16 Eylül 2021 Perşembe

LUCA (2021): PIXAR’IN İLK QUEER FİLMİ? - EMRE KARA


 


 







SPOILER UYARISI: Bu yazı “Luca” filminin öyküsünü baştan sona ele aldığı ve öyküdeki olaylara ve detaylara referanslar içerdiği için, filmi izledikten sonra okumanız tavsiye edilir.

 

“Luca” (2021), ilk uzun metraj filmini yapan İtalyan yönetmen Enrico Casarosa’nın yönettiği bir Pixar animasyon filmi. Kendisi fantastik bir “coming-of-age” öyküsü. Film, 1950’ler/60’larda küçük bir İtalyan kasabasında geçiyor ve Luca adlı küçük bir deniz canavarının, karadaki insan dünyasını keşfetme öyküsünü ele alıyor. Bu keşifte ona, kendisi gibi deniz canavarı olan ancak insan dünyasına nispeten daha hâkim olan yeni arkadaşı Alberto rehberlik ediyor. Hepimizin Pixar’dan beklemeye alışık olduğumuz üzere bu film de kelimenin tam anlamıyla büyüleyici bir film. İçerdiği hayal gücü, kurduğu sıcak ve ilginç evren, inşa ettiği derinlikli karakterler ve ilişkilerin yanı sıra duygusal olarak da hayli yoğun ve etkileyici. Ancak benim için “Luca”nın en ilgi çekici ve en özel yanı, Pixar’ın ilk gey aşk öyküsü olarak yorumlanmaya çok açık olmasıydı. Ben filmi böyle bir gözle izledim, burada da queer bir lensle filmin bütün öyküsünü baştan sona ele alacağım.

 

Filme queer bir gözle bakabilmek için öncelikle filmdeki “deniz canavarlığı”na, bir gey metaforu olarak bakmak lazım. Filmin başında Luca’nın küçük dünyasının yalnızca sualtından ibaret olduğunu, yüzeye çıkmasının ebeveynleri tarafından katı bir biçimde yasaklandığını görüyoruz. Bu yasağın sebebi, ebeveynlerinin, Luca’ya yüzeyde insanların zarar verebileceklerinden korkmaları. Bu hayli anlaşılır bir kaygı, çünkü insanlar için deniz canavarları korkutucu, iğrenç ve görülünce öldürülmesi gereken canlılar. Yüzeydeki insan dünyasını gerçek yaşamdaki “toplum” kavramıyla eşlersek, toplumun farklı olanı, öteki olanı, sıra dışı olanı canavarlaştırmaya olan merakının vurgulandığını rahatlıkla görebiliriz. Dolayısıyla insanların deniz canavarı korkusu, gerçek yaşamdaki toplumun homofobisi ile rahatlıkla eşlenebilir. LGBT çocuklara (ya da toplumun “normal” addettiğinin dışında herhangi bir özelliği olan çocuklara) sahip olan ebeveynlerin, çocuklarına karşı daha korumacı oldukları sıklıkla gözlemlenen bir durumdur. Bu korumacılık anlaşılabilir bir tutumdur aslında, çünkü farklı ve özel olan çocuklarının anlaşılmamasından ve bunun sonucu olarak da ötekileştirilmesi ve zarar görmesinden korkarlar ebeveynler. Luca’nın ebeveynleri de böyle bir korumacı tutuma sahip.

 

Ebeveynlerinin yasaklarına rağmen Luca yüzeye çıkıyor ve kendisi gibi deniz canavarı olan Alberto ile tanışıyor. Yüzeyde yaptığı önemli bir keşif de, sudan çıktığı ve karaya ayak bastığı andan itibaren artık bir deniz canavarı gibi değil, bir insan gibi görünüyor olduğu. İnsanların dünyasına insan görünümünde karışabilme şansı olduğunu fark ediyor yani, ki Alberto da bu yüzden uzun zamandır yüzeyde yaşıyor tek başına. Bu “kamufle” olabilme durumunu da yine açık yaşanmayan, gizli (closeted) eşcinsellik ile eşleyebiliriz. Homofobik, ötekileştirici, hatta sıklıkla tehditkâr bir toplumda birçok gey erkeğin “closeted” olarak yaşadığı, dış dünyaya sanki heteroseksüelmiş gibi bir izlenim verdiği bilinen bir gerçek. Deniz canavarlarının da insanların dünyasında insan gibi görünebilmeleri, bu “closeted” kalma durumunun bir metaforu olarak alınabilir. Yine de belirtelim ki Alberto karada, insanların dünyasında yaşasa bile aslında tam olarak insan kasabasında değil, küçük bir adada tek başına yaşıyor. Yani insanların dünyasının hem içinde, hem dışında. Heteronormatif bir toplumun hem parçası olan, hem de ona yabancı hisseden gey bir erkek gibi.

 

Luca’nın sualtı dünyasını ve ailesini geride bırakıp Alberto ile yüzeyde yeni bir yaşama başlaması, bir gey erkeğin korumacı aile yaşamını aşıp ilk aşkı bulması ile eşlenebilir. Bu romantik ve kişisel bir devrim, ama henüz adamakıllı bir kendini kabulleniş ya da açılış değil. Çünkü günün sonunda Luca ve Alberto adada yine kendi mikro-evrenlerini yaratıyorlar. Alberto’nun bir Vespa posteri var ve Luca’nın da çok ilgisini çekiyor bu. Sonra ikili birlikte bir Vespa inşa etmeye çalışıyorlar. Vespa’yı görür görmez hemen efsane romantik komedi “Roman Holiday”deki (1953) Audrey Hepburn ve Gregory Peck ikilisi geldi aklıma. Onlar da Roma’da bir Vespa ile gezi yapıyorlardı. Böyle ikonik bir romantik filmden ikonik bir nesneye referansta bulunarak film, Luca ile Alberto arasındaki ilişkinin muhtemel romantik doğasını daha da vurguluyor, ayrıca ikonik bir heteroseksüel aşk öyküsünü de queerleştiriyor. (“Roman Holiday”in posteri bir aşamada filmde bir duvara yapıştırılmış olarak da gösteriliyor.) Bir araç olarak Vespa aynı zamanda herhangi bir yere bağlı olmamanın, yalnızca iki kişi olarak sürekli hareket halinde olmanın, birlikte keşfetmenin büyüsünü ve mahremliğini de simgeliyor bence. Makro insan evreni içinde mikro bir gey çift evreni gibi yani.

 

Luca’nın yüzeye çıktığını öğrenen ebeveynleri, onu amcası ile denizin derinliklerine yollamayı planlıyorlar. Bu aşamada ebeveynlerin korumacılığı adamakıllı kısıtlayıcılığa ve baskıcılığa evriliyor. Bu yüzden Luca ve Alberto birlikte kaçarak insan kasabası Portorosso’ya gidiyorlar. Artık ne sualtının korumacı aile dünyası var, ne de Alberto’nun adasının sunduğu güvenli mikro-evren. Artık büsbütün insan dünyasına karışmak zorundalar. Kasabada Giulia adlı bir kızla tanışıyorlar. Giulia da normalde kasabada yaşamadığı, yalnızca yaz tatillerinde geldiği için kasabada “öteki” konumunda olan bir kız. Üçü birlikte bir yarışa katılmak için takım kuruyorlar ve Giulia bunu “mazlumların” (orijinal replikte “underdog”) dayanışması olarak niteliyor. Gey erkekler ile heteroseksüel kadınlar arasında kurulan sıkı dostluklar hayli klasik bir olgu zaten. Bunun da ötesinde mazlum/underdog kavramı üzerinden, toplumda ötekileştirilen ve zorbalığa uğrayan (yarıştaki rakibi Ercole’nin Giulia’ya yaptığı zorbalıklar) bireylerin birbirlerine tutunarak güçlü bağlar kurması olgusunu da vurguluyor film.

 

Ancak üçlü arasındaki ilişki ilerledikçe Alberto, Luca ve Giulia arasında gelişen bağı kıskanmaya başlıyor. En başından beri Luca ile olan ilişkisini “ikimiz dünyaya karşı tek” şeklinde konumlandıran Alberto, Luca’nın dünyayı daha geniş bir biçimde tanıma isteğine ve bir kızla kurduğu yakın ilişkiye tehdit gözüyle bakıyor. Gey bir ilişkiye heteroseksüel bir kadının dâhil olup “arabozucu” olması da birçok filmde kullanılmış bir klişedir. :) Alberto aslında Luca’nın, Giulia yoluyla toplumsal “normalliğe”, heteronormativiteye çekilmesinden korkuyordur belki. Ayrıca Alberto güvenli mikro-evrende daha kişisel bir ilişki isterken Luca makro-evrenin bir parçası olmayı, o evrenin dinamiklerini anlamayı (eğitim, bilim vs.) istiyor.

 

Luca ile Giulia arasındaki yakınlığı kıskanan ve bunu bir teste tabi tutmak isteyen Alberto, deniz canavarı olduğunu Giulia’ya gösteriyor. Alberto’nun gerçek formunu, gerçek kimliğini göstermesi, bir geyin “açılması” (coming out) olarak görülebilir. Giulia buna çok şaşırıyor, hatta biraz korkuyor da Alberto’dan. Luca ise bu aşamada yapabileceği en kötü şeyi yapıp, sanki kendisi de deniz canavarı değilmişçesine Alberto’nun değişimine şaşırır taklidi yapmakla kalmıyor, “Bir deniz canavarı!” diyerek onu fişliyor aynı zamanda. Bir gey ilişkide taraflardan birinin herkese açık bir biçimde yaşamak istemesi ile diğerinin gizli kalmak istemesinin travmatik çatışması, filmin en dramatik anlarından birini oluşturuyor böylece. Reddedilen Alberto yüzerek uzaklaşıyor. Ancak bundan çok kısa süre sonra Giulia, Luca’nın da aslında bir deniz canavarı olduğunu keşfediyor kazara. Böylece Luca, kendi kimliğini reddederek, -mış gibi yaparak sonsuza dek yaşayamayacağı gerçeğiyle yüzleşiyor. Bir gey erkeğin kimlik krizi ve sancılı “coming out” süreci metaforu…

 

Hatasını anlayan Luca yeniden Alberto’yu buluyor ve kendini affettirmeye çalışıyor. Alberto’nun babasının uzun zaman önce onu terk ettiğini öğreniyor. Birçok gey erkeğin, babaları tarafından reddedilmesinin bir metaforu olarak bakılabilir buna. Yapayalnız olan Alberto’nun kendisine neden bu kadar umutsuzca tutunmaya çalıştığını da daha iyi anlıyor Luca böylece. Kendisini affettirebilmek için yarışa tek başına katılmaya ve Vespa’yı almaya yetecek parayı kazanmaya karar veriyor. Yarış da hem heteronormatif dünyanın, hem de kapitalist sistemin acımasızlığının bir metaforu olarak görülebilir. Önceki yıllarda yarışın kazananının hep zorba, zalim ve ötekileştirici Ercole olması, yarışın haksız rekabete olanak sağlayan yanlarının olması bunu destekler nitelikte. Yani Luca, heteromormatif/kapitalist bir rekabet düzeninde yükselmeye azmeden gey/öteki olarak görülebilir. Ancak yarış sırasında yağmur yağmaya başlıyor ve yağmurun tenine değmesi, Luca’nın canavar kimliğinin ortaya çıkması riskini içeriyor. Yağmur da bahsettiğim heteronormatif/kapitalist rekabet düzeni içinde gey bireylerin daha dezavantajlı hale getirilmesinin bir metaforu olarak alınabilir. Ama aynı zamanda daha önemli bir şeyin metaforu bence: Kendini ne kadar reddetmeye, gizlemeye çalışırsan çalış, hayat bir gün bir şekilde kendinle yüzleşmeye ve kendini açığa vurmaya zorlar seni… Bu aşamada Alberto bir şemsiyeyle çıkageliyor: Açılmış olan gey erkek, gizli kalmaya kararlı olan gey erkeğin seçimine saygı duyuyor ve bir orta yolda buluşabilmiş oluyorlar şemsiye yoluyla. Ancak Ercole her ikisini de yere deviriyor ve ikisinin de deniz canavarı olduğu herkesin gözü önünde ortaya çıkıyor.

 

Alberto ve Luca’nın gerçek kimliklerinin ortaya çıkmasından sonra Ercole hem onları avlamaya çalışıyor, hem de kasabadaki diğer insanları buna azmettiriyor. Bu açıdan Ercole, toplumda nefret söylemleri üreten ve yayan, topluma karşı belirli grupları hedef gösteren ve bu gruplara karşı toplumu galeyana getirmeye çalışan bir çığırtkan, bir linç kültürü neferi olarak görülebilir. Ancak Giulia da Ercole’yi yere deviriyor ve onun planlarını alt üst ediyor. Yine ötekilerin dayanışması. Bu aşamada Giulia’nın babası Massimo, Luca ve Alberto’yu hem Ercole’ye hem de diğer balıkçılara karşı savunuyor. Ercole’nin linç kültürü neferliğine karşı Massimo da bir hoşgörü kültürü inşa ediyor yani. Bunun üzerine kasaba halkı zıpkınlarını yere indiriyor, hatta kasabada insan görünümünde gezen başka deniz canavarları da gerçek kimliklerini açık ediyorlar. Bunlar arasında, filmde ara ara gösterilen, sürekli dondurma yiyip birlikte gezen iki yaşlı kadın da var. Ne zaman gey ya da lezbiyen bir insan kimliğini açık etse bunu “olağanüstü”, “sıra dışı” bir şeymiş gibi karşılayan, “Böyle olgular bizim toplumumuzda bulunmaz.” gibi söylemler üretmeye çalışan, ya da LGBT kimliğini bir tür 21. yüzyıl “trendi” olarak yaftalayan dar görüşlü küçük toplumlara bir gönderme var burada. Luca ve Alberto ilk değildi, tek değildi. Öncesinde de onlar gibi insanlar bu toplumda hep vardı, içinizde yaşıyorlardı, sadece siz farkında değildiniz, çünkü açık olmalarına izin vermediniz. O yaşlı kadın çift ile bu genç erkek çift arasında paralellik kurarak film, LGBT kimliğinin zamansal ve mekânsal sınırlılığı algısını aşıyor. Kasaba Luca ve Alberto’yu kabulleniyor, ikili yarışı kazanıyor, ve Ercole’nin zorbalığı son buluyor.

 

Filmin sonunda Luca ve Alberto birbirlerine karşı daha derin bir anlayış kazanmış oluyorlar. Alberto’nun en büyük hayali bir Vespa olduğu için Luca yarış parası ile Vespa alıyor. Ancak Luca’nın en büyük hayali okula gitmek ve dünyayı keşfetmek olduğu için Alberto Vespa’yı satarak Luca’ya bir tren bileti alıyor. Birbirlerini çok sevmelerine ve birbirilerini artık bütünüyle anlamalarına rağmen, hayata dair beklentileri farklı olduğu için yollarının ayrılması gerekiyor: Bu bir bitiş ve veda değil aslında, sadece kendi yollarında ama birbirlerinin hayatlarına dâhil olarak yürümeye devam etmek. Luca Giulia ile trene biniyor ama ikisinin arasındaki ilişki net bir arkadaşlık, ve Alberto ile olan ilişkisinin bundan biraz daha fazlası olduğu gerçeği hala geçerli. Alberto ise Giulia’nın babası Massimo ile yaşamaya karar veriyor, ve kendisini reddedip giden babanın ardından sevecen bir baba figürüne kavuşmuş oluyor. Luca’nın ailesi de sonunda Luca’nın kendisi için çizdiği yolu kabulleniyorlar. Luca’nın büyükannesi filmin sonunda şöyle diyor: “Bazı insanlar onu asla kabul etmeyecekler. Ama bazıları da edecekler. Ve o, iyi olanları nasıl bulacağını biliyor gibi görünüyor.” Bu replikler aslında filmin nihai mesajını özetler nitelikte: Öteki olabilirsin, toplumdaki herkes tarafından kabul görmeyebilirsin, ama daima sevgiyi ve dostluğu bulabilir, kendi küçük evrenini kendin inşa edebilirsin.

 

EMRE KARA

Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)