2020, COVID-19'un damgasını vurduğu bir sene olsa da sinema için pek de zayıf bir sene değildi. Bazı filmler sinemada vizyona girerken birçoğu da direkt streaming platformlarında yayına sokuldu, ve hatırı sayılır miktarda iyi film izlemiş olduk. Bu yazıda 2020 yılında izlediğim filmlerin birçoğu üzerine kısa kısa eleştirilerimi derledim. Filmlerin çoğu 2020 yapımı, birkaç tanesi ise 2019 yapımı olup 2020'de izleme fırsatı bulduğumuz filmler. Bonus olarak bir tanesi de (Judas and the Black Messiah) 2021 yapımı; ödül sezonunda 2020 filmleriyle birlikte yarıştığı ve ödüller aldığı için onu da bu yazıya dahil ettim.
AMMONITE
Zarif ve estetik bir film. Sinematografi ve oyunculuklar
on numara. Fetiş oyuncularımdan Kate Winslet ve genç yetenek Saorise Ronan için
fazla övgüye gerek yok zaten. Ancak yönetmen Lee, sadeliği ve yalınlığı tercih
ederken biraz fazlaya kaçmış ve sanki öykünün duygusal potansiyelini kasıtlı
olarak bütünüyle keşfetmemiş gibi hissettim. Bu da beklentilerimi biraz
kursağımda bıraktı, bilhassa finalde. Bu iki muhteşem oyunculuyla ve bu hayli
ilginç biyografik öykü ile, duygusal yoğunluğu çok daha yüksek olan bir film
yapılabilirmiş gibi geldi. Özellikle de yakın zamanlarda çekilmiş hayli
duygusal yoğunluklu lezbiyen öyküleri “Carol” ve “Portrait of Lady on Fire” ile
karşılaştırınca…
ANOTHER ROUND
Çok sevdim bu filmi. Öğretmenlerin yaşamlarını hem
profesyonel hem kişisel açıdan ele alması hoş, bir öğretmen olarak bunu yapan
filmleri seviyorum. Dört arkadaşın branşlarının birbirlerinden hayli farklı
olması da filme zenginlik katmış. Sosyal kabul edilebilirlik ve "adab-ı
muaşeret" sınırlarını muzip ama tehlikeli olmaya müsait bir planla aşmaya
çalışan dört arkadaşın öyküsünün mizahi/anarşist bir yanı var, ama bir yandan
da hayatın trajedileriyle başa çıkmanın bir yolu olarak alkole başvurma olayı
da filmin daha ciddi ve dramatik yönünü oluşturuyor. Ben en çok spesifik
öğretmenler ile spesifik öğrenciler arasında kurulan bağlardan etkilendim. Mads
Mikkelsen yine çok iyi.
FREAKY
Çok eğlenceli bir filmdi. İyi bir konsepti iyi işlemiş.
En güzel yanı Vince Vaughn’u, bir adamın bedenine hapsolmuş liseli kız rolünde
izlemekti.
HAMILTON
Bunun bir “film” olup olmadığından emin değilim. Bir
Broadway müzikalinin canlı olarak filme alınmasının sonucunda oluşmuş olan bir
“kayıt”. Gerçekten de çok özenli, çok emek verilmiş bir prodüksiyon olduğu her
anından belli. Ancak bir müzikal tiyatro gösterisini filme aldığınızda, çok
kaliteli kameralar da kullansanız, değişik kamera açıları hatta close-up'lar da
kullansanız, günün sonunda bu bir film midir? Bence değildir. Bunun ötesinde
müzikal tiyatro ve müzikal film ayrımı üzerinde de durmak isterim. Müzikal
filmlerin çoğu, müzikal tiyatro örneklerinden sinemaya uyarlanmıştır ancak bu
adaptasyon sürecinde "sinemasal" bir dille yeniden yaratılmışlardır.
Mesela müzikal tiyatro tek bir sahnede, daha sınırlı dekorlarla, daha az oyuncu
kadrosuyla çekilir. Ancak müzikal filmlerde mekanlar ve cast daha geniştir,
gerçekliğe yakındır yani. Ayrıca müzikal filmlerde şarkılı-danslı sahnelerin
yanında normal diyalogların olduğu sahneler de görürüz, hatta şarkılı-danslı
sahneler aralara serpiştirilir diyebiliriz. Ancak "Hamilton"ın şarkı
olmayan tek bir repliği, dans olmayan tek bir aksiyonu yok. Baştan sona bir
"gösteri" yani. İki buçuk saat boyunca dans edip şarkı söyleyen
insanları izlemek beni baydı. Canlı izleseydim bayar mıydı bilmiyorum, ama bir
"film" olarak izlediğimde baydı. Zaten tiyatronun büyük bir fanı
değilim, ve canlı filme alınmış bir tiyatro prodüksiyonunun film olarak
anılmasını da reddediyorum.
HAPPIEST SEASON
Kristen Stewart ve Mackenzie Davis'in başrollerinde
oynadığı, Noel temalı bir lezbiyen romantik-komedisi. Hem çok eğlenceli, hem de
duygusal bir film. "The Royal Tenenbaums" tadında.
HAUNT
Bir süredir izlediğim en korkunç film. Metaforsuz, mesaj
kaygısız, direkt korkutmak için yapılmış bir film.
HIS HOUSE
Bu filmi çok beğendim. Göçmenlik, travma, adaptasyon, ait
olma çabası, ötekilik üzerine çok iyi bir öyküsü var. Korku elementlerini ve
dramatik yönünü iyi harmanlamış.
HOST
Orijinal ve ürkütücü bir filmdi. Karantina esnasında Zoom
üzerinden bir ruh çağırma seansı düzenleyen bir grup arkadaşın yaşadığı
olayları anlatıyor. Film tamamen Zoom ekranları üzerinden işleniyor. 56 dakika
süresiyle de hiç sıkmıyor. Bilindik bir konuyu yenilikçi bir biçimde ele
almasıyla kalbimi kazandı.
I’M THINKING OF
ENDING THINGS
Hayli “mindfuck” bir filmdi ama son tahlilde
beklentilerimin altında kaldı. Fragman ve pazarlama biçimi olabilir bunun
sebebi. Daha ürkütücü ve korku türüne ait bir film beklerken daha psikolojik
gerilim türünde bir şey çıktı. Ebeveynlerle daha çok sahne olmasını beklerken
filmin üçte birlik kısmında görebildim, kalan kısımlar genç çifte
odaklanıyordu. Tabi bunlar kişisel beklentilerimle alakalı şaşırmalar ve bir
filmi eleştirmek için o kadar da geçerli değiller. Onun dışında filmi izleme
deneyimini çok ilginç buldum ve sıkılmadım ama teknik açıdan editing istiyor
aslında, çünkü kendi içlerinde güzel olan epizotlar uzayıp gittiği için
nihayetinde anlamlı ve tutarlı bir bütüne dönüşemiyorlar. Birçok şey havada ve
bağlantısız hissediliyor. Bunun dışında oyunculuklar muazzam, atmosfer çok iyi,
diyaloglar hayli zekice, derin ve felsefi. Ayakları daha yere basan ve anlatım
bütünlüğüne daha çok dikkat eden bir film olsaydı sevebilirdim bir hayli.
JUDAS AND THE BLACK
MESSIAH
Bu filme bayıldım. Hem politik, hem dramatik yönü çok
kuvvetli. Politik açıdan "The Trial of the Chicago 7" filmini
sevdiyseniz bunu da seveceksiniz, aynı dönemi ele alıyor, siyahi bakış
açısıyla. Dramatik açıdan da "The Departed" filminden aldığınız keyfi
alacaksınız. LaKeith Stanfield inanılmaz bir performans sergiliyor, karakterin
suçluluk-paranoya-korku dolu psikolojisini çok iyi yansıtıyor.
MA RAINEY’S BLACK
BOTTOM
Muazzam bir film. Dram, mizah, müzik, politik söylem,
tarih çok iyi harmanlanmış. Filmde çok etkileyici monologlar var, bunlar aynı
zamanda oyuncuların solo gövde gösterileri yapmalarına da imkan sağlıyor. Bu
arada film Amerikalı oyun yazarı August Wilson'ın (1945-2005) oyunundan
uyarlama. Kendisi siyahi Amerika'nın tiyatrodaki şairi olarak anılıyor ve 20.
yy'da siyahi Amerikalıların deneyimlerini ele alan "The Pittsburgh Cycle"
adlı 10 oyunluk serisi ile tanınıyor. "Ma Rainey's Black Bottom" da
bu seriden bir oyun. Daha önce aynı seriden "Fences" 2016'da sinemaya
uyarlanmıştı, Denzel Washington hem yönetmiş hem başrolünde oynamıştı.
Washington "Ma Rainey"nin de yapımcılığını üstlenmiş. Kendisi bu
serideki bütün oyunları sinemaya uyarlamak istiyormuş. Üçüncü film olarak
"The Piano Lesson"ı düşünüyormuş. Başrolünde kendi oğlu John David
Washington ile Samuel L. Jackson olacakmış ve Barry Jenkins yönetecekmiş.
MANK
“Mank” filmi, senarist Herman J. Mankiewicz’in ikonik
“Citizen Kane” (1941) filminin senaryosunu yazma sürecini ele alıyor. Bu süreç
filmin çerçeve öyküsünü oluştururken aynı zamanda Mankiewicz’in geçmişine dair
flashback sahneleriyle de destekleniyor. Dolayısıyla hem ikonik bir filmin
ortaya çıkış sürecini, hem de Hollywood’da çalışan bir senaristin yaşam
öyküsünü eş zamanlı biçimde izleme fırsatı buluyoruz. Mankiewicz’in filmin ana
karakteri olması önemli, çünkü bu sayede film önemli bir sorgulama yapıyor: Sanatsal/düşünsel
bir ürün olarak bir film ne kadar yazara, ne kadar yönetmene aittir? 1930’lardan
1940’ların başına kadar olan dönemi ele alan film gerek görsel dokusuyla gerek
de anlatım üslubuyla tam olarak o dönem filmlerinin ruhunu ve tarzını
yakalamayı başarıyor. Yazarları, yönetmenleri, yapımcıları ve oyuncularıyla
Hollywood stüdyo sistemi ve onun içindeki güç dinamiklerine bütünsel bir bakış
sunan film, aynı zamanda öyküye iyi yedirilmiş bir tarihsel/politik arka fona
da sahip: Büyük Buhran, II. Dünya Savaşı’nın ayak sesleri, Amerika’daki
cumhuriyetçi-demokrat ya da anti-sosyalist-sosyalist çatışması, medya ve
gazeteciliğin toplumsal algı yönetimindeki rolü gibi mevzular, bu
tarihsel/politik arka fonu oluşturan elementler.
MINARI
Çok sıcak, çok zarif bir film. Genelde aile olmak, özelde
göçmen bir aile olmak üzerine. Hem spesifik, hem evrensel.
MY OCTOPUS TEACHER
Bir ahtapotu anlatan bir filmden duygusal olarak bu kadar
etkilenebileceğimi düşünmezdim doğrusu. Adamla ahtapot arasında oluşan bağ, ve
ahtapotun yaşamına adım adım şahit olmak tüylerimi diken diken etti.
NEVER RARELY
SOMETIMES ALWAYS
Sağlam bir filmdi. Romanya filmi “4 Ay 3 Hafta 2 Gün”e
aşırı benziyor, hatta bana aparma gibi bile geldi, ama işin ilginç yanı o
filmin belgeselvari aşırı soğuk ve aşırı realist yaklaşımına karşı bu daha
insancıl ve duygusal geldiği için bunu daha çok sevdim.
NOMADLAND
Tartışmasız 2020’nin en iyi filmi! Ekonomik krizin
bireysel yaşamlar üzerindeki etkisine, alternatif yaşam biçimlerine, ayrıksı ve
aykırı bir “topluluk” olma ruhuna, yaşlanmaya ve ölüme, sürekli hareket halinde
olmaya, ait olmamaya, ait olmayı istememeye, sistem-dışılığa, “yuva” kavramına
dair derinlikli gözlemleri ve sorgulamaları var. Ancak “Nomadland”i gerçekten
özel kılan şey, aşırı sosyo-ekonomik ya da politik bilinçli, duyarcı ya da
propagandist bir film olmayı reddetmesi ve bunun yerine hayli felsefi,
spiritüel, varoluşsal ve artistik bir film olmayı seçmesi, ve bunu başarması!
İzlediğimiz yaşam belki çok aşina olmadığımız, çok spesifik bir yaşam, ancak
onu izlerken içinde bütünüyle evrensel ve insani şeyler bulabiliyoruz. Frances
McDormand da filmin belkemiği elbette! “Fargo” ve “Three Billboards Outside
Ebbing, Missouri”de olduğu gibi burada da Oscar’ı sonuna dek hak eden bir gövde
gösterisi sunuyor.
ONE NIGHT IN MIAMI
Filmi çok beğendim. Malcolm X, Muhammad Ali, Jim Brown ve
Sam Cooke’un birlikte geçirdikleri bir geceyi ele alırken siyahi yaşamını ve
hareketini spor, sanat ve politik aktivizm yönlerinden irdeliyor. Tiyatro oyunu
uyarlaması olduğundan çoğunlukla tek mekanda geçiyor, diyaloglara ve
oyunculuklara odaklanıyor, ama beni hiç sıkmadı. "Ma Rainey's Black
Bottom" tadı aldım içerik ve stil olarak. Yönetmenliğini de daha önce
"If Beale Street Could Talk" filmindeki rolüyle Oscar almış olan
Regina King yapıyor, ilk yönetmenlik denemesi.
PALM SPRINGS
Zeki ve eğlenceli bir filmdi. Romantik-komedi ile
bilimkurgu türlerini birleştirmiş. “Groundhog Day” konseptine sahip. Zaman,
varoluş ve ilişkiler üzerine gözlemleri var.
POSSESSOR
Bu filmi oldukça iyi buldum. Çok stilize bir film;
sinematografi, renkler, mekanlar vs. Öykü de ilgi çekici ve merak uyandırıcı.
Yalnızca bu kadar kanlı ve vahşi olmasına gerek var mıydı diye sorguladım. Bir
de finalini fazla nihilistik buldum. Yine de iyi film.
PROMISING YOUNG WOMAN
Bu filmi fazla karanlık ve nihilist buldum. Ponçik bir
romantik-komedi gibi başlıyor, sonra “rape-and-revenge thriller”
(tecavüz-intikam gerilim filmi) denilen alt-türe doğru evriliyor. Evrilirken de
bir anda hayli karanlık bir filme dönüşüyor. Tabi böyle bir temanın karanlık
olması kaçınılmaz, ama izlerken sanki hem başta kurduğu o sevimli aşk öyküsüne,
hem de inşa ettiği güçlü kadın başkahraman imgesine ihanet etmiş gibi de
hissettiriyor, karanlık olabilmek adına. Belki en başından karanlık olsaydı
böyle bir “ihanet” hissi yaşatmazdı. Ton açısından bir kararsızlığı var gibi
yani.
QUO VADIS, AIDA?
Bir tarihsel doküman olarak çok önemli, bir sanat eseri
olarak da çok etkileyici ve üst düzey.
RUN
Bu filmi sevdim, izlemesi çok keyifliydi, çünkü gerilim
ve şüphe hissini kısa süresi boyunca daima canlı tutuyor. Hitchcockian bir
havası var ve "Misery" filmine de çok benziyor. Ancak ana karakterin
daha iyi geliştirilebilir olduğunu düşünüyorum. Onu, olduğu kişiye dönüştüren
faktörlerle hiç ilgilenmiyor film. Ayrıca anne-kız dinamiğinin filmin sonundaki
karşılaşmada masaya yatırılmasını, ciddi bir yüzleşme ile ele alınmasını
bekliyordum ancak film bunun yerine daha basit bir intikam planını tercih
ediyor. Kısacası stil ve atmosfer yönünden kazanırken karakter geliştirilmesi
yönünden biraz eksik kalmış. Yine de başarılı bir film.
SAINT MAUD
Bu filmi 2019'dan beri bekliyordum ve hype'lanmakta o
kadar haklıymışım ki. Gerçek bir başyapıt! Din, psikolojik rahatsızlık,
obsesyon, yalnızlık, cinsellik, ölüm üzerine çok çarpıcı, net, direkt bir film.
Yönetmen Rose Glass'ın ilk filmiymiş, ilk film için de şaşırtıcı bir üst
düzeyliğe sahip. Başroldeki iki kadın tüm filmi çok güçlü performanslarla
taşıyorlar. İzlediğim en iyi korku filmlerinden biri oldu.
SHADOW IN THE CLOUD
Hayatımda izlediğim en kötü birkaç filmden biriydi.
Seyirciler sevmese de eleştirmenler fena bulmadığı için izledim, ve tamamen
seyircilerden yanayım. İnanılırlığın, aklın mantığın sınırlarını zorlayan bir
filmdi. Bazen bu durumdan ironik bir keyif alırsınız, "So bad that it's
good." gibi yani, ama bu filmde bu bile mümkün değil, "So bad that it
hurts." tadında daha çok. Chloe Grace Moretz çok yetenekli bir genç
oyuncu, umarım gelecekte daha iyi kariyer seçimleri yapar.
SOUL
Bayıldım! Çok varoluşsal ve çok duygusal.
SOUND OF METAL
Çok güzel ve duygusal. Öteki olmak, uyum sağlamaya ve ait
olmaya çalışmak, vazgeçmek, kabullenmek üzerine sağlam bir film. Ayrıca
herhangi bir filmde gördüğüm en iyi ses dizaynına sahip! Karakterin geçtiği
süreçten seni de geçiriyor bire bir.
SPUTNIK
Bu filmi çok beğendim. Rusya yapımı bir korku-bilimkurgu
filmi. İlk defa bu türlerde bir Rus filmi izledim ve çok hoşuma gitti.
"Alien"dan ve "The Fly"dan esintiler barındırıyor. Ayrıca
80'lerde Sovyetlerde geçiyor. Bilimsel bir skandalı hükümetin ele alış biçimine
odaklanması açısından "Chernobyl" dizisini de anımsattı. Duygusal
yönü de çok iyi inşa edilmiş. Başrolünde yıllar evvel genç bir kızken
"Lilya 4-ever" (2002) filminde oynamış olan Oksana Akinshina oynuyor,
burada da çok iyi yine. Velhasıl umarım Ruslar tür filmi yapmaya devam ederler.
TENET
Her Nolan filminde olduğu gibi bana "fazla"
geldi. Nolan temelde Bond filmleri ya da “Görevimiz Tehlike” filmleri gibi bir
ajan/aksiyon/gerilim öyküsünü almış ve onu "fazlalaştırmış". Hayli
uluslararası bir boyuta taşımış, yetmemiş bir de lineer/kronolojik zaman
algısıyla oynayayım demiş. İleriye ve geriye doğru akan zaman, "tersine
çevrilen" nesneler ve insanlar, kendileriyle karşılaşan karakterler... Bu
kadar komplike ve “mindfuck” olmaya gerek var mı diye sorgulayarak izledim hep.
Nolan "Bakın ben ne kadar zeki biriyim ve ne karmaşık öyküler
yazıyorum." diye yüzüme bağırıyor gibi hissettim. Film kötü mü, değil.
Göründüğü ve olduğunu sandığı kadar epik mi, bence yine değil. Fazla mı, aşırı
mı, bence evet.
THE BOYS IN THE BAND
1968’de içlerinden birinin doğum günü için bir araya
gelen yedi gey arkadaşı ele alıyor. Akşam boyunca geçmişe dair sırlar açığa
çıkıyor ve bugüne dair yüzleşmeler yaşanıyor. Bir tiyatro oyunu uyarlaması, bu
yüzden tek mekanlı ve diyalog ağırlıklı. Hayli karanlık ve depresif bir film
aslında. Daha önce William Friedkin tarafından 1970’te de sinemaya uyarlanmıştı
aynı oyun, o filmi de izlemiştim. Bayağı benziyorlar, yeni ve daha tanıdık bir
cast’la izlemek de hoş oldu.
THE CALL
Bu filmi "eh işte" buldum. "The Butterfly
Effect" tadında, geçmişin durmadan yeniden yazıldığı bir film. Bu
"durmadan"lık bir süre sonra bayıyor. Bir de genel olarak lineer ve
tekil zaman çizgisiyle oynayıp alternatif ‘timeline’lar oluşturan filmler çok benim
tarzım değil, buna kanaat getirdim sonuç olarak. Seri katil karakteri iyi
yazılmıştı. "Carrie" esintilerini yerel dini motiflerle
harmanlamışlar, iyi olmuş. Film "The Caller" (2011) adlı İngiliz
filminin ‘remake’i bu arada.
THE DEVIL ALL THE
TIME
Bu filmi beğendim. Çok karakterli ve içinde birden fazla
öykü barındıran bir film olduğu için bir süre dağınık geliyor ama sabırlı
olursanız her şeyi toparlamayı ve anlamlı bağlantılar kurmayı başarıyor. Din,
aile, şiddet, adalet, toplum üzerine söylemleri var. Görsel ve psikolojik
olarak sarsıcı elementlere sahip. En güçlü yanı muazzam oyuncu kadrosu, her
oyuncu karakterine cuk oturuyor gibi geldi bana izlerken.
THE FATHER
Öyküyü tamamen adamın parçalanan ve dağılan zihninin
subjektif perspektifi üzerinden anlattığı için ben duygusal olarak içine
giremedim filmin açıkçası. Çok "duygusal" olabilecek bir öyküyü çok
"mental" olarak ele alıyor. İnsani bir deneyim sunmak yerine bir
puzzle sunuyor. Bir Bergman filmi olabilecekken bir Lynch filmi olmayı tercih
ediyor. Bunun da yabancılaştırıcı bir etkisi oldu benim üzerimde. Hopkins ve
Colman'ın oyunculukları inanılmaz iyi tabi ki. Sadece ben bu öyküyü böyle
anlatmazdım.
THE HALF OF IT
Çok tatlış ve duygusal bir ergen filmiydi. Tayvan asıllı Amerikalı
yönetmen Alice Wu’nun 2004’teki “Saving Face” filminden beri ilk filmi. Her iki
filminde de göçmenlik ve lezbiyenlik şeklinde ikili bir ötekilik kimliği
işleniyor. Önceki filmini de sevmiştim bunu da çok sevdim.
THE HATER
2019 yapımı “Corpus Christi” filmini çok beğendiğim
yönetmen Jan Komasa’nın 2020 yapımı bu filmine de bayıldım. Çok güncel ve çok
önemli meselelere el atıyor. İnternet ve politika ilişkisi, karalama ve linç
kültürü, nefret söylemleri ve suçları, algı manipülasyonu üzerine çok sağlam ve
rahatsız edici bir film. Başkarakteri inanılmaz iyi yazılmış ve oynanmış, bana
“Nightcrawler”daki Jake Gyllenhaal karakterini anımsattı. Gerçek bir sosyopat.
Ve işin ürkütücü yanı modern dünyanın bu gibi insanlarla dopdolu olması.
THE OTHER LAMB
Çok sevdiğim bir tema olan "dış dünyadan izole tuhaf
dini tarikat/kült" temasını ele alıyor. Bu kült üzerinden çok sağlam bir
patriyarka eleştirisi yapıyor ve güçlü bir feminist manifestoya dönüşüyor.
Sinematografisi olağanüstü. Belki öyküsü biraz daha geliştirilebilirdi, çünkü
konsepti buna çok müsait ve çok fazla olasılığa gebe. Ancak öykünün basitliğini
mod ve atmosfer ile telafi edebiliyor.
THE PLATFORM
Çok ilginç, çok rahatsız edici, çok iyi.
THE RENTAL
Yalnızca 5 karakter üzerinden sağlam psikolojik ve
politik altmetinler oluşturabilen güzel bir korku filmiydi. Konsept çok
bilindik ama karakterler arası dinamikler ve atmosfer güzel.
THE TRIAL OF THE
CHICAGO 7
Çok sağlam bir filmdi. Vietnam üzerinden (anti)militarizme,
Kara Panterler ve siyahi aktivizmi üzerinden ırkçılığa, hippi kültürüne,
öğrenci hareketine, genel olarak 60’lar politik tarihine çok iyi değiniyor.
Dönemsel bir film olsa da ele aldığı meseleler hala çok güncel ve geçerli.
Politik bir mahkeme filmi olmasına rağmen hiç sıkıcı değil, çünkü karakterler
bireysel olarak iyi geliştirilmiş ve çok yetenekli oyuncular tarafından
canlandırılmış.
THE VAST OF NIGHT
Çok beğendim bu filmi. Minimalist bilimkurgu nasıl
çekilir kitabını yazmış. Göstermekten çok ima etmek, gizemi korumak ne kadar
etkili bir şeydir, çok iyi örneklemiş. Hayli gizemli, bir yandan ürpertici, bir
yandan da tuhaf bir biçimde çok şiirsel ve hüzünlü bir film. Müzikler muazzam.
THE WOLF OF SNOW
HOLLOW
Küçük, keyifli bir korku-komedi filmi. Kurt adam mitini
kullanırken aynı zamanda öfke, alkolizm, ebeveynlik gibi gerçek meseleleri de
ele alıyor. Bir de usta oyuncu Robert Forster’ın oynadığı son film olma
özelliğine sahip.
UNCLE FRANK
Bu filmi fena bulmadım. Aslında hayli duygusal bir film,
yer yer ağladım hatta. Ama öykü yapısında klişelerden beslenen, melodramatik ve
stereotipik yanlar da yok değil. Katartik ve çarpıcı olmaktan çok mesaj kaygılı
ve pozitif olmayı seçiyor. Dışarıdan maruz kalınan nefretin içselleştirilmesi
sonucu nasıl kendinden nefret etmeye dönüşebileceği üzerine güzel gözlemleri
var, ki bu karakteri Paul Bettany inanılmaz iyi oynamış. Ayrıca film Arap
müslüman bir gey karakter içeriyor, Lübnanlı bir adam oynuyor.
VAMPIRES VS. THE
BRONX
Eğlenceli bir gençlik/vampir filmi olmasının yanında,
para babalarının gettoları nezihleştirme ve ranta açma politikalarını da
eleştiriyor. Irk ve topluluk meselelerine dair güzel gözlemleri var.
EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)