6 Kasım 2015 Cuma

ANTICHRIST YA DA ANTİFEMİNİZM - SEMA BOZBEY

I. “Chaos reigns.”



Kaos ya da khaos kelime itibariyle dilimizde “boş uzam, boşluk, uçurum” anlamına gelir. Yunan mitolojisinde ise Khaos en başta evrende var olan bir boşluk durumudur. Erktir ve kendi kendinden Gaia’yı (toprak ana) oluşturmuştur. Gaia ve Khaos ise birleşerek Uranus’u (gökyüzü) oluştururlar ve Yunan mitolojisinde bu kaostan kosmosa, yani boşluktan düzene geçişi sembolize eder.

II.

Kadın’ın doğayla bir bütün olduğu birçok mistik öğretide ve gelenekte varlığını sürdüren bilindik bir hikâyedir. Peki kadınla doğa arasındaki bağlantı, ne derecede önemlidir? Kadının üretken ve doğurgan olması, her ay düzenli bir şekilde bedeninin yenilenmesi (period, adet, regl), memeli canlılarda annelik hissinin sonradan kazanılan bir duygu değil, doğuştan gelen bir içgüdü olması bunlara örnek gösterilebilir.

Burada aklıma bahsedilen film, yani Antichrist’ten gelen repliği hemen iliştirmek istiyorum.



“Doğa şeytanın mabedidir.”

Peki şeytan kimdir?

Burada ekofeminizm ve ataerkilliğin doğa üzerinde yaptığı tahribattan söz etmekte büyük fayda var.

Ekofeminizm, 70’li yılların kadın çevrelerinde ortaya çıkan bir görüş. Doğanın erkek şiddetinden ve tahakkümünden kurtulmasının yolunun kadın direnişinde yattığını savunan bir grup kadın, kadın ve doğanın birlikte özgürleşeceğine inanıp, doğayı kapitalist erkek sisteminden kurtarmak için konferanslar veriyor ve aktivist çalışmalar yapıyorlar.

III.

Antichrist filminin ilk sahnesinde cinsel birleşme esnasında çocuğunun camdan düşmek üzere olduğunu gören ve çocuğuna müdahale etmeyen bir anne vardır. Bir de tabii ki bundan hiç haberi olmayan baba. Filmde kadını “şehvet düşkünü” ya da “umursamaz” gösteren yegâne sahne budur. Amma velakin yönetmenimiz filmin ilerleyen dakikalarına seyirciye açık kapı bırakacak bir unsur yerleştirmiştir bile. Eski fotoğraflara bakan baba, çocuğuna ayakkabılarının sürekli ters giydirildiğini görür. Kadın, kendine yüklenen anne sorumluluğunu tümüyle kabul etmektense babanın da çocuk üzerinde bir sorumluluk sahibi olmasını ister. Ayakkabılarını sürekli ters giydirerek bilinçaltında kendini sürekli fark ettirme çabasındadır.

Filmin ilerleyen dakikalarında her zaman kadın cinselliğinin acı ve problem getirdiği, kadın şehvetinin zarar verici bir unsur olduğu seyirciye aktarılır. Burada Dücane Cündioğlu’nun “teolojik edebiyat” adlı yazısında kadın cinselliği ile ilgili söylediklerini hatırlamakta fayda var:

“Üreme eylemi ile bu eylemden alınan haz arasındaki bağlantıyı açıklamak bakımından klasik tıbla modern tıb arasında çok köklü bir karşıtlık vardır. Kadın cinselliği bu karşıtlığın tam ortasındadır. Galen'le birlikte klasik tıb, kadının haz almaması halinde üremenin gerçekleşemeyeceğine inanıyordu. Modern tıb ise, erkeğin tam da aksine, kadın cinselliğinde üreme ile cinsel haz arasında hiçbir alâka görmez. Yani kadının üremek için hazza ihtiyacı yoktur. Ama zavallı erkeğin vardır.

Antichrist'teki kadın (modern kadın), üremeyi değil, salt zevki seçtiği için "göz göre göre" yavrusunu (geleceği) kaybetti; sonra da kendisini (şimdi'yi)...”

Lars von Trier de Dücane Cündioğlu gibi, kadın cinselliğinin haz olmadan daha yalın ve daha “zararsız” olduğunu düşünüyor olmalı. Zira kadın üremesinin haz olmadan da var olacağı düşüncesini özellikle belirterek erkeği “zavallı” göstermek bir çeşit manipülasyondur. Bunu yüzyıllardır kadın üremesinin haz olamadan da gerçekleşebildiğini bilen erkeklerin nasıl kullandıklarına, kadına nasıl psikolojik/cinsel şiddet uyguladıklarına bakıldığında, yönetmenimize ve yazarımıza “zavallı” olanın hangi taraf olduğunu tekrar düşünmelerini önermekte fayda var. Cinsellikte kadının haz almadığı birleşmelerin, doğacak çocuğun cinsiyetinin erkek olmasında büyük etken olduğu ve bunun erkek tarafından eril topluluklarda kullanıldığı da pek bilinen bir rivayet değil?

Ayrıca Dücane Cündioğlu’na göre doğurganlık sahibi kadın üremek için yegâne üretime sahip olduğu için sanat ve edebiyat gibi üretken alanlara dokunup erkeğin sınırlı olarak kullandığı alanını elinden almamalıdır. Bunu ifade ediş şeklini ise “modern kadın” ile “anne” ayrımı yaparak yapmıştır. Hatta “annenin” anne olmak için cinsel hazza bile ihtiyacı olmadığını belirterek sözümona kadının haz almadığı cinselliği yüceltmiştir.

Lars von Trier’in de filmde yaptığı aynı şeydir. “Modern kadın” ve “anne” ayrımı yapmak. Hatta kadının anne olabilmek için hazlardan arındırılmış olması gerektiği yanılgısına düşmek.

Eğer bir kadın doğa ise yani doğurgan ise, bu ister hazla, ister haz olmadan olsun doğurgandır. Ve “şeytanın mabedinden” kadını ayıracak olan hiçbir şey yoktur. Haz almadan gerçekleştirilen üreme eylemi bile.

IV.

Kadının doğayla bir görülmesi Tanrı ve Doğa’nın karşıtlığından çıkar. Bunu Nietzsche şöyle ifade eder:

"Doğa kavramı, Tanrı'nın karşıt-kavramı olarak tayin edilince, doğa sözcüğünün kötücül anlamına gelmesi artık kaçınılmazdı.”

Bu tip yargılar bilinçaltında Tanrı’yı eril bir cinsiyete hapsetmiş olan düşünceler için mantıklı olabilir. Örneğin yukarıda bahsedilen Yunan mitolojisi örneği gibi. Hatırlarsak, erk olan Khaos kendinden dişil olan Gaia’yı oluşturup onunla birleşiyordu ve Uranus’u oluşturuyorlardı. Bu da boşluktan düzene geçişi sembolize ediyordu. Yani düzenin gelişi dişille (doğayla, doğurganla) mümkün olabiliyordu. İnsanoğlu kadını doğa ile eş gördüğünde erkek bunu kendisine karşıt olarak algılıyorsa bunun tek bir nedeni vardır: O da bilinçaltının oluşturduğu Tanrı algısının erkek olmasıdır.

Erkek bilinci güç istencinin ya da iktidar kaygısının getirdiği düşünce ile, kendini Tanrı’yla bir etmek, Tanrı’yla bir olmak ve onun yerine geçmek ister. Bir nevi en güçlü olmak. Bu bilince sahip olan eril, kendini doğaya (kendisi Tanrı olduğu için) ve kadına karşı olma sorumluluğunda hisseder. Çünkü onun erili Tanrı’dır yani kendisidir.

Antichrist filminde ise yönetmen, eril olan Tanrı’sına karşı olan doğayı yani kadını elinden geldiğince karşısına almıştır. Kadının üzerine yüklenen anne rolünün diğer her şeyden daha üstün olduğu ve babanın böyle bir sorumluluğunun bile olmadığı açıkça belirtilmiştir. Aylar öncesinden çocuğunun ayakkabılarının ters giydirilmiş olduğunu bile fark edemeyecek ilgisizlikteki baba, birden ilgili olmaya başlamıştır - ki çocuğunun ölümünden kendini sorumlu tutan anneyi sırf kendi akademik birikimine katkı sağlaması amacıyla terapi etmeye, açıkçası kullanmaya başlamıştır.

Kadın kahramanımız filmin son sahnesine kadar erkeğin ilgisine dâhil olmak istemiş, hatta onu kaybetme korkusuyla bacağına bir demir saplayarak çekip gitmesine bile engel olabileceğini düşünmüştür.

Fakat filmin sonunda görülür ki çocuğun ölümünden vicdan azabı duyan sadece kadındır ve bunun “tek” sorumlusu olan klitorisini keserek kendini cezalandırır. Erkek ise yapabildiği en iyi işi yapmaya çalışıp çekip gidecektir fakat üzerine doğru gelen kadın sürüsüne şahit oluruz. Bu ise filmin en manidar, en çarpıcı kısmıdır. Erkek kahramanımız ne kadar kaçarsa kaçsın baş etmesi gereken milyonlarca kadın vardır.

Filmde kadının özellikle cadılarla ve kadın cinayetleriyle ilgileniyor oluşunun ise Dücane Cündioğlu’nun da yaptığı “modern kadın” ve “anne” ayrımına bir gönderme olduğunu düşünüyorum. “Erkeklerin yapabildiğini yapan kadınlar, (filmde akademik araştırma ya da kültürel konularda analiz) anne rolünden uzaklaşıp haz ya da şehvetlerini daha çok önemseme çukuruna düşmeye mahkûmdur.” fikrinin verildiği açıkça görülüyor.

Filmde kadın karakteri doğayla özdeşleştirmek belki yanlış olmayabilir ama Nietzsche gibi kadın olan doğanın Tanrı’ya karşı olduğunu savunmak, bilinçaltında Tanrı’yı bir cinsiyete hapsetmiş olan ya da en baştan Tanrı’yı erkek olarak kabul eden inanışlar için geçerli olabilir. Ama bana göre “doğmamıştır, doğrulmamıştır” diyen bir inanışı benimseyip doğaya karşıt olduğunu savunmak ve doğanın da kadın olduğunu söylemek kendiyle çelişen bir ifadedir.

SEMA BOZBEY

05.11.2015

1 Kasım 2015 Pazar

GODARD & KARINA - EMRE KARA



















Jean-Luc Godard Fransız Yeni Dalgası'nın en önemli yönetmenlerinden biridir, Anna Karina ise yine bu akımın en ünlü yüzlerinden, çünkü kendisi Godard'ın ilham perisi, bir numaralı yıldızı, birçok filminin başrol kadını olmuştur. İkilinin romantik ve sinemasal öykülerine bir göz atalım.

- Karina, Godard’ın “Breathless” (1960) filminde figüranlık için başvuruda bulunur ama oynayacağı sahnede çıplak olması gerektiği için rolü reddeder. İkilinin tanışması bu şekilde gerçekleşmiş olur.

- Bir yıl sonra, 1961'de evlenirler. Ikilinin arasında 10 yaş vardır. Her ikisinin de ilk evliliğidir.


















- Aynı yıl birlikte “A Woman is a Woman” filmini çekerler. Bu film Godard’ın ikinci uzun metraj filmidir. Anna Karina’nın ise ilk filmi.


























- 1962’de birlikte Godard’ın üçüncü uzun metrajı olan “My Life to Live” filmini yaparlar.



















- 1963’te “Le Petit Soldat” filmini yaparlar, Godard’ın dördüncü uzun metrajı.

- 1964'te kendi film şirketlerini kurarlar: Anouchka Films. Aynı yıl birlikte “Band of Outsiders” filmini yaparlar.

- 1965'te “Alphaville” ve "Pierrot le Fou" filmlerinde birlikte çalışırlar.

































- 1966’da “Made in U.S.A.” filmi gelir. İkilinin birlikte yaptıkları son film bu olur.

- 1967’de ayrılırlar. Boşanmaları sonrası Karina üç farklı adamla evlenir, ki bunlardan sonuncusuyla hala evli. Godard ise iki farklı kadınla evlenir, ki ikincisiyle hala evli. Godard’ın evlendiği diğer kadınların da adları Anne.

ANNA KARINA’DAN JEAN-LUC GODARD ÜZERİNE SÖZLER
Bazı insanların senaryoları, senaryoları ve bir sürü senaryoları vardır, ve onları sürekli değiştirirler. Jean-Luc Godard’ın senaryoları yoktu ama her şey kalbinde ve beyninde yazılıydı. Size öyle bir şekilde açıklardı ki çekimden beş dakika önce diyalog elinize geçmiş olsa bile bir fikriniz olurdu, çünkü bir şeyleri size açıklamaya ve haraketleri sizinle birlikte yapmaya zaman ayırırdı. Hep çok fazla prova yapardık.


Jean-Luc Godard şöyle derdi: “Anlamıyor musun, bir insan işe gidiyorsa günde en az sekiz saat çalışacaktır. Neden gününün sekiz saatini aynanın karşısında kendini, yaptığın işi, ne kadar saçma ya da ne kadar iyi ya da ne kadar aptal olabileceğini ve bu gibi şeyleri görmek için çalışmaya ayırmıyorsun?” Elbette hepimizin bunu her gün yapmamız gerektiği konusunda haklıydı, çalışmıyorken bile, çünkü sonuçta herkes günde sekiz saat çalışıyor.

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde.