Emin Alper’in yeni filmi “Kurak Günler”, Yanıklar adlı küçük bir yerleşim yerine atanan genç savcı Emre’nin, kasabaya gelmesinin ardından kendisini yerel politik entrikaların içinde bulmasıyla gelişen olayları ele alıyor. Kasabanın su sorununu çözmeye çalışırken jeolojik yapısını tahribata uğratan bir belediye başkanı, babasının pozisyonuna güvenerek kasabada borusunu öttüren oğlu, statükonun bir parçası olan bir hâkime, tecavüze uğrayan ve mental problemleri olan genç bir çingene kız, ve son olarak da muhalif bir gazeteci üzerinden bu mikro-kozmos içerisinde minik bir Türkiye politik iklimi alegorisi inşa etmeyi amaçlıyor film.
POLİTİK TEMALAR
Filmin değindiği çok gerçek, çok bizden politik temalar oldukça zengin: Politikacılar, kendi kişisel çıkarları için ülke toprağını ve vatandaşların güvenliğini/refahını tehlikeye atmaktan çekinmezler. Politik açıdan arkası güçlü olan insanlar, çeşitli suçlar işlemekten geri durmazlar, çünkü başlarının belaya girmeyeceğinden eminlerdir. Güç ve yetki sahibi olan, adalet ellerine teslim edilen insanlar çoğu zaman var olan düzene karşı çıkamaz ve kendilerini, onun istekli bir parçası ya da kurbanı olarak bulurlar. Fakir, korumasız, “öteki” olan insanlar daima sömürülür ve onlara yapılan sömürü karşısında toplum sesini çıkarmaz. Ezilenlerin sesi olmaya çalışan muhalif bireyler, politik güçler tarafından şeytana dönüştürülür. Kitleleri galeyana getirmek, onları yalanlara inandırmak çok kolaydır. Gerçek kötüler manipülatiftir ve halk kitlelerine kendi yarattıkları suni kötüler sunarak dikkatleri üzerlerinden atmayı kolaylıkla başarırlar. Bütün bu temaları ele alması, filmi gerçekten cesur kılıyor. Ancak benim için tatmin edici olmayı başaramayan yönlerine daha detaylı değinmek isterim.
KUİR TEMA?
Film, içerdiği kuir tema ile Türkiye’de yankı uyandırdı. Cannes’da da hem “Un Certain Regard” ödülü için, hem de “Queer Palm” ödülü için yarıştı. Heyhat, filmin net ve cesur bir biçimde kuir bir yanı olduğunu söylemek çok zor. Politik temalar açısından gösterdiği cesareti, kuir tema açısından gösterebildiğini asla düşünmüyorum. Günün sonunda Türkiye gibi Ortadoğulu bir ülkede sanırım yerleşik cinsiyet kodları/normları üzerine aykırı söylem üretmek, iktidar/güç kavramları üzerine muhalif söylem üretmekten çok daha tehlikeli ve korkulan bir şey olarak görülüyor. Savcı Emre karakteri ile gazeteci Murat karakteri arasında bir tür cinsel gerilim inşa ediliyor, ama bu neredeyse yok sayılabilecek (ya da zor bir durumda reddedilebilecek?) kadar belli belirsiz bir biçimde yapılıyor. Üstelik söz konusu çekimin, birbirine doğru romantik/cinsel anlamda ve karşılıklı olarak çekilen iki erkek şeklinde değil de çok daha karanlık ve tehlikeli bir şey olarak inşa edildiğini görüyoruz. Murat karakteri tekinsiz, manipülatif, plancı, hatta belki içten pazarlıklı bir karakter olarak resmedilirken Emre karakteri daha naif ve manipüle edilen, dış etkilere istemsizce “kapılan” bir karakter olarak inşa ediliyor. Şefkat ve sevgi gibi pozitif duygular üzerinden değil de av-avcı, etkileyen-etkilenen, plancı-naif gibi güç dinamikleri üzerinden inşa edilen bu kuir gerilimin ne kadar kuir-pozitif olabileceğini siz düşünün… Filmi izleyen ortalama bir Türkiye izleyicinin, Murat karakteriyle ilgili olarak “Vay hileci ibne!” falan diye düşüneceğine eminim. Şefkatli, tehlike tınısı içermeyen, birbirleriyle savaşmak yerine topluma karşı birlikte durabilen bir kuir çift resmetmeye cesaret edememiş bence film. Murat’ı böylesine tekinsiz bir karakter olarak inşa etmesi de, kuir tema ele almasına karşın yapılan bir “özür” gibi adeta. “Tamam yaptık ama bakın yüceltmedik, olumlamadık.” gibi korkak bir duruş. Murat’ın banyoda Emre’nin kapatmaya çalıştığı kapıyı zorladığı, eliyle Emre’nin boynunu boğarcasına kavradığı, gölde birden delirip onu boğmaya çalıştığı sahnelerde göz devirdim ben açıkçası. Üstelik film, Emre’nin sarhoş ve bilinçsiz olduğu o olaylı gecede onu evine götüren Murat’ın, Emre’ye cinsel anlamda yaklaşmış olma ihtimaline bile açık kapı bırakıyor. (Duşta onu soyuyor. Emre, ertesi sabah Murat’ın evinde boynunda gizemli bir “hickie” ile uyanıyor.) Bakın, bir filmde kuir bir karakter var diye o ille de tatlı ve sevimli bir karakter olarak sunulmak zorunda demiyorum. Ancak Türkiye sineması gibi nadiren bir kuir karakter görebildiğimiz bir sinemada, ihtiyacımız olan kuir portresi bu mu, düşünelim bakalım…
BELİRSİZLİK
Suç/gizem/gerilim türlerini harmanlayan film, belirsizlik kavramından oldukça besleniyor. Bu, film boyunca ilginizin uyanık kalmasını, kafanızda soru işaretleriyle cebelleşmenizi sağlayan hoş bir teknik, ancak film sonunda, hem de böylesi ciddi temaları ele alan bir film sonunda, soru işaretlerinin cevaplanmasını istiyorsunuz. Ancak film, bunu yapmayı reddediyor. Burada kast ettiğim, bir seyirci olarak “katarsis” yaşama ihtiyacı gibi basit bir şey değil. Bence bu, filmin sahip olduğu etik bir sorumluluk. Film, güç/iktidar kavramı üzerinden gerçekleştirilen kötülüklere parmak basıyor, ancak finalinde belirsizlikleri koruyarak adeta şöyle diyor: “Herkes potansiyel bir kötü olabilir. Çünkü her insan özünde kötüdür. Dünya berbat bir yerdir.” Tamam, anlıyoruz da senin esas meselen bu mu kardeşim? Böylesi evrensel bir nihilizme ve mizantropiye varırken, aynı zamanda sorguladığı o güçle ilişkili suçların ve günahların da içini boşaltmış oluyor. Durum tam olarak şöyle: Belediye başkanının oğlu, arkasındaki güce güvenerek her istediğini yapan biri, ama bak, günün sonunda tecavüz eden o olmayabilir, çünkü bu belirsiz! Savcı, yolsuzluklar gördüğü bir dünyada kendince adaleti sağlamaya çalışan biri, ama bak, o da tecavüzcü olabilir, bu belirsiz! Gazeteci, iktidara karşı durma cesaretini gösterebilen, onurlu, aykırı, muhalif bir tip, ama bir dakika, o da potansiyel bir tecavüzcü olabilir, bu da belirsiz!
Bu kadar belirsizlik içinde film nihayetinde cesur bir politik söylem yapmayı başaramıyor. Kötüye kötü, karaya kara diyemiyor. Onun yerine “Eh canım, herkes zaten potansiyel bir kötü, herkes biraz kara.” gibi kulağa çok entelektüel ve şiirsel gelen, ancak reel ve pratik yaşamda var olan hiçbir güç dengesine o kadar da dokunmayan, o kadar da güçlü, cesur ve önemli bir söylem üretmeyen bir tür romantik nihilizme teslim olmayı tercih ediyor. “Gerçek elle tutulamaz, kaygandır. Herkesin farklı bir gerçek versiyonu vardır. Bunların hangisinin objektif gerçeklik olduğunu saptamak imkansızdır.” falan gibi post-modern bir gerçeklik algısı sunabilmek adına, reel politik söylemlerinin hepsini feda ediyor ve önemsizleştiriyor. Şu örnek yeterli olacaktır: Filmin sonunda Emre ve Murat, galeyana gelmiş o kitleden kaçarken, “Belki de şu an iki tecavüzcüyü kovalıyor o kitle.” diye düşünüyorsunuz teknik olarak, düşünmek zorundasınız, çünkü film asla aksini iddia etmedi. Belki o gece Emre çingene kıza tecavüz etti, Murat da onu alıp evine götürüp ona tecavüz etti?
Yahu tamam en nihilist sizsiniz, en mizantropik sizsiniz, en post-modern sizsiniz, karakterlerinin hepsine en eşit mesafede durabilen, romantik taraf tutmaların en üzerinde olabilen sizsiniz. Tamam da bunu gözümüze sokarken, içinde yaşadığımız toplumun son derece reel problemleri üzerine ne söylemiş oldunuz? İktidar üzerine, tecavüz üzerine, örtbas üzerine, linç kültürü üzerine, homofobi üzerine ne söylemiş oldunuz? Kesin ve net bir dille ne söylemiş oldunuz? Maalesef pek bir şey değil. Belirsizlikten duyduğum rahatsızlık tamamen bundan kaynaklı. Politik ve etik bir kaygıdan kaynaklanıyor yani, klasik “serim-düğüm-çözüm” anlatı iskeletinde “çözüm”süz kaldığım için değil. Çözümsüz kalan şey benim zihnimden çok, ortaya atılan sorunlar. Belirsizlik sayesinde, cesur bir politik söylemden mahrum bırakılmışlar çünkü.
EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları
saklıdır.