mayıs 2021 Pazar

2020 FİLMLERİ ÜZERİNE KISA KISA - EMRE KARA

2020, COVID-19'un damgasını vurduğu bir sene olsa da sinema için pek de zayıf bir sene değildi. Bazı filmler sinemada vizyona girerken birçoğu da direkt streaming platformlarında yayına sokuldu, ve hatırı sayılır miktarda iyi film izlemiş olduk. Bu yazıda 2020 yılında izlediğim filmlerin birçoğu üzerine kısa kısa eleştirilerimi derledim. Filmlerin çoğu 2020 yapımı, birkaç tanesi ise 2019 yapımı olup 2020'de izleme fırsatı bulduğumuz filmler. Bonus olarak bir tanesi de (Judas and the Black Messiah) 2021 yapımı; ödül sezonunda 2020 filmleriyle birlikte yarıştığı ve ödüller aldığı için onu da bu yazıya dahil ettim.


AMMONITE

Zarif ve estetik bir film. Sinematografi ve oyunculuklar on numara. Fetiş oyuncularımdan Kate Winslet ve genç yetenek Saorise Ronan için fazla övgüye gerek yok zaten. Ancak yönetmen Lee, sadeliği ve yalınlığı tercih ederken biraz fazlaya kaçmış ve sanki öykünün duygusal potansiyelini kasıtlı olarak bütünüyle keşfetmemiş gibi hissettim. Bu da beklentilerimi biraz kursağımda bıraktı, bilhassa finalde. Bu iki muhteşem oyunculuyla ve bu hayli ilginç biyografik öykü ile, duygusal yoğunluğu çok daha yüksek olan bir film yapılabilirmiş gibi geldi. Özellikle de yakın zamanlarda çekilmiş hayli duygusal yoğunluklu lezbiyen öyküleri “Carol” ve “Portrait of Lady on Fire” ile karşılaştırınca…

 

ANOTHER ROUND

Çok sevdim bu filmi. Öğretmenlerin yaşamlarını hem profesyonel hem kişisel açıdan ele alması hoş, bir öğretmen olarak bunu yapan filmleri seviyorum. Dört arkadaşın branşlarının birbirlerinden hayli farklı olması da filme zenginlik katmış. Sosyal kabul edilebilirlik ve "adab-ı muaşeret" sınırlarını muzip ama tehlikeli olmaya müsait bir planla aşmaya çalışan dört arkadaşın öyküsünün mizahi/anarşist bir yanı var, ama bir yandan da hayatın trajedileriyle başa çıkmanın bir yolu olarak alkole başvurma olayı da filmin daha ciddi ve dramatik yönünü oluşturuyor. Ben en çok spesifik öğretmenler ile spesifik öğrenciler arasında kurulan bağlardan etkilendim. Mads Mikkelsen yine çok iyi.

 

FREAKY

Çok eğlenceli bir filmdi. İyi bir konsepti iyi işlemiş. En güzel yanı Vince Vaughn’u, bir adamın bedenine hapsolmuş liseli kız rolünde izlemekti.

 

HAMILTON

Bunun bir “film” olup olmadığından emin değilim. Bir Broadway müzikalinin canlı olarak filme alınmasının sonucunda oluşmuş olan bir “kayıt”. Gerçekten de çok özenli, çok emek verilmiş bir prodüksiyon olduğu her anından belli. Ancak bir müzikal tiyatro gösterisini filme aldığınızda, çok kaliteli kameralar da kullansanız, değişik kamera açıları hatta close-up'lar da kullansanız, günün sonunda bu bir film midir? Bence değildir. Bunun ötesinde müzikal tiyatro ve müzikal film ayrımı üzerinde de durmak isterim. Müzikal filmlerin çoğu, müzikal tiyatro örneklerinden sinemaya uyarlanmıştır ancak bu adaptasyon sürecinde "sinemasal" bir dille yeniden yaratılmışlardır. Mesela müzikal tiyatro tek bir sahnede, daha sınırlı dekorlarla, daha az oyuncu kadrosuyla çekilir. Ancak müzikal filmlerde mekanlar ve cast daha geniştir, gerçekliğe yakındır yani. Ayrıca müzikal filmlerde şarkılı-danslı sahnelerin yanında normal diyalogların olduğu sahneler de görürüz, hatta şarkılı-danslı sahneler aralara serpiştirilir diyebiliriz. Ancak "Hamilton"ın şarkı olmayan tek bir repliği, dans olmayan tek bir aksiyonu yok. Baştan sona bir "gösteri" yani. İki buçuk saat boyunca dans edip şarkı söyleyen insanları izlemek beni baydı. Canlı izleseydim bayar mıydı bilmiyorum, ama bir "film" olarak izlediğimde baydı. Zaten tiyatronun büyük bir fanı değilim, ve canlı filme alınmış bir tiyatro prodüksiyonunun film olarak anılmasını da reddediyorum.

 

HAPPIEST SEASON

Kristen Stewart ve Mackenzie Davis'in başrollerinde oynadığı, Noel temalı bir lezbiyen romantik-komedisi. Hem çok eğlenceli, hem de duygusal bir film. "The Royal Tenenbaums" tadında.

 

HAUNT

Bir süredir izlediğim en korkunç film. Metaforsuz, mesaj kaygısız, direkt korkutmak için yapılmış bir film.

 

HIS HOUSE

Bu filmi çok beğendim. Göçmenlik, travma, adaptasyon, ait olma çabası, ötekilik üzerine çok iyi bir öyküsü var. Korku elementlerini ve dramatik yönünü iyi harmanlamış.

 

HOST

Orijinal ve ürkütücü bir filmdi. Karantina esnasında Zoom üzerinden bir ruh çağırma seansı düzenleyen bir grup arkadaşın yaşadığı olayları anlatıyor. Film tamamen Zoom ekranları üzerinden işleniyor. 56 dakika süresiyle de hiç sıkmıyor. Bilindik bir konuyu yenilikçi bir biçimde ele almasıyla kalbimi kazandı.

 

I’M THINKING OF ENDING THINGS

Hayli “mindfuck” bir filmdi ama son tahlilde beklentilerimin altında kaldı. Fragman ve pazarlama biçimi olabilir bunun sebebi. Daha ürkütücü ve korku türüne ait bir film beklerken daha psikolojik gerilim türünde bir şey çıktı. Ebeveynlerle daha çok sahne olmasını beklerken filmin üçte birlik kısmında görebildim, kalan kısımlar genç çifte odaklanıyordu. Tabi bunlar kişisel beklentilerimle alakalı şaşırmalar ve bir filmi eleştirmek için o kadar da geçerli değiller. Onun dışında filmi izleme deneyimini çok ilginç buldum ve sıkılmadım ama teknik açıdan editing istiyor aslında, çünkü kendi içlerinde güzel olan epizotlar uzayıp gittiği için nihayetinde anlamlı ve tutarlı bir bütüne dönüşemiyorlar. Birçok şey havada ve bağlantısız hissediliyor. Bunun dışında oyunculuklar muazzam, atmosfer çok iyi, diyaloglar hayli zekice, derin ve felsefi. Ayakları daha yere basan ve anlatım bütünlüğüne daha çok dikkat eden bir film olsaydı sevebilirdim bir hayli.

 

JUDAS AND THE BLACK MESSIAH

Bu filme bayıldım. Hem politik, hem dramatik yönü çok kuvvetli. Politik açıdan "The Trial of the Chicago 7" filmini sevdiyseniz bunu da seveceksiniz, aynı dönemi ele alıyor, siyahi bakış açısıyla. Dramatik açıdan da "The Departed" filminden aldığınız keyfi alacaksınız. LaKeith Stanfield inanılmaz bir performans sergiliyor, karakterin suçluluk-paranoya-korku dolu psikolojisini çok iyi yansıtıyor.

 

MA RAINEY’S BLACK BOTTOM

Muazzam bir film. Dram, mizah, müzik, politik söylem, tarih çok iyi harmanlanmış. Filmde çok etkileyici monologlar var, bunlar aynı zamanda oyuncuların solo gövde gösterileri yapmalarına da imkan sağlıyor. Bu arada film Amerikalı oyun yazarı August Wilson'ın (1945-2005) oyunundan uyarlama. Kendisi siyahi Amerika'nın tiyatrodaki şairi olarak anılıyor ve 20. yy'da siyahi Amerikalıların deneyimlerini ele alan "The Pittsburgh Cycle" adlı 10 oyunluk serisi ile tanınıyor. "Ma Rainey's Black Bottom" da bu seriden bir oyun. Daha önce aynı seriden "Fences" 2016'da sinemaya uyarlanmıştı, Denzel Washington hem yönetmiş hem başrolünde oynamıştı. Washington "Ma Rainey"nin de yapımcılığını üstlenmiş. Kendisi bu serideki bütün oyunları sinemaya uyarlamak istiyormuş. Üçüncü film olarak "The Piano Lesson"ı düşünüyormuş. Başrolünde kendi oğlu John David Washington ile Samuel L. Jackson olacakmış ve Barry Jenkins yönetecekmiş.

 

MANK

“Mank” filmi, senarist Herman J. Mankiewicz’in ikonik “Citizen Kane” (1941) filminin senaryosunu yazma sürecini ele alıyor. Bu süreç filmin çerçeve öyküsünü oluştururken aynı zamanda Mankiewicz’in geçmişine dair flashback sahneleriyle de destekleniyor. Dolayısıyla hem ikonik bir filmin ortaya çıkış sürecini, hem de Hollywood’da çalışan bir senaristin yaşam öyküsünü eş zamanlı biçimde izleme fırsatı buluyoruz. Mankiewicz’in filmin ana karakteri olması önemli, çünkü bu sayede film önemli bir sorgulama yapıyor: Sanatsal/düşünsel bir ürün olarak bir film ne kadar yazara, ne kadar yönetmene aittir? 1930’lardan 1940’ların başına kadar olan dönemi ele alan film gerek görsel dokusuyla gerek de anlatım üslubuyla tam olarak o dönem filmlerinin ruhunu ve tarzını yakalamayı başarıyor. Yazarları, yönetmenleri, yapımcıları ve oyuncularıyla Hollywood stüdyo sistemi ve onun içindeki güç dinamiklerine bütünsel bir bakış sunan film, aynı zamanda öyküye iyi yedirilmiş bir tarihsel/politik arka fona da sahip: Büyük Buhran, II. Dünya Savaşı’nın ayak sesleri, Amerika’daki cumhuriyetçi-demokrat ya da anti-sosyalist-sosyalist çatışması, medya ve gazeteciliğin toplumsal algı yönetimindeki rolü gibi mevzular, bu tarihsel/politik arka fonu oluşturan elementler.

 

MINARI

Çok sıcak, çok zarif bir film. Genelde aile olmak, özelde göçmen bir aile olmak üzerine. Hem spesifik, hem evrensel.

 

MY OCTOPUS TEACHER

Bir ahtapotu anlatan bir filmden duygusal olarak bu kadar etkilenebileceğimi düşünmezdim doğrusu. Adamla ahtapot arasında oluşan bağ, ve ahtapotun yaşamına adım adım şahit olmak tüylerimi diken diken etti.

 

NEVER RARELY SOMETIMES ALWAYS

Sağlam bir filmdi. Romanya filmi “4 Ay 3 Hafta 2 Gün”e aşırı benziyor, hatta bana aparma gibi bile geldi, ama işin ilginç yanı o filmin belgeselvari aşırı soğuk ve aşırı realist yaklaşımına karşı bu daha insancıl ve duygusal geldiği için bunu daha çok sevdim.

 

NOMADLAND

Tartışmasız 2020’nin en iyi filmi! Ekonomik krizin bireysel yaşamlar üzerindeki etkisine, alternatif yaşam biçimlerine, ayrıksı ve aykırı bir “topluluk” olma ruhuna, yaşlanmaya ve ölüme, sürekli hareket halinde olmaya, ait olmamaya, ait olmayı istememeye, sistem-dışılığa, “yuva” kavramına dair derinlikli gözlemleri ve sorgulamaları var. Ancak “Nomadland”i gerçekten özel kılan şey, aşırı sosyo-ekonomik ya da politik bilinçli, duyarcı ya da propagandist bir film olmayı reddetmesi ve bunun yerine hayli felsefi, spiritüel, varoluşsal ve artistik bir film olmayı seçmesi, ve bunu başarması! İzlediğimiz yaşam belki çok aşina olmadığımız, çok spesifik bir yaşam, ancak onu izlerken içinde bütünüyle evrensel ve insani şeyler bulabiliyoruz. Frances McDormand da filmin belkemiği elbette! “Fargo” ve “Three Billboards Outside Ebbing, Missouri”de olduğu gibi burada da Oscar’ı sonuna dek hak eden bir gövde gösterisi sunuyor.

 

ONE NIGHT IN MIAMI

Filmi çok beğendim. Malcolm X, Muhammad Ali, Jim Brown ve Sam Cooke’un birlikte geçirdikleri bir geceyi ele alırken siyahi yaşamını ve hareketini spor, sanat ve politik aktivizm yönlerinden irdeliyor. Tiyatro oyunu uyarlaması olduğundan çoğunlukla tek mekanda geçiyor, diyaloglara ve oyunculuklara odaklanıyor, ama beni hiç sıkmadı. "Ma Rainey's Black Bottom" tadı aldım içerik ve stil olarak. Yönetmenliğini de daha önce "If Beale Street Could Talk" filmindeki rolüyle Oscar almış olan Regina King yapıyor, ilk yönetmenlik denemesi.

 

PALM SPRINGS

Zeki ve eğlenceli bir filmdi. Romantik-komedi ile bilimkurgu türlerini birleştirmiş. “Groundhog Day” konseptine sahip. Zaman, varoluş ve ilişkiler üzerine gözlemleri var.

 

POSSESSOR

Bu filmi oldukça iyi buldum. Çok stilize bir film; sinematografi, renkler, mekanlar vs. Öykü de ilgi çekici ve merak uyandırıcı. Yalnızca bu kadar kanlı ve vahşi olmasına gerek var mıydı diye sorguladım. Bir de finalini fazla nihilistik buldum. Yine de iyi film.

 

PROMISING YOUNG WOMAN

Bu filmi fazla karanlık ve nihilist buldum. Ponçik bir romantik-komedi gibi başlıyor, sonra “rape-and-revenge thriller” (tecavüz-intikam gerilim filmi) denilen alt-türe doğru evriliyor. Evrilirken de bir anda hayli karanlık bir filme dönüşüyor. Tabi böyle bir temanın karanlık olması kaçınılmaz, ama izlerken sanki hem başta kurduğu o sevimli aşk öyküsüne, hem de inşa ettiği güçlü kadın başkahraman imgesine ihanet etmiş gibi de hissettiriyor, karanlık olabilmek adına. Belki en başından karanlık olsaydı böyle bir “ihanet” hissi yaşatmazdı. Ton açısından bir kararsızlığı var gibi yani.

 

QUO VADIS, AIDA?

Bir tarihsel doküman olarak çok önemli, bir sanat eseri olarak da çok etkileyici ve üst düzey.

 

RUN

Bu filmi sevdim, izlemesi çok keyifliydi, çünkü gerilim ve şüphe hissini kısa süresi boyunca daima canlı tutuyor. Hitchcockian bir havası var ve "Misery" filmine de çok benziyor. Ancak ana karakterin daha iyi geliştirilebilir olduğunu düşünüyorum. Onu, olduğu kişiye dönüştüren faktörlerle hiç ilgilenmiyor film. Ayrıca anne-kız dinamiğinin filmin sonundaki karşılaşmada masaya yatırılmasını, ciddi bir yüzleşme ile ele alınmasını bekliyordum ancak film bunun yerine daha basit bir intikam planını tercih ediyor. Kısacası stil ve atmosfer yönünden kazanırken karakter geliştirilmesi yönünden biraz eksik kalmış. Yine de başarılı bir film.

 

SAINT MAUD

Bu filmi 2019'dan beri bekliyordum ve hype'lanmakta o kadar haklıymışım ki. Gerçek bir başyapıt! Din, psikolojik rahatsızlık, obsesyon, yalnızlık, cinsellik, ölüm üzerine çok çarpıcı, net, direkt bir film. Yönetmen Rose Glass'ın ilk filmiymiş, ilk film için de şaşırtıcı bir üst düzeyliğe sahip. Başroldeki iki kadın tüm filmi çok güçlü performanslarla taşıyorlar. İzlediğim en iyi korku filmlerinden biri oldu.

 

SHADOW IN THE CLOUD

Hayatımda izlediğim en kötü birkaç filmden biriydi. Seyirciler sevmese de eleştirmenler fena bulmadığı için izledim, ve tamamen seyircilerden yanayım. İnanılırlığın, aklın mantığın sınırlarını zorlayan bir filmdi. Bazen bu durumdan ironik bir keyif alırsınız, "So bad that it's good." gibi yani, ama bu filmde bu bile mümkün değil, "So bad that it hurts." tadında daha çok. Chloe Grace Moretz çok yetenekli bir genç oyuncu, umarım gelecekte daha iyi kariyer seçimleri yapar.

 

SOUL

Bayıldım! Çok varoluşsal ve çok duygusal.

 

SOUND OF METAL

Çok güzel ve duygusal. Öteki olmak, uyum sağlamaya ve ait olmaya çalışmak, vazgeçmek, kabullenmek üzerine sağlam bir film. Ayrıca herhangi bir filmde gördüğüm en iyi ses dizaynına sahip! Karakterin geçtiği süreçten seni de geçiriyor bire bir.

 

SPUTNIK

Bu filmi çok beğendim. Rusya yapımı bir korku-bilimkurgu filmi. İlk defa bu türlerde bir Rus filmi izledim ve çok hoşuma gitti. "Alien"dan ve "The Fly"dan esintiler barındırıyor. Ayrıca 80'lerde Sovyetlerde geçiyor. Bilimsel bir skandalı hükümetin ele alış biçimine odaklanması açısından "Chernobyl" dizisini de anımsattı. Duygusal yönü de çok iyi inşa edilmiş. Başrolünde yıllar evvel genç bir kızken "Lilya 4-ever" (2002) filminde oynamış olan Oksana Akinshina oynuyor, burada da çok iyi yine. Velhasıl umarım Ruslar tür filmi yapmaya devam ederler.

 

TENET

Her Nolan filminde olduğu gibi bana "fazla" geldi. Nolan temelde Bond filmleri ya da “Görevimiz Tehlike” filmleri gibi bir ajan/aksiyon/gerilim öyküsünü almış ve onu "fazlalaştırmış". Hayli uluslararası bir boyuta taşımış, yetmemiş bir de lineer/kronolojik zaman algısıyla oynayayım demiş. İleriye ve geriye doğru akan zaman, "tersine çevrilen" nesneler ve insanlar, kendileriyle karşılaşan karakterler... Bu kadar komplike ve “mindfuck” olmaya gerek var mı diye sorgulayarak izledim hep. Nolan "Bakın ben ne kadar zeki biriyim ve ne karmaşık öyküler yazıyorum." diye yüzüme bağırıyor gibi hissettim. Film kötü mü, değil. Göründüğü ve olduğunu sandığı kadar epik mi, bence yine değil. Fazla mı, aşırı mı, bence evet.

 

THE BOYS IN THE BAND

1968’de içlerinden birinin doğum günü için bir araya gelen yedi gey arkadaşı ele alıyor. Akşam boyunca geçmişe dair sırlar açığa çıkıyor ve bugüne dair yüzleşmeler yaşanıyor. Bir tiyatro oyunu uyarlaması, bu yüzden tek mekanlı ve diyalog ağırlıklı. Hayli karanlık ve depresif bir film aslında. Daha önce William Friedkin tarafından 1970’te de sinemaya uyarlanmıştı aynı oyun, o filmi de izlemiştim. Bayağı benziyorlar, yeni ve daha tanıdık bir cast’la izlemek de hoş oldu.

 

THE CALL

Bu filmi "eh işte" buldum. "The Butterfly Effect" tadında, geçmişin durmadan yeniden yazıldığı bir film. Bu "durmadan"lık bir süre sonra bayıyor. Bir de genel olarak lineer ve tekil zaman çizgisiyle oynayıp alternatif ‘timeline’lar oluşturan filmler çok benim tarzım değil, buna kanaat getirdim sonuç olarak. Seri katil karakteri iyi yazılmıştı. "Carrie" esintilerini yerel dini motiflerle harmanlamışlar, iyi olmuş. Film "The Caller" (2011) adlı İngiliz filminin ‘remake’i bu arada.

 

THE DEVIL ALL THE TIME

Bu filmi beğendim. Çok karakterli ve içinde birden fazla öykü barındıran bir film olduğu için bir süre dağınık geliyor ama sabırlı olursanız her şeyi toparlamayı ve anlamlı bağlantılar kurmayı başarıyor. Din, aile, şiddet, adalet, toplum üzerine söylemleri var. Görsel ve psikolojik olarak sarsıcı elementlere sahip. En güçlü yanı muazzam oyuncu kadrosu, her oyuncu karakterine cuk oturuyor gibi geldi bana izlerken.

 

THE FATHER

Öyküyü tamamen adamın parçalanan ve dağılan zihninin subjektif perspektifi üzerinden anlattığı için ben duygusal olarak içine giremedim filmin açıkçası. Çok "duygusal" olabilecek bir öyküyü çok "mental" olarak ele alıyor. İnsani bir deneyim sunmak yerine bir puzzle sunuyor. Bir Bergman filmi olabilecekken bir Lynch filmi olmayı tercih ediyor. Bunun da yabancılaştırıcı bir etkisi oldu benim üzerimde. Hopkins ve Colman'ın oyunculukları inanılmaz iyi tabi ki. Sadece ben bu öyküyü böyle anlatmazdım.

 

THE HALF OF IT

Çok tatlış ve duygusal bir ergen filmiydi. Tayvan asıllı Amerikalı yönetmen Alice Wu’nun 2004’teki “Saving Face” filminden beri ilk filmi. Her iki filminde de göçmenlik ve lezbiyenlik şeklinde ikili bir ötekilik kimliği işleniyor. Önceki filmini de sevmiştim bunu da çok sevdim.

 

THE HATER

2019 yapımı “Corpus Christi” filmini çok beğendiğim yönetmen Jan Komasa’nın 2020 yapımı bu filmine de bayıldım. Çok güncel ve çok önemli meselelere el atıyor. İnternet ve politika ilişkisi, karalama ve linç kültürü, nefret söylemleri ve suçları, algı manipülasyonu üzerine çok sağlam ve rahatsız edici bir film. Başkarakteri inanılmaz iyi yazılmış ve oynanmış, bana “Nightcrawler”daki Jake Gyllenhaal karakterini anımsattı. Gerçek bir sosyopat. Ve işin ürkütücü yanı modern dünyanın bu gibi insanlarla dopdolu olması.

 

THE OTHER LAMB

Çok sevdiğim bir tema olan "dış dünyadan izole tuhaf dini tarikat/kült" temasını ele alıyor. Bu kült üzerinden çok sağlam bir patriyarka eleştirisi yapıyor ve güçlü bir feminist manifestoya dönüşüyor. Sinematografisi olağanüstü. Belki öyküsü biraz daha geliştirilebilirdi, çünkü konsepti buna çok müsait ve çok fazla olasılığa gebe. Ancak öykünün basitliğini mod ve atmosfer ile telafi edebiliyor.

 

THE PLATFORM

Çok ilginç, çok rahatsız edici, çok iyi.

 

THE RENTAL

Yalnızca 5 karakter üzerinden sağlam psikolojik ve politik altmetinler oluşturabilen güzel bir korku filmiydi. Konsept çok bilindik ama karakterler arası dinamikler ve atmosfer güzel.

 

THE TRIAL OF THE CHICAGO 7

Çok sağlam bir filmdi. Vietnam üzerinden (anti)militarizme, Kara Panterler ve siyahi aktivizmi üzerinden ırkçılığa, hippi kültürüne, öğrenci hareketine, genel olarak 60’lar politik tarihine çok iyi değiniyor. Dönemsel bir film olsa da ele aldığı meseleler hala çok güncel ve geçerli. Politik bir mahkeme filmi olmasına rağmen hiç sıkıcı değil, çünkü karakterler bireysel olarak iyi geliştirilmiş ve çok yetenekli oyuncular tarafından canlandırılmış.

 

THE VAST OF NIGHT

Çok beğendim bu filmi. Minimalist bilimkurgu nasıl çekilir kitabını yazmış. Göstermekten çok ima etmek, gizemi korumak ne kadar etkili bir şeydir, çok iyi örneklemiş. Hayli gizemli, bir yandan ürpertici, bir yandan da tuhaf bir biçimde çok şiirsel ve hüzünlü bir film. Müzikler muazzam.

 

THE WOLF OF SNOW HOLLOW

Küçük, keyifli bir korku-komedi filmi. Kurt adam mitini kullanırken aynı zamanda öfke, alkolizm, ebeveynlik gibi gerçek meseleleri de ele alıyor. Bir de usta oyuncu Robert Forster’ın oynadığı son film olma özelliğine sahip.

 

UNCLE FRANK

Bu filmi fena bulmadım. Aslında hayli duygusal bir film, yer yer ağladım hatta. Ama öykü yapısında klişelerden beslenen, melodramatik ve stereotipik yanlar da yok değil. Katartik ve çarpıcı olmaktan çok mesaj kaygılı ve pozitif olmayı seçiyor. Dışarıdan maruz kalınan nefretin içselleştirilmesi sonucu nasıl kendinden nefret etmeye dönüşebileceği üzerine güzel gözlemleri var, ki bu karakteri Paul Bettany inanılmaz iyi oynamış. Ayrıca film Arap müslüman bir gey karakter içeriyor, Lübnanlı bir adam oynuyor.

 

VAMPIRES VS. THE BRONX

Eğlenceli bir gençlik/vampir filmi olmasının yanında, para babalarının gettoları nezihleştirme ve ranta açma politikalarını da eleştiriyor. Irk ve topluluk meselelerine dair güzel gözlemleri var.


EMRE KARA

Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)