24 Aralık 2017 Pazar

STAR WARS: THE LAST JEDI (2017) - EMRE KARA



“The Last Jedi”, yeni Star Wars üçlemesinin ikinci ayağı, serinin ise sekizinci filmi. Yönetmenliğini, ilk olarak “Birck” (2005) adlı neo-noir filmiyle dikkatleri üzerine çeken, “Looper” (2012) ile bilimkurgu türüne giren Rian Johnson yapıyor, senaryo da yine kendisine ait.

Film, bir önceki filmin üzerine neler katıyor, buna bakalım. Öncelikle yeni bazı karakterler var. Kelly Marie Tran’in oynadığı Rose Tico, Laura Dern’in oynadığı Vice Admiral Holdo, Benicio Del Toro’nun oynadığı DJ gibi. Ayrıca “The Force Awakens”ta görmediğimiz Yoda, bu filmde kısa bir sahnede görünmekte.

Film temel olarak “First Order” ile “Resistance” arasındaki kedi-fare oyununu ele alıyor. Direniş ofansif olmaktan çok defansif bir halde. Senaryoyu yürüten en önemli öykü elementleri olarak Rey ile Luke Skywalker arasında gelişen usta-öğrenci ilişkisi, Kylo Ren’in içsel dualitesi ve Rey ile oluşturduğu kontrast sayılabilir. Filmi güçlü yapan şeyler de bunlar kanımca.

Rey ile Luke arasındaki ilişki, zamanında Luke ile Yoda arasında olan ilişkinin hoş bir yeniden yaratılışı gibi. Ben Solo’yu (Kylo Ren’i) bir Jedi olarak yetiştirirken işlerin ters gitmesi sonucu Luke bir hayal kırıklığına uğramış ve tüm bunlardan elini eteğini çekip münzevi bir hayat yaşamaya başlamış durumda. “Jedi’ın bitme zamanı geldi.” diyor. Fakat Yoda’nın hayaleti Luke’a “Başarısızlık en büyük öğretmendir.” diyor. Luke’un Rey’e güvenmesi, ona Jedi eğitimi vermesi gerekiyor. Rey de bu konuda onu cesaretlendiriyor: “Sen Kylo’yu kaybetmedin, o seni kaybetti. Ben aynısını yapmayacağım.” diyor. Luke, daha önce Ben Solo’da gördüğü potansiyeli Rey’de görebiliyor. Zaten bir aşamada Luke, Kylo’ya “Son Jedi ben olmayacağım.” diyerek filmin adıyla güzelce çelişen ve geleceğin sinyallerini veren hoş bir laf ediyor. Rey-Luke ikilisi arasındaki diyaloglarda Jedi’lığın ne olup ne olmadığı, ne anlama geldiği, tarihsel mirası, Güç (Force) kavramı üzerine felsefi notlar var. Filmde en sevdiğim diyalog ikisi arasında şu şekilde geçiyor:

- Ne görüyorsun?
- Ada. Yaşam. Ölüm ve çürüme, yeni yaşamı besleyen. Sıcaklık. Soğuk. Huzur. Şiddet.
- Ve tüm bunların arasında?
- Denge ve enerji. Güç.
- Ve kendi içinde?
- Benim içimde de aynı güç.

Kylo Ren karakteri bu filmle tek tiplikten uzaklaştırılıyor ve karaktere hayli etkili bir derinlik, “grilik” katılıyor. Kylo, Rey’e şöyle diyor: “Bırak geçmişi ölsün. Eğer zorunda kalırsan kendin öldür. Olman gereken kişi olabilmenin tek yolu budur.” Kylo ile Rey arasında hem tuhaf bir çekim, hem ölesiye bir gerilim var. İkisi de zaman zaman birbirlerini kendi taraflarına çekmeye çalışıyorlar, davette bulunuyorlar. Kylo Rey’e “Sen bir hiçsin, ama benim için öyle değil.” diyor. Bir başka diyalogda Kylo Rey’e “Yalnız değilsin.” diyor, Rey de “Sen de öyle.” diye cevap veriyor. Acaba ikisinden biri diğerine tav olacak mı sorusu, filmin önemli gizem elementlerinden birini oluşturuyor.

Filmi önemli yapan bir başka detay, Leia karakterine bir veda oluşu. Carrie Fisher 2016 Aralık’ında öldüğü için onu göreceğimiz son Star Wars filmi bu olacak. Film zaten “in loving memory of our princess” şeklinde zarif bir ifadeyle kendisine adanmış, ayrıca kendisinin yer aldığı hiçbir sahne filmden kesilmemiş. Üstelik yönetmen Johnson, Fisher’ın senaryo yazımına da yardım ettiğini belirtmiş.

Peki bundan sonrasında seride neler olacak? Üçlemenin son filmi yani “Episode IX” 2019’da çıkacak ve henüz bir isme sahip değil. Yapımcılar Rian Johnson’a bu filmi de yönetme teklifinde bulunmuşlar ancak Johnson reddetmiş. “The Force Awakens”ı yöneten J.J. Abrams, üçlemenin son filmini de yönetecek. (Öte yandan Rian Johnson, Star Wars evreninde geçen kendisine ait yeni bir üçleme yapmak için yapımcılarla anlaşmış.)

2018’de “Solo: A Star Wars Story” filmi çıkacak. Bu film, “Rogue One”dan (2016) sonra ikinci Star Wars spin-off filmi olacak. Yönetmenliğini Ron Howard’ın yaptığı filmin senaryosu da Lawrence Kasdan ve oğlu Jon Kasdan tarafından yazılmış. Film Han Solo ve Chewbacca’nın direnişe katılmadan önceki maceralarını ele alacak. Han Solo rolünü Harrison Ford’dan devralan isim Alden Ehrenreich. Orijinal üçlemenin son iki filminde Billy Dee Williams’ın oynadığı Lando Calrissian karakterini ise bu filmde Donald Glover oynayacak.

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

22 Kasım 2017 Çarşamba

1980 VE SONRASINDA DOĞMUŞ EN İYİ OYUNCULAR - EMRE KARA

Tüm zamanların en iyi oyuncuları temasına sahip birçok liste okumuşuzdur ve en üstlerde yer alan oyuncuları artık hepimiz az çok tahmin edebiliriz. Peki günümüz sinemasının en iyi genç oyuncuları kimler? Sinemada kaliteli oyunculuk bayrağını şu sıralar kimler taşıyor? Hangi isimler 21. yüzyıl sinemasının büyük starları olarak tarihe geçmeye adaylar?

Üzerinde çok uğraştığım bir listeyle yine karşınızdayım. Seçtiğim oyuncular birçok aday arasından incelikle seçildi. Oyuncuların filmografilerini, oynadıkları rollerin çeşitliliklerini ve zenginliklerini göz önünde bulundurarak 13 isimlik bu listeyi hazırladım. Seçtiğim isimler şu şekilde:

13. SHIA LaBEOUF


LaBeouf oyunculuğa küçük yaşta başladı. Holes (2003), I, Robot (2004), The Greatest Game Ever Played (2005), A Guide to Recognizing Your Saints (2006), Bobby (2006), Transformers (2007) 7.1, Lawless (2012), Nymphomaniac: Vol. I (2013), Fury (2014) ve American Honey (2016) gibi önemli filmlerde rol aldı. 2008 yılında BAFTA yükselen yıldız ödülünü aldı.

12. CAREY MULLIGAN



İngiliz oyuncu Mulligan Pride & Prejudice (2005), Public Enemies (2009), Brothers (2009), An Education (2009), Never Let Me Go (2010), Drive (2011), Shame (2011), The Great Gatsby (2013), Inside Llewyn Davis (2013) ve Far from the Madding Crowd (2015) gibi önemli filmlerde rol aldı. "An Education"daki performansı için BAFTA ödülü kazandı ve Altın Küre ile Oscar'a aday oldu.

11. PAUL DANO



Dano, Little Miss Sunshine (2006), There Will Be Blood (2007), Looper (2012), Ruby Sparks (2012), Prisoners (2013), 12 Years a Slave (2013), Love & Mercy (2014), Youth (2015), Swiss Army Man (2016) ve Okja (2017) gibi filmlerde rol aldı. "There Will Be Blood"daki rolü için BAFTA ödülüne, "Love & Mercy"deki rolü için Altın Küre'ye aday oldu.

10. JONAH HILL



Hill ilk olarak The 40 Year Old Virgin (2005), Grandma’s Boy (2006), Superbad (2007), Knocked Up (2007) ve Forgetting Sarah Marshall (2008) gibi bir dizi komedi filminde rol aldı. Sonra Moneyball (2011) ve Django Unchained (2012) filmlerinde komedi dışı rollerde görüldü. 21 Jump Street (2012) ve 22 Jump Street (2014) filmlerinde Channing Tatum ile başrolü paylaştı. The Wolf of Wall Street (2013) filminde Jordan Belfort'un en yakın arkadaşı rolüyle yeteneğini daha da iyi kanıtladı. Yakın zamanda Miles Teller ile War Dogs (2016) filmine oynadı. “Moneyball” ve “The Wolf of Wall Street” için iki kez Oscar'a aday oldu. "Moneyball" için Altın Küre ve BAFTA ödülüne de aday oldu. "War Dogs" için de Altın Küre'ye aday oldu.

9. ELIJAH WOOD



Wood en çok “The Lord of the Rings” üçlemesindeki (2001-2003) Frodo rolüyle tanınsa da bu rolden önce zaten ünlüydü. İlk filmleri arasında Back to the Future Part II (1989) ve The Ice Storm (1997) yer alıyor. Daha sonra Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2004), Sin City (2005), Green Street Hooligans (2005), Everything is Illuminated (2005), Paris, I Love You (2006), Bobby (2006), I Don’t Feel at Home in This World Anymore (2017) gibi önemli filmlerde rol aldı.

8. MICHELLE WILLIAMS




Williams, The Station Agent (2003), The United States of Leland (2003), Brokeback Mountain (2005), I’m Not There (2007), Synecdoche, New York (2008), Wendy and Lucy (2008), Shutter Island (2010), Blue Valentine (2010), My Week with Marilyn (2011) ve Manchester by the Sea (2016) gibi önemli filmlerde rol aldı. Dört rolü için hem Oscar'a hem Altın Küre'ye aday gösterildi: “Brokeback Mountain” ve “Manchester by the Sea” için yardımcı kadın oyuncu dalında, Blue Valentine” ve “My Week with Marilyn” için başrol kadın oyuncu dalında. Marilyn rolü için Altın Küre'yi kazandı. Ayrıca kendisinin dört BAFTA adaylığı var.

7. SCARLETT JOHANSSON




Hem güzelliği hem yeteneğiyle ünlü olan Johansson Ghost World (2001), The Man Who Wasn’t There (2001), Lost in Translation (2003), Girl with a Pearl Earring (2003), A Love Song for Bobby Long (2004), Match Point (2005), The Prestige (2006), Vicky Cristina Barcelona (2008) gibi filmlerde rol aldı. Iron Man 2 (2010), The Avengers (2012), Captain America: The Winter Soldier (2014), Avengers: Age of Ultron (2015), Captain America: Civil War (2016) filmlerindeki Black Widow rolüyle Marvel sinema evrenine girdi. Diğer önemli filmleri arasında We Bought a Zoo (2011) ve Chef (2014) yer alıyor. Dört kere Altın Küre'ye aday gösterildi ve bunlardan ikisi aynı yılda, 2004'te oldu; “Lost in Translation” ve “Girl with a Pearl Earring” filmleri için. Bu iki film için BAFTA ödülüne de aday oldu ve "Lost in Translation" ile bu ödülü kazandı.

6. JENA MALONE



Malone, Contact (1997), Donnie Darko (2001), Life as a House (2001), The Dangerous Lives of Altar Boys (2002), Cold Mountain (2003), The United States of Leland (2003), Pride & Prejudice (2005), Into the Wild (2007), The Messenger (2009), The Hunger Games: Catching Fire (2013) ve Nocturnal Animals (2016) gibi filmlerde rol aldı.

5. DOMHNALL GLEESON



İrlandalı oyuncu Brian Gleeson'ın oğlu olan Domhnall, Never Let Me Go (2010), Harry Potter and the Deathly Hallows: Part 1-2 (2010, 2011), True Grit (2010), Dredd (2012), About Time (2013), Ex Machina (2014), Unbroken (2014), Frank (2014), Calvary (2014), Star Wars: Episode VII – The Force Awakens (2015), The Revenant (2015), Brooklyn (2015), American Made (2017) ve Mother! (2017) gibi filmlerde rol aldı.

4. NATALIE PORTMAN



Portman Leon (1994) filmindeki ilk rolüyle direk ikonik olmayı başardı. Bu, müthiş bir kariyerin yalnızca başıydı. Devamında Heat (1995), Beautiful Girls (1996), Cold Mountain (2003), Closer (2004), Garden State (2004), V for Vendetta (2005), Star Wars: Episode III – Revenge of the Sith (2005), Paris, je t’aime (2006), The Darjeeling Limited (2007), Brothers (2009), Black Swan (2010), Hesher (2010), Thor & Thor: The Dark World (2011, 2013) gibi filmler geldi. "Black Swan"daki rolüyle en iyi kadın oyuncu Oscar'ını aldığı zaman 1980'lerde doğmuş oyuncular arasında bu ödüle layık görülen ilk kadın oyuncu oldu. Bu rol için Altın Küre ve BAFTA ödülü de kazandı. "Closer"daki rolü için Altın Küre kazandı, Oscar ve BAFTA'ya aday oldu. "Jackie" için Oscar'a, Altın Küre'ye ve BAFTA'ya aday oldu.

3. JOSEPH GORDON-LEVITT



Gordon-Levitt, A River Runs Through It (1992), 10 Things I Hate About You (1999), Latter Days (2003), Mysterious Skin (2004), Brick (2005), The Lookout (2007), (500) Days of Summer (2009), Inception (2010), Hesher (2010), 50/50 (2011), The Dark Knight Rises (2012), Looper (2012), Lincoln (2012), The Walk (2015) ve Snowden (2016) gibi filmlerde rol aldı. “(500) Days of Summer” ve “50/50” filmleri için Altın Küre'ye aday oldu.

2. JAKE GYLLENHAAL



Gyllenhaal yetenekli bir aileden geliyor zira ebeveynleri ve ablası Maggie de film endüstrisindeler. İlk olarak October Sky (1999) filmiyle dikkatleri üstüne çekti, ardından kült film Donnie Darko (2001) geldi. Brokeback Mountain (2005) filminde bir gey rolü oynadı. Sonrasında Jarhead (2005), Zodiac (2007), Brothers (2009), Source Code (2011), End of Watch (2012), Prisoners (2013), Nightcrawler (2014), Southpaw (2015), Everest (2015), Demolition (2015), Nocturnal Animals (2016) ve Okja (2017) gibi birçok başarılı film geldi. "Brokeback Mountain" için Oscar'a aday oldu ve BAFTA ödülü kazandı. "Nightcrawler" için Altın Küre ve BAFTA'ya aday oldu. "Love & Other Drugs" için Altın Küre'ye aday oldu. "Nocturnal Animals" için BAFTA'ya aday oldu.

1. RYAN GOSLING



Kanadalı oyuncu Gosling'in göz alıcı bir kariyeri var. Rol adığı önemli filmler şu şekilde: Remember the Titans (2000), The Believer (2001) (eleştirmenlerin dikkatini üzerine çekiyor), The United States of Leland (2003), The Notebook (2004) (romantik ve seksi bir jöne dönüşüyor), Half Nelson (2006), Fracture (2007), Lars and the Real Girl (2007), Blue Valentine (2010), Drive (2011), Crazy, Stupid, Love (2011), The Ides of March (2011), The Place Beyond the Pines (2012), The Big Short (2015), La La Land (2016), The Nice Guys (2016) ve Blade Runner 2049 (2017) (ilk filmdeki başrol Harrison Ford'un bayrağını teslim alıyor). "Half Nelson"daki rolüyle en iyi erkek oyuncu dalında Oscar'a aday olduğunda, 1980'lerde doğmuş oyuncular arasında bu ödüle aday olan ilk kişi olma unvanına erişiyor. "La La Land" ile ikinci kez Oscar'a aday oluyor. "La La Land" için Altın Küre kazanıyor ve dört başka Altın Küre adaylığı da var: “Lars and the Real Girl”, “Blue Valentine”, “Crazy, Stupid, Love” ve “The Ides of March” filmleri için. "La La Land" için BAFTA ödülüne de aday oluyor.

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

2 Ekim 2017 Pazartesi

MOTHER! - EMRE KARA



“Mother!” günümüz sinemasında, hele de Hollywood stüdyo sistemi içerisinde eşine az rastlanabilecek derecede derinlikli, felsefi, özgün bir başyapıt. Tam da bu yüzden kimileri tarafından aşırı yüceltilirken kimileri tarafından da yerden yere vurulan bir film oldu. Venedik Film Festivali’ndeki ilk gösteriminde bile hem yuhalandı hem ayakta alkışlandı. Bense bu filmi anlayıp da sevmemenin pek mümkün olmadığını düşünüyorum. Nitekim sinemadan çıktığımda salondan “Bu ne saçma sapan bir filmdi, hiçbir şey anlamadım.” nidaları yükseliyordu.

“Mother!” baştan sona metaforik bir film. Bütün öykü dinsel bir alegori. Bu alegoride hangi karakterin hangi figürü temsil ettiği zihinde netleşince izleme deneyimi aşkın, “sublime” bir deneyime dönüşüyor. Kendi yorumumu şimdi sizlerle paylaşacağım. Bu yorum, filmin öyküsünü baştan sona irdeleyeceği için spoiler uyarısını yapayım bu aşamada.

Öhöm!

Öykü temelde bir ev ve bu evde yaşayan bir karı-koca üzerine kurulu. Ev bir yangından kurtarılmış, restore edilmiş bir ev. Restorasyon süreciyle baştan aşağı Anne (Jennifer Lawrence) ilgileniyor. (Kadının yenileyici, besleyici, hayat verici doğası vs.) Ev yani bir nevi kaostan doğmuş olan düzen. Cennet? Dünya? Ayrıca evin bir kalbi var, kadının duvarlara dokunarak atışını hissedebildiği. Adam (Javier Bardem) Tanrı’yı simgeliyor. (Nitekim film bittiğinde jenerik yazıları akarken bütün karakterlerin adları küçük harflerle yazılmışken onun adı “Him” şeklinde, büyük harfle başlayarak yazılıyor.) Adamın şair olması elbette ki tesadüf değil. Tanrı nasıl yaratıcı güç, yaradan demekse, adam da insani eylemlerin en yaratıcılarından biri olan şiir ile uğraşıyor. En temel güdüsü, en önem verdiği tasası yaratmak eylemi. Bu her şeyden önce geliyor. Karısından bile. Karısı da bunun farkında ve bundan çok şikayetçi değil. Anne bana göre Meryem’i simgeliyor. (Doğa anayı ya da kurtarıcı güç sevgiyi simgelediği de düşünülebilir ama Meryem fikri, öykünün ilerleyen kısımlarına daha çok uyuyor gibi geldi bana.)

Bir gün bu ikilinin evlerine bir adam (Ed Harris) geliyor. Şairimiz bu yabancıya karşı aşırı yakın ve sevecen, Anne ise daha temkinli. Bu yabancı Adem’i simgeliyor. Yaratılan ilk insan. Tanrı tarafından cennette kendisine yer açılan. Bu yabancı, şairin bir hayranı olduğunu, hep onunla tanışmak istediğini belirtiyor. Tıpkı Adem’in Tanrı’ya hayranlık duyması, onunla bir arada olmaktan hoşnut olması gibi. Yabancı, eve geldiği gece öksürük nöbetleri geçiriyor ve şair ona yardım ediyor. Anne sesleri duyup banyoya gittiğinde yabancının sırtında, kaburgalarına paralel bir kesik olduğunu görüyor. O bunu görür görmez kocası adamın sırtını eliyle kapatıyor. Bu kesik, Adem’in kaburga kemiğinden Havva’nın yaratılmasını simgeliyor. Adamın öksürüp kan kusması da, göğsünden bir parçanın alınmış olmasından ötürü.

Nitekim ertesi gün kapı yeniden çalınıyor ve yabancının karısı (Michelle Pfeiffer) geliyor bu sefer de. Kaburga kemiğinden yaratılan Havva. Şair ve diğer adam evde yokken adamın karısı şairin odasına girmek istiyor. Anne ise buna engel olmak istiyor. Havva hayli meraklı ve kural tanımaz bir karakter yani, başına buyruk bir biçimde, kendi evi gibi ortalıkta dolanıyor. Sonunda Adem ve Havva şairin odasına giriyorlar ve onun en değer verdiği nesne olan kristali yere düşürüp kırıyorlar. Yasak meyvenin yenmesi. Şairden azar yiyen çift evi terk etmek yerine başka bir odaya geçip sevişmeye başlıyorlar. Yine, yasak meyvenin yenmesi. Bu, misafir çiftimizin evden (cennetten) kovulmaları için gerekli ortamı oluşturuyor. Bu aşamadan itibaren evi cennet değil de dünya olarak düşünmek daha mantıklı gibi.

Çiftimiz evden ayrılmak üzere harekete geçtiklerinde içeri birden oğulları dalıyor. (Domhnall & Brian Gleeson) İki oğul, babalarının vasiyeti üzerine kavga ediyorlar ve büyük oğul, kendisinin mirastan daha az pay alıyor olduğunu, babasının kardeşini daha çok seviyor olduğunu falan söyleyerek kardeşine saldırıyor.  Çıkan kavgada kardeşinin kafatasını kırarak ölümüne yol açıyor. Bu iki erkek kardeş elbette Habil ile Kabil’i temsil ediyor. Yeryüzünde işlenen ilk cinayet. İlk büyük günah.

Ölen çocuğun anne-babası ile şair hastaneye giderlerken büyük oğul kaçıyor, Anne evde tek kalıyor. Zemindeki kan lekesini temizliyor ama ne yaparsa yapsın kanın bir kısmı zeminden kesinlikle çıkmıyor. İlk cinayet işlendi. İnsanlık günahla tanıştı. Dünya kirlendi. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Günahın izi asla tam olarak silinemeyecek. Kan lekesinin zeminden bodruma aktığını fark eden anne bodruma indiğinde duvarların kanla kaplı olduğunu görüyor, ama kan bir hattın etrafını dolanarak akmış. Anne kan iziyle ortaya çıkan bu alanı açtığında orada gizli bir kapı görüyor, uzun bir geçide açılan kapı. Kapıyı açtığında dışarı bir kurbağa fırlıyor. Bu da Hz. Musa öyküsüne bir gönderme gibi. Nitekim Musa, Firavun ve halkını imana çağırdığında onlar hep reddettiler, Tanrı da başlarına çeşitli belalar getirdi, bunlardan biri de üzerlerine kurbağalar yağdırmaktı. Kabil’den Firavun’a uzanan bir günah silsilesi. Annenin keşfettiği tekinsiz geçit, artık evin eskisi gibi güvenli ve sıcak bir yer olmadığının işareti. Bir duvar kırıldı ve eve yeni, karanlık bir giriş oluştu. Anne bu geçidi keşfettiği an arkasında büyük oğul beliriyor zaten, ona bu acı gerçeği tekrar hatırlatırcasına. Bir şey yapmadan çekip gidiyor büyük oğul.

Şair, anne-baba ile ve onların bir dizi yakınları ile geri dönüyor. Evde ölen genç oğul için bir tören düzenleniyor. Ama ilginçtir ki bir yas töreninden çok bir partiye benziyor. Konuklar inanılmaz derecede absürd ve uygunsuz davranışlarda bulunuyor. İnsanoğlu acıya, günaha, suça, ölüme, cinayete karşı kayıtsızdır. Son derece bencil ve umursamazdır. Anne bu durumdan çok rahatsız oluyor. Misafirler gittikten sonra bununla ilgili olarak şairle tartışıyor. Şair, evine gelip giden yabancılara karşı fazlaca toleranslı ve açık. Tanrı’nın, insanlığın potansiyeline duyduğu inanç ve insanlığa koşulsuz kucak açışı. Anne ise insanlığın kötülüğünü, karanlığını gören ve şairin bu iflah olmaz iyimserliğini anlamlandıramayan bir figür.

O gece Anne ve şair birlikte oluyorlar. Ertesi gün Anne hamile olduğunu söylüyor. Bu haber üzerine şair hemen kağıda kaleme sarılıyor, yeniden yaratma gücünü buluyor kendinde. Yazdığı eser: İncil? Eserini tamamlar tamamlamaz yayıncısına (Kristen Wiig) gönderiyor. Yayıncı bence organize dini temsil ediyor. Tanrı’nın sözünü kurumsallaştıran, metalaştıran, hatta pazarlayan. Ondan nemalanan.

Anne, hamileliğinin sonuna yaklaşmışken kocasının eserini kutlamak için evde güzel bir yemek hazırlıyor. Son akşam yemeği! Ancak evin dışında şairin yüzlerce hayranı beliriyor. İzinsiz bir biçimde içeri giren bu kalabalık önce evi başlarına buyruk kullanıyor, sonra yağmalıyor, sonra yıkıp dökmeye başlıyor. İnsanlık, kendilerine sunulmuş olan dünyayı sorumsuzca, bencilce, yıkıcı ve yok edici bir güçle kullanıyor. Sadece bununla da sınırlı değil. İçerdeki insanlar birbirlerine de saldırıyorlar. Yayıncı, elindeki silahla bazı kişileri vuruyor. (Din adına cinayet işleyen organize din temsilcileri ve din adına birbirini öldüren insanlar)

İçeri giren polis ekibinden bir adam, kalabalık içinde mahsur kalan Anne’ye yardım ediyor. Onu alıp kalabalıktan uzaklaştırıyor. Bu polis muhtemelen St. Joseph’ı temsil ediyor, Meryem ile birlikte İsa’nın doğduğu yer olan Bethlehem’e giden adam. Anne, şairin odasında doğum yapıyor, şair de başındayken. Doğan çocuk bir oğlan. İsa! Şair oğlunu kucağına almak istiyor ama Anne vermiyor, dışarıdakileri evden göndermesini istiyor. Şair ise dışarıdakileri katiyen göndermiyor. Anne uyuduğunda şair bebeği alıp dışarıda bekleyen insanlara veriyor. Tanrı, kendi oğlunu insanlığa armağan ediyor. Kalabalık bebeği elden ele dolaştırırken bebeğin boynunu kırıyorlar. İsa’nın çarmıha gerilişi. İnsanlığın günahları için/yüzünden ölüşü, feda edilişi. Bu feda etme olayının bizzat Tanrı’nın bilinçli seçimi olması.

Anne, kalabalığı yararak oğluna ulaşmaya çalışıyor ama ulaştığında kalabalık oğlunun bedenini parçalamış oluyor ve herkes bir parçasını yiyor. Bildiğimiz gibi Hıristiyanların kömünyon ayininde ekmek ve şarap sunulur, ekmek İsa’nın etini, şarap İsa’nın kanını temsil eder. Filmde ise et ve kan gayet semboliklikten uzak bir biçimde yeniyor. Anne ise çocuğunu kaybetmiş olmayı kardıramıyor ve eline geçirdiği bir cam parçasıyla, bebeği yiyen insanları öldürmeye başlıyor, ta ki grubun lideri tarafından yere yatırılıp etkisiz hale getirilinceye kadar. Bunun ardından tüm konuklar vahşice Anne’ye saldırmaya, onu dövmeye başlıyorlar. Ona “fahişe” diye hitap ediyorlar. Meryem’in, babasız bir çocuk doğurmuş olmasından ötürü maruz kalabileceği türden bir suçlama. Bu aşamada şair geliyor ve Anne’yi kalabalığın elinden kurtarıyor.

İnsanlığın tamir edilemez günahkarlığını gören Anne, bodrum kata yeniden iniyor ve gaz tankını ateşe vererek evi havaya uçurmaya karar veriyor. Şair bunu yapmamasını istiyor, hala insanlığı düşünen ve hala insanlığa karşı umut besleyen bir Tanrı. Ama Anne çakmağı çakarak evi patlatıyor. İçerdeki tüm insanları yok ediyor. İnsanların yok oluşunun bir patlama ile, “ateş” ile olması da tesadüfi değil, bu ateş, günahkar insanın gideceği nihai durak olan cehennemi simgeliyor. Nitekim bu yangından şair hiç etkilenmiyor. Anne’nin yanmış bedenini alarak bodrumdan çıkıyor. Anne’ye onu sevdiğini söylüyor, ama Anne diyor ki, “Hayır, sen, benim seni sevmemi seviyorsun.” Tanrı, yarattığı varlık tarafından, insan tarafından sevilmek istiyor. O yüzden eve gelen tüm o insanlara bu kadar fazla tahammül ve müsamaha gösteriyor. Tanınmak, bilinmek, sevilmek istiyor. “Ben yaratıcıyım, işim bu, başka ne yapabilirim ki?” diyor. Anne, son bir fedakarlık hamlesi olarak ona kalbini sunuyor. Şair, Anne’nin kalbini göğsünden çıkarıyor. Bu kalp, filmin başında kırıldığını gördüğümüz kristal obje. Adam onu yeniden evin içine koyuyor, ev yeniden küllerden ve yıkıntılardan arınıyor. Anne’nin karşılıksız ve beklentisiz sevgisi, dünyayı yeniden onarıyor. Kendini Tanrı’da yok ediş, kurban ediş. Salt fedakarlık. Ve Tanrı, yeniden denemeye karar veriyor. Bir daha…

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

24 Ağustos 2017 Perşembe

WERNER HERZOG & KLAUS KINSKI: BİR SEVGİ/NEFRET İLİŞKİSİ - EMRE KARA

Bazı yönetmenler, bazı oyuncularla sık çalışmayı severler. Çünkü aralarında eşsiz bir uyum, birbirilerini karşılıklı olarak iyi anlama ve birbirlerine istediklerini en iyi şekilde verme durumu vardır. Bu ikililer arasında en ünlülerinden (ya da kötü şöhretli mi demeliydim) biri de Werner Herzog - Klaus Kinski ikilisidir. Bu Alman ikili, kendi alanlarında muhteşemler: Herzog sinema tarihinin en iyi yönetmenlerinden biri kuşkusuz, Kinski de en iyi oyuncularından. İkisinin bir araya gelmesiyle ortaya muhteşem şeyler çıkması hiç şaşırtıcı değil. Kinski 1926 doğumlu, Herzog ise 1942. İkili birlikte beş film yapıyorlar ve bu filmler hem sinemasal değerleri ile hem de çekimleri sırasında ikili arasında yaşanan sıra dışı olaylarla sinema tarihine yazılıyorlar. Şimdi bu beş film üzerinden hem ikilinin 15 yıla yayılan sinemasal yolculuklarını, hem de aralarındaki eşsiz sevgi/nefret ilişkisini inceleyelim. Ben sevgi/nefret ilişkisi diyorum ama Herzog buna tam katılmıyor: “İnsanlar ikimiz arasında bir sevgi/nefret ilişkisi olduğunu düşünüyorlar. Onu sevmiyordum, ondan nefret de etmiyordum. Birbirimize saygı duyuyorduk, birbirimizi öldürmeyi planlarken bile.”

Birlikte yaptıkları filmlere geçmeden önce Herzog ile Kinski’nin tanışma öyküsünden bahsetmemiz gerekiyor sanırım. Kinski henüz genç ve ünlü olmaya çalışan bir oyuncuyken, Herzog da 13 yaşında bir çocukken, Kinski Münih’te Herzog’un ailesinin yaşadığı apartman dairesinde bir oda kiralıyor. Orada yaşadığı üç ay boyunca, Kinski’nin ürkütücü ve dengesiz tuhaflıkları, Herzog üzerinde kalıcı bir etki bırakıyor. Herzog’un filmlerinde genellikle delirmenin eşiğinde olan kararlı, azimli, hırslı başkarakterler görürüz. Bu karakterler genellikle doğayı kontrol altına almaya çalışır, sonundaysa doğa onlara galip gelir. Böylesi roller tam Kinski için biçilmiş kaftan niteliğindedir. Belki de bu yüzden Herzog, tüm zorluklarına rağmen inatla Kinski ile çalışır. Herzog, Kinski ile çalışmak üzerine şöyle demiştir: “O vahşi hayvanı evcilleştirmek zorunda kaldım.” Kendisi, Kinski ile çalışabilmeyi başarmış olan tek yönetmen olarak saygı kazanmıştır. Ama yine şöyle der Herzog: “Saçımdaki her beyaz tele Kinski adını verdim.”

Herzog “Aguirre”yi çekeceği zaman, çocukluğundan zihninde kalan Kinski imgesini hatırlıyor ve Aguirre gibi deli bir karakteri sadece onun oynayabileceğini düşünerek Kinski’ye senaryoyu yolluyor. Bir gece saat 3-4 arasında telefonu çalıyor. Gerisini Herzog şöyle anlatıyor: “Telefondaki anlaşılmaz bağırtıların kaynağının Kinski olduğunu fark etmem birkaç dakikamı aldı. Bir saatlik bir konuşma ardından ayıktım ki okuduğu en büyüleyici senaryo olduğunu ve Aguirre olmak istediğini söylüyordu.”



AGUIRRE, THE WRATH OF GOD (1972)
Birlikte yaptıkları ilk film “Aguirre, the Wrath of God” (1972). Bu biyografik/tarihi macera filmi, 16. Yüzyılda Don Lope de Aguirre adlı zalim bir adamın liderliğindeki İspanyol bir keşif grubunun El Dorado hazinelerini aradıkları zorlu bir Amazon nehri yolculuğunu anlatıyor. Yolculuk zorlaştıkça grup içerisinde gerilimler, güç savaşları ve güvensizlikler ortaya çıkıyor. Bana öyle geliyor ki bu film, insan doğasına ait en temel elementleri bir geminin üstündeki bir grup insana ve bir yolculuk öyküsüne sığdırabilmiş. Açgözlülük, kapitalizm, güç istenci, militarizm, emperyalizm, koloniyalizm, devlet ve derin devlet, din-devlet ilişkileri, askeriye-devlet ilişkileri, kadın-erkek ilişkileri ve daha birçok şey.

Kinski’nin Aguirre rolüne seçilmesi ise bir dizi garip olayın habercisi. Kinski hayli öfkeli ve şiddet dolu bir adam. Bu filmin çekimleri sırasında yaşanan bazı vakalar bunu kanıtlıyor: Sette hayli gürültülü bir gecede Kinski, oyuncular ve set ekibinin kağıt oynadıkları bir kulübeden gelen seslerden o kadar rahatsız oluyor ki, tüfeği alıp defalarca kulübeye ateş ediyor. Hatta kurşunlardan biri, bir figüranın parmağının ucunu koparıyor. Bunun üzerine Herzog hemen tüfeğe el koyuyor ve tüfeği o günden beri saklıyor. Ama bu Kinski’nin ekipten birine zarar verdiği tek vaka değil. Bir yerli köylüsünde geçen bir sahnede, set ekibinden birinin kafasına kılıcıyla vuruyor. Bu darbe adamı neredeyse öldürüyor, taktığı kask sayesinde kurtuluyor.

Kinski, Herzog’dan bir ses asistanını kovmasını istiyor, artık neden sinir olduysa. Herzog bunu reddedince Kinski onu, filmi terk etmekle tehdit ediyor. Herzog da diyor ki, “Bu ormanı şimdi terk edersen sekiz kurşun yiyeceksin ve dokuzuncusu da benim için olacak.” Bunun üzerine Kinski filmde kalıyor. Bu ölümle tehdit mevzusu üzerine Herzog daha sonra şöyle yorum yapmış: “Evet, bunu yaptım. Ona ne benim ne de onun geçemeyeceğimiz bir çizgi olduğunu söyledim, bizden daha büyük bir sorumluluğumuz vardı. Çekip gitmesinin kabul edilemez bir şey olduğunu söyledim. Eğer bunu denerse hayatta kalmayacağını ona sakince açıkladım. Bir tüfeğim vardı – tabi o an elimde değildi – ve onu vuracağımı söyledim. Bunun bir şaka olmadığını anladı. Polis diye bağırdı. En yakın polis merkezi 40 km uzaktaydı. Ve polisler de 20 dolara bunun bir av kazası olduğuna şahitlik ederlerdi.”

Aynı vakayı başka bir demeçte şöyle anlatıyor Herzog: “Çekimlerin bitmesine 10 gün kala, Kinski her zamanki gibi repliklerini ezberlememişti. Halbuki çok kısa repliklerdi. Birdenbire her şeyi durdurdu, etrafa bir şeyler fırlatmaya başladı, öfke nöbeti içinde bağırdı, setin yarısını yıktı, görüntü yönetmeninin gülümsediğini ve hemen kovulması gerektiğini söyledi. Elbette onu kovmayacaktım çünkü onunla birlikte herkes çekip giderdi. Dedim ki, ‘Hayır, bunu yapmayacağım, sakinleşelim ve devam edelim.’ O da seti terk etti. Bunu neden yaptığını biliyordum çünkü yalnızca son beş yıl içerisinde aynı şeyi 35 kere yapmıştı. Sırf bu yüzden filmler iptal edilmiş ve yok edilmişti. Çok iyi bilinen bir şeydi. Eşyalarını bir sürat teknesine koydu ve bağırdı ve bağırdı. Ve basına bir şekilde yanlış yansıtıldı ama silahsız olduğuma, ona bir silah doğrultmadığıma dair şahitlerim var, ama ona gidip dedim ki, ‘Klaus, düşünmeme bile gerek yok. Ötesine geçemeyeceğimiz sınırın ne olduğunu aylarca ölçüp biçtim. Bu yapacağın o sınırı geçmek olur. Bunu yaparsan hayatta kalamazsın.’ Gayet sakin bir biçimde ‘Tüfeğim var.’ dedim. Tekneyi alıp nehrin öteki yanına geçmeye çalışabilirdi ama kafasının içine sekiz kurşun yerdi. Ama toplamda dokuz kurşun vardı ve dedim ki ‘Tahmin et bakalım sonuncu kime?’ Bana baktı ve artık bunun bir şaka olmadığını anladı. Yapardım. Kendine gelmesi gerektiğini anladı ve sonraki birkaç gün düşmanca geçti. Demek istediğim şu ki, olay bugün kulağa komik gelebilir, bana da komik ve tuhaf görünüyor, orada oturan biri olsaydım ben de gülerdim. Ama demek istediğim, her zaman net bir sınır olmuştur, geçilmemesi gereken bir sınır. Bir görevi kabul ettiğin zaman, üstüne düşeni iyi anlaman gerekir.”

Herzog, Kinski’den istediği performansı alabilmek için onu manipüle etmeyi de hep iyi başarıyor. Bu kurnazca yöntemler belki de her yönetmenin sahip olması gereken yetenekler. Kinski, filmin sonunda Aguirre’nin deliliğini bağırıp çağırarak ve net bir biçimde belli ederek sunmak istiyor. Herzog ise içten içe bu fikre katılmıyor. Bunun üzerinde Herzog, bir buçuk saat boyunca Kinski’den böyle bir performans alıyor, ta ki Kinski yorulup daha fazla bağıramayıncaya kadar. Kinski daha sessiz ve dingin bir hale geldiğinde Herzog kamerayı çalıştırıyor ve Kinski’nin bu halini filmin sonuna dahil etmiş oluyor.

Filmin oyuncu ve set ekibi çok uluslu bir kadrodan oluştuğu için film, hepsinin bildiği ortak dil olan İngilizce’de çekiliyor. Ama çekimler bittikten sonra kaydedilen sesin kalitesinin kötü olduğu fark ediliyor, bu yüzden filmin tüm diyaloglarının yeniden Almanca olarak stüdyoda kaydedilmesine karar veriliyor. Ancak Kinski bu kayıtlar için çok fazla para talep ediyor, bunun üzerine Herzog ona bu parayı vermek yerine ses tonu Kinski’ninkine çok benzeyen başka bir oyuncuyu tutuyor, bu oyuncu Kinski’nin diyaloglarını kaydediyor. Bu olayı Herzog şöyle anlatıyor: “Ona başkalarının teklif edeceğinden çok daha az para verdim tabii. Onun küçük bir parçası kadar. Bütçem yoktu. Piç Kinski bütün bütçenin üçte birini aldı. Sonra, ilginçtir ki, gerçekten iyi olan versiyon Almanca versiyondu, otantik olan oydu, ancak birçok çekimi ırmak gürültüsü eşliğinde yaptığımız için gürültüden tek kelime anlayamıyordunuz. Sesi baştan stüdyoda kaydetmemiz gerekiyordu ve Klaus’a dedim ki, ‘Kayıt için bir buçuk günlüğüne sana ihtiyacımız var.’ O da dedi ki, ‘Tamam geliyorum, ama bir milyon dolara mal olacak.’ Bunun yolu yoktu. O da elbette bin dolarım bile olmadığını biliyordu, her şey gitmişti, kol saatim bile gitmişti, ve o bir milyon dolar istiyordu, filmden o kadar nefret etmişti ki inanamazdınız. Bu yüzden kayda gelmedi, ben de kaydı başka bir oyuncuyla yaptım, sesi de Kinski kadar iyiydi. Çok emek verdim; kimse, kimse bilemez. Ama artık biliyorsunuz. Lütfen bunu basına sızdırmaz mısınız?”



NOSFERATU THE VAMPYRE (1979)
İkilinin birlikte çektikleri ikinci film, yine bir Alman olan Murnau’nun sessiz klasiği “Nosferatu”nun (1922) yeniden çevrimi. Herzog’a göre bu film, tüm zamanların en iyi Alman filmi. Kendi yeniden çevirimi de, kalite açısından orijinaline hayli yakın ve onunla birlikte korku sinemasının başyapıtları arasındaki yerini alıyor. Orijinal film, Bram Stoker’ın romanının telif hakları nedeniyle öyküyü romandan resmen “çalmış” olmasına rağmen karakterlerin adlarını değiştiriyor. Herzog’un filmi çekildiğinde ise romanın telif süresi çoktan bitmiş olduğu için Herzog romandaki orijinal adları kullanıyor fakat öykü açısından romanın bir uyarlamasından çok orijinal filmin bir uyarlaması gibi. Jonathan & Lucy Harker ikilisini Bruno Ganz ve Isabbelle Adjani canlandırırken Dracula’yı da tabii ki Klaus Kinski oynuyor. Bu Dracula öyküsünü çok özel kılan şey; vampirin yalnızlığı, ölümsüzlüğün onun için bir lanete dönüşmüş olması gibi daha felsefi bir yaklaşıma sahip oluşu.

Filmde Klaus Kinski’ye vampir makyajının uygulanması her gün dört sat sürüyor. Ama ilginçtir ki Kinski, Japon makyajcı Reiko Kruk ile çok iyi geçiniyor, makyaj esnasında son derece sabırlı ve mülayim davranıyor. Ama Herzog’la olan ilişkisi yine fırtınalı olmuş olacak ki Herzog, filmde kullanılan çok sayıda farenin, çekimler boyunca Kinski’den daha uyumlu davrandıklarını söylüyor.



WOYZECK (1979)
İkilinin 1979 yılında çektikleri ikinci film. Filmde Kinski, Franz Woyzeck adında bahtsız, yalnız ve toplumda güçsüz bir askeri canlandırıyor. Komutanlarından, doktorlarından ve sadakatsiz eşinden, kısacası dört bir yandan darbeler yiyen, fiziksel ve psikolojik baskı ve şiddete maruz kalan, akıl sağlığını yavaş yavaş kaybetmeye başlayan ve içinde büyüyen öfkesi yavaş yavaş açığa çıkan bir adam.

“Nosferatu the Vampyre”ın çekimlerinin bitmesi ile bu filmin çekimlerinin başlaması arasında yalnızca bir haftalık bir süre var. Kinski yorgunluğunu ve bunalmışlığını, bu filmdeki karakteri daha iyi canlandırabilmek için kullanıyor. 80 dakikalık filmin çekimleri 18 günde bitiyor ve film yalnızca 27 çekimden oluşuyor. Kinski, filmin posterini gördüğünde ve üstündeki büyük “Werner Herzog’un Başyapıtı” yazısını okuduğunda posteri parçalıyor. Çünkü kontratına göre posterdeki en büyük yazının kendi adı olması gerekiyormuş.





FITZCARRALDO (1982)
İki buçuk saati aşan bu epik macera filmi, Peru’nun balta girmemiş bir ormanının ortasında bir opera salonu açmaya karar veren Brian Sweeney Fitzgerald adlı gözü pek bir adamın öyküsünü anlatıyor.  1900’lü yılların başında, yaşadığı yerin kauçuk ticareti sayesinde yıldızı parlarken, opera sevdalısı Fitzgerald, opera salonu açma hayalini gerçekleştirebilmek için önce kauçuk ticareti işine girmeye karar veriyor. Ama planı, zengin bir kauçuk bölgesine ulaşmak için dev bir gemiyi, yerlilerin de yardımıyla karadan yürütmek ve hatta bir tepeden aşırmak gibi uçuk bir fikir de içeriyor. Film, 1800’lü yıllarda yaşamış Perulu bir kauçuk baronu olan Carlos Fitzcarrald’ın gerçek yaşam öyküsünden uyarlanıyor. Gerçek Fitzcarrald gemiyi parçalarına ayırarak taşımış olsa da filmde gemi, özel efekt kullanılmaksızın tek parça halinde dağ üzerinde taşınıyor.

İlginçtir ki Kinski bu filmin başrolü için düşünülen ilk isim değilmiş ama sonunda yine rolü kapmış. Herzog başta Kinski’yi istemiyor çünkü hayli uzun çekim programı boyunca Amazon’da kalacak olan Kinski’nin tamamen delireceğini düşünüyor. İlk olarak Jack Nicholson senaryoyu okuyor ve beğeniyor, başrol için 5 milyon dolar istiyor ama yapımcılar bunu fazla buluyor. Daha sonra Jason Robards seçiliyor ama o da ormanda 6 haftalık çekim sürecinden sonra hastalanıyor ve çekimler duruyor. Bunun üzerine Kinski seçiliyor ve çekimler başa sarıyor. Kinski bu filmin çekimleri sırasında yine hayli bela çıkarıyor. Sürekli set ekibiyle kavga ediyor ve basit meseleler yüzünden öfke krizlerine giriyor. Herzog’un yardımcılarından birine fiziksel olarak saldırıyor. Çekimlerde yer alan yerliler, onun bu hallerinden çok rahatsız oluyorlar. Hatta Herzog’un dediğine göre kabile reislerinden biri gayet ciddi bir biçimde Kinski’yi öldürmeyi teklif ediyor Herzog’a.

“Fitzcarraldo”nun çekimleri sırasında çıldıran tek kişi Kinski değil. Herzog da tüm zorluklardan bunalıyor ve “Artık film yapmayı bırakmalıyım. Bir tımarhaneye gitmeliyim.” diyor.

Bu arada “Fitzcarraldo”nun çekim sürecini, Amerikalı yönetmen Les Blank “Burden of Dreams” adlı bir belgesele dönüştürüyor, bu belgesel de “Fitzcarraldo” ile aynı yılda, 1982’de çıkıyor. Bu belgesel, Herzog’un çekim boyunca yaşadığı tüm problemlere değiniyor; Çekimlerin ortasında Jason Robards’ın ve Mick Jagger’ın projeyi terk etmeleri, çekimler sırasında Peru ve Ekvador arasında çıkan savaş, kötü hava koşulları, oyuncu ve set ekibinin moral bozuklukları vs.




COBRA VERDE (1987)
Gelelim ikilinin birlikte yaptıkları son filme. 1972 yılında başlayıp 1987’de biten uzun bir sinemasal partnerliğin son ayağı. 1800’lerde geçen bu macera filmi, eski bir kaleyi yönetmek ve yerel Afrikalı kralı Brezilya ile köle ticaretine ikna etmek amacıyla Batı Afrika’ya gönderilen, Cobra Verde lakaplı şartlı tahliyeli Brezilyalı haydut Francisco Manoel da Silva’nın öyküsünü anlatıyor. Cobra Verde, yerlilerin korktuğu ve saygı duyduğu, ama evinden uzakta bulunduğu yerdeki tek beyaz adam olmanın ötekiliğini de yaşayan, yavaş yavaş delirmeye hazır bir adam. Tam Klaus Kinski’ye göre bir karakter yani. Posterinde “Köleler efendilerini satacaklar ve kanatları çıkacak.” yazısı bulunan bu film yine koloniyalizm, ırk ayrımları, kölelik temaları üzerinde cesurca duruyor.

Herzog ile Kinski’nin birlikte çektikleri son film bu oluyor ve böylece 15 yıllık birliktelik son buluyor. Hep Herzog’un Kinski hakkında söylediklerini yazdık, peki Kinski Herzog hakkında ne demiş bakalım: “Hayli yetenekli bir adam. Çok iyi filmler yapıyor ve sürekli saçmalayıp duran tiplerden biri değil. Birçok, birçok şeyi doğru yapıyor. Ama aynı zamanda hasta. Takıntılı. Film yapmak değil, tarih yazmak istiyor. Tarih yazmak isteyen herkes aptaldır.”

Birlikte çektikleri son filmden 4 yıl sonra, 1991 yılında, Klaus Kinski 65 yaşında bir kalp krizi sonucu hayatını kaybediyor. Üç farklı kadından üç çocuk sahibi olan Kinski’nin (iki kız, bir erkek) cenazesine çocuklarından yalnızca oğlu katılıyor. (Kinski’nin büyük kızı Pola Kinski, otobiyografisinde babasının kendisini 5-19 yaşları arasında cinsel olarak istismar ettiğini iddia etmiştir. En ünlü çocuğu Nastassja Kinski “Babam çok fazla insanın canını yaktı.” demiştir. Klaus, Nastassja’nın annesini başka bir kadın için terk etmiş, Nastassja 13 yaşında oyunculuğa başlayarak annesi ve kendisini geçindirmiştir.)

1999 yılında Werner Herzog, “My Best Fiend: Klaus Kinski” (En İyi Düşmanım) adlı belgeseli yapıyor ve bu filmde birlikte geçirdikleri uzun sinema yolculuğunun bir panoramasını çıkarıyor.

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

18 Ağustos 2017 Cuma

USTA YÖNETMENLERDEN KORKU SİNEMASI ÜZERİNE - EMRE KARA

Korku sineması çoğu zaman ciddiye alınmamış, es geçilmiş, ikinci sınıf görülmüş bir tür olmuştur, özellikle de elitist eleştirmenler gözünde. Ancak sinemanın ortaya çıkışından beri hep var olan ve hep popülerliğini koruyan bir tür de olmuştur. Üstelik korku türü severler, en büyük tür fanatikleri olabilirler. Türün kitlesi hayli rafine ve kendini adamış bir kitledir yani. Peki neden izleriz korku filmlerini? Bizi onlara çeken şey nedir? Sanırım buna birçok farklı sebep gösterilebilir.

Her şeyden önce bir korku filmi izlerken yaşanan duygusal deneyim, korkma deneyimi, çok "gerçek" bir deneyimdir ve bir film sayesinde gerçek bir deneyim yaşamak hoşumuza giden bir şeydir, bu deneyim heyecan, adrenalin dolu bir deneyimse hele de. Yani tıpkı lunaparka gidip tehlikeli araçlara binmek gibi bir motivasyonu var sanırım korku filmi izlemenin. Tabi bu, izleme deneyiminin duygusal boyutu üzerinden saptanabilecek bir motivasyon. Bir de işin düşünsel boyutu var. Korku filmleri, kendi içimizdeki, çoğu zaman bilinçaltına itilmiş korkularla yüzleşmemizi, onları hayali karakterler üzerinden gerçekleştirip bir tür boşalma yaşamamızı sağlıyorlar. Tabi bizim dışımızda olan ve bizi korkutan şeylerle yüzleşmemizi sağladıkları gibi kendi içimizde olan korkutucu yönlerle de yüzleşmemizi sağlıyorlar şüphesiz. Bir aynaya bakmak gibi yani, bizi olduğumuzdan daha güzel gösteren değil de tam aksine gerçekliğimizi tüm kusurlarıyla, tüm karanlığıyla bize yansıtan bir ayna. İnsan doğası karanlıktır ve bu karanlıkla yüzleşmek zor ama hayli aydınlatıcı bir deneyimdir.

Bir de filmlerin temaları ve içerikleri açısından yaklaşmak gerek sanırım bu soruya. Şeytani ya da dini alt metinleri olan korku filmleri temel olarak iyi ile kötü, Tanrısal ile şeytani, cennet ile cehennem arasındaki bitmek bilmez savaşın yansımalarını sunarlar. Cinayet filmleri şiddet ve psikopatoloji üzerinde dururlar. Zombi filmleri teknolojinin ve bililimin karanlık yönlerinin araştırıldığı hayli muhtemel apokaliptik senaryolar anlatırlar. Vampir filmleri çoğu zaman ölüm ve ölümsüzlük, yalnızlık ve ötekilik üzerine düşünmemizi sağlarlar. Hayalet filmleri ölüm sonrası yaşam ve ölüm gerçeğiyle başa çıkma çabası üzerine anlatılar içerirler.

Ve en önemlisi, korku filmleri çoğu zaman hayli incelikli olarak yerleştirilmiş alt metinlerle doludur. Psikolojik, sosyolojik, politik, felsefi, dini... Birçok başka film böyle temeları direkt olarak ele alır ama korku filmlerinde bu dokunuşlar, esas korkunç öykünün altına çok belirgin olmayacak, yüzünüze fırlatılmış hissi vermeyecek şekilde yerleştirilirler, hatta bazen filmin tüm öyküsü ya da filmdeki esas korku elementi, başlı başına bir metafordur ve bir seyirci olarak benim için böylesi, direkt bir anlatımdan çok daha güzel, analiz etmesi çok daha keyifli olan bir şeydir.

Bir de işin film yapımı kısmına, yani teknik ve ekonomik kısmına bakmak gerekir sanıyorum. Korku filmleri çoğu zaman az sayıda oyuncuyla, az sayıda mekanla, kısıtlı teknik imkanlarla da çekilebilecek olan filmlerdir. Yani sinema aşkıyla yanıp tutuşan amatör ruha sahip birçok yönetmen için, film yapımı deneyimine başlamanın yolu olabilirler ve olmuşlardır da. Günümüzde dev isimlere sahip birçok yönetmenin kariyerlerine korku filmleriyle başlamış olmaları bir tesadüf değil. Tabi iyi yapılmış bir korku filminin ekonomik olarak hep başarılı olacağı da yadsınamaz bir gerçek. "The Blair Witch Project" (1999) gibi dahiyane bir filmin ne kadar minimal imkanlarla çekildiğini ve ne kadar başarılı ve etkili olduğunu bir düşünün. Ayrıca korku filmleri daha çok görsellik/sinematografi, sinema tekniği (ışık, ses, müzik, kurgu, kamera vs.) üzerinden etkili hale gelen filmler oldukları için, teknik açıdan hayli incelikli filmlerin birçoğunun korku sinemasından çıkması da kaçınılmaz olacaktır. "Nosferatu"nun (1922) Alman ekspresyonizmindeki, Giallo filmlerinin İtalyan sinemasındaki, ya da yeni ekstremizminin 21. yüzyıl Fransız sinemasındaki estetik değeri üzerine düşünün.

Son olarak korku sinemasının o "piç" hali, o ayrımcılığa uğramış ve ötekileştirilmiş hali üzerine. Ben bir korku sineması hayranı olarak bu durumu hem eleştiriyor hem de tuhaf bir biçimde kucaklıyorum da. Bırakalım korku sineması, sinemanın kabul görmeyen ama asi, marjinal, kendine has duruşu olan, ayrıksı çocuğu olsun. Bu belki de onu daha karakteristik ve daha özel kılıyordur. Ana akımın en dışında olan türdür çünkü korku. Bu yüzden en sıra dışı, en orijinal şeyleri yapmaya en açık türdür. Ana akımı en zora sokabilecek türdür. Ana akımın ya görmezden geldiği ya da çok tonu düşürülmüş biçimde ele aldığı ekstrem konuları cesurca ele alışıyla, sinemada sansür kavramı üzerine, sinemada şiddet üzerine sorduğu sorularla... Tabii bu, daha "prestij" sahibi, büyük stüdyo yönetmenlerinin korku türüne hiç yaklaşmadıkları ve korkunun tamamen yeraltına itilmiş bir tür olduğu anlamına da gelmiyor. Bakınız: Alfred Hitchcock, Peter Jackson, Roman Polanski, Stanley Kubrick, Steven Spielberg gibi yönetmenler. Hatta en sanatsal kulvardaki yönetmenlerden bile ilginç örnekler mevcut sinema tarihinde: Ingmar Bergman'ın "Hour of the Wolf" (1968) filmi ya da Michael Haneke'nin "Funny Games" (1997) filmi gibi.

Sözü daha fazla uzatmadan usta yönetmelere paslıyorum. Onlar korku kavramı üzerine, korku sineması üzerine, kendi yaptıkları ya da başka yönetmenlerin yaptıkları korku filmleri üzerine neler söylemişler bakalım.

NOT: Buraya eklediğim tüm alıntılar IMDb'de yönetmenlere ait sayfalardan alınmıştır ve hepsi Türkçe'ye şahsım tarafından çevrilmiştir. Yani kopipeyst değil el emeği. :) Buyursunlar.




ALEJANDRO AMENABAR
Kendimi karanlık bir insan olarak görmüyorum. Yalnızca karanlık karakterlerle oynamayı seviyorum.



ALEXANDRE AJA
Avrupa’da hiç korku filmi yapılmıyor. Bir slasher ya da kanlı bir film yapmak çok zor. Seyircisi yok. Bence Avrupa ile Amerika arasındaki temel fark, Avrupa’da bir tür özgürlük var. Bizim Püritanizm sorunumuz yok. Çıplaklıkla sorunumuz yok. Ama öte yandan şiddetle sorunumuz var. Çok uçlara gitmek çok zor. “The Last House on the Left” (1972) gibi bir filmi Avrupa’da yapmak çok zor olurdu. Tıpkı “High Tension”ı (2003) (kendi filmi) yapmanın zor olduğu gibi. Filmi yapmak için gerekli parayı bulmak kolay değildi çünkü çok şiddet doluydu. Çıplaklıkla bir sorunumuz yok, tek sorunumuz aşırıya kaçan şiddetle. Örneğin “The Devil’s Rejects” (2005) muhteşem bir film ama Avrupa’da çekmesi çok zor olurdu. Çünkü çok şiddet dolu ve travmatik ama bazen katillerin tarafını tutuyorsunuz ve bu, bizimkilerin sorun edeceği bir şey olurdu.



ALFRED HITCHCOCK
Patlamanın korkunç bir tarafı yoktur, patlama beklentisinin vardır.

Korku, anlaması zor bir şey değildir. Sonuçta hepimiz çocukken korkmuyor muyduk? Kırmızı Başlıklı Kız’ın kurtla karşılaştığı zamandan beri hiçbir şey değişmedi. Bugün bizi korkutan şeyler dün korkutanların tamamen aynıları. Yalnızca başka bir kurt. Bu korku kompleksi her bireyde yerleşiktir.

Bana göre “Psycho” (1960) büyük bir komediydi. Öyle olmak zorundaydı.

Bazı söylentilere göre “Psycho” o kadar korkunçmuş ki bazı insanlara korkudan dilini yutturacakmış. Bazı adamlarım bir umut eşlerine filmi izlettiler. Kadınlar filmden hayli sarsılmış ama yine de hayli konuşkan bir biçimde çıktılar.



CLIVE BARKER
Korku eserleri bize, sahip olduğumuza inandığımız kontrolün tamamen illüzyon olduğunu, her an kaos ve unutuluşa doğru sendelediğimizi gösterir.

Tek yapmak istediğim gündüzü karartmak ve geceyi aydınlatmak.

Bazı insanlar korku filmlerinin ikinci sınıf bir filmcilik olduğunu düşünürler ve bu düşünceyi atlatmanın tek yolu, yaptığımız işten gurur duymaktır.

Kesin olarak inanıyorum ki bir öykü ancak içindeki kötü karakter kadar iyi olabilir.

Bugünlerdeki birçok “korku” filmi aslında korku filmi değil. Bana ürkütücü gelmiyorlar. Bu yüzden bir şeyi tasvir etmek için “korku” kelimesini kullanırken çok dikkat ederim.

Annemle “Hellraiser”ı (1987) izlediğimiz zamanı hatırlıyorum. Açılış yazılarında adımı gördüğünde ağlamıştı ve ben de ona, önümüzdeki iki saat içerisinde en mutlu olacağı anın o an olduğunu söylemek zorunda kalmıştım.

Sekiz film boyunca tek bir edepli, iyi şey yapmayan Pinhead (“Hellraiser” filminin baş kötü karakteri), hala onun çocuklarını dünyaya getirmek isteyen kadınlardan fan mailleri almayı başarıyor.



DARIO ARGENTO
Kadınları severim, özellikle de güzel olanları. Eğer güzel yüzleri ve bedenleri varsa, filmlerde çirkin bir kadın ya da bir erkektense onların öldürülmelerini izlemeyi daha çok severim. Bu fikrimi kesinlikle kimseye karşı savunmak zorunda değilim. Bunun hakkında kimin ne düşüneceği ya da ne çıkarım yapacağı umurumda değil. Bu konu hakkında ne hissettiğimi söylediğimde röportajları yarıda kesen birçok gazeteci oldu.

Birçok iyi yönetmen oldu, John Carpenter, Brian De Palma gibi, ama işler ticaret, para ve kötü ilişkiler tarafından kirletildi. Korku türünün başarısı aynı zamanda düşüşünü de getirdi.

Korku, gelecek demektir. Ve bundan korkmamalısınız. Her şeyi en uç sınırına kadar itmelisiniz yoksa hayat sıkıcı olur, insanlar sıkıcı olur. Korku bir sürüngen gibidir, hep deri değiştiren, hep başkalaşan. Ve daima geri gelecektir. Bilinçaltımızda tutmaya çalıştığımız suçlu sırlarımız gibi saklanamaz.

“Deep Red” (1975) kendi filmlerim arasında favorim. David Hemmings’in oynadığı karakter birçok yönden benim kişiliğimi temsil ediyor. Çok güçlü, çok vahşi bir filmdi ve elbette sansürcülerin keyfini kaçırdı. Bazı ülkelerde neredeyse bir saatlik kısmı kesildi.

“Suspiria”nın (1977) birçok seyircinin bayılmasına yol açtığı sık sık söylendi. Ama bu benim sanatım ve onu ölene dek savunacağım. Filmlerde şiddet görmek belki bazı insanları agresif yapabilir ama içinde yaşadıkları dünya hakkında bir şeyler de öğrenebilirler. Medyada şiddet olmasaydı insanlar şiddeti yalnızca gerçek deneyim üzerinden öğreneceklerdi. Sizi bilmem ama ben gidip bir kavgaya karışıp burnumu kanatmak istemem. Şiddeti katartik bir deneyime yöneltmek çok daha iyi bir fikir.

Korkunç şeylere bakma ve onları başka insanlarla paylaşma tutkunu olmak doğru mu?

Filmler rüyalardır. Birçok eleştirmen filmlerimin iyi olmadığını çünkü fazla inanılmaz olduklarını söylüyorlar, ama bu benim tarzım. Öyküleri rüyaymış gibi anlatıyorum. Bu benim hayal gücüm.



DAVID CRONENBERG
Dişçim geçen gün şöyle dedi: “Hayatımda yeterince problem var, neden bir de senin filmlerini izleyeyim?”

Korku filmlerini sanat olarak, yüzleşme filmleri olarak görüyorum. Hayatınızın, yüzleşmesi zor olan yönleriyle yüzleşmenizi sağlayan filmler. Bir korku filmi yapıyor olmanız, sanatsal bir film yapamayacağınız anlamına gelmez.

Hepimiz aynı hastalığa sahibiz – sonlu olma hastalığı. Ölüm, tüm korkuların temelidir.

Hayal gücüm hiç de korkularla dolu değil. Bu filmlerimin ne olduğuyla ilgili bir yanlış anlama. Öncelikle, bence tüm filmlerim komik. İçlerindeki her şey komik değil ama mizah dolu filmler. İkincisi, filmlerimdeki aslında benim hayal gücüm değil. İnternette ya da gazetede haberleri okuyan herhangi biri orada her gün korkuyu görecektir, bununla karşılaştırıldığında benim hayal gücüm harika bir oyun alanı gibi kalır.

En korkunç filmin ne olduğu üzerine – Bu tamamen öznel bir şey çünkü birini korkutan başkasını güldürür. Her insan için bu sorunun başka bir cevabı olabilir. “Bambi” (1942) bir çocuk için korkunç bir filmdir çünkü Bambi’nin annesi öldürülür. Çocukken bu korkunç bir şeydir. O zaman bu sayılır mı? “The Blue Lagoon” (1949) diye bir film var, çocukken beni çok korkutmuştu. Teknede çocuklar var, tekne batıyor, ebeveynler boğuluyor, çocuklar adada sarhoş bir denizciyle yalnız kalıyorlar. Bir mağarada yılanlı ve iskeletli bir sahne var, bu benim için korkunç bir filmdi. Muhtemelen yetişkin biri için o kadar da korkunç değildir. Yetişkin olarak benim için “Don’t Look Now” (1973) gerçekten etkileyiciydi, ölüm beklentisi çok somuttu. Öte yandan bu soruyu soran kişi filmi izlese belki üzerinde hiçbir etkisi olmaz. Kesin bir evrensel yoktur.



DON COSCARELLI
Sanırım bana yapıştırılmış bir etiket olmasından ötürü, birçok kişiden daha şanslıyım. Fakat bu etiketin, filmleri finanse eden kişilerden saygı kazanmayı çok zorlaştırdığı da bir gerçek. Yine de sinemanın gücüne ilk tanık oluşum tür filmlerinden ötürü olduğu için, bu etiketi gururla taşıyorum.

İlk “Phantasm” (1979) filmini yaptığımda bir mit yaratma planım yoktu. Yalnızca, zaman zaman birkaç seyirciyi koltuklarından zıplatabilecek etkili ve düşük bütçeli bir film yapmaya çalışıyordum. Küçük hikâyemizi mite dönüştüren bir şey varsa o da fanlardır.

“Phantasm”ın fanları ile ilgili en çok sevdiğim şey, filmlerle ilgili zekice ve ilginç analizleri. Bazı spekülasyonlar çok derin olabiliyor ve bazen fanlar, ne benim ne de oyuncuların bulabildiğimiz muhteşem bağlantılar bulabiliyorlar.

Belki de enerjimi konvansiyonel bir biçimde sistemin içine girmeye odaklasaydım ve “Phantasm” serisi üzerine bu kadar çok zaman harcamasaydım, daha çok, daha çeşitli ve kesinlikle daha büyük bütçeli filmler yapabilirdim. Ama itiraf etmeliyim ki içinde toplar, cüceler, cenaze arabaları, tüfekler olan filmler yapmak muhteşem!

Devam filmleri korku türünün başlangıcından beri var olmuşlardır, Frankenstein, Dracula, Mumya ve Kurt Adam filmleri. Bazı devam filmleri, orijinal filmlerden bile daha iyidirler. Bence en iyi koşullarda devam filmleri, kabusvari bir korku dünyasının içine girme, tuhaf karakterler ve garip durumları uzun bir zaman periyodu içerisinde deneyimleme lüksünü bize sunarlar.



EDGAR WRIGHT
Korku filmleri ve tür filmleri beni daima büyülemiştir. Korku, hep izlemek ve yapmak istediğim bir tür olmuştur. Eşit oranda komedi de beni büyüler. Sanırım “An American Werewolf in London” (1981) filminin hayatımı değiştirmesinin nedeni, film izleme deneyimlerimin çok başında, tonu ve elde ettiği etkisi açısından çok sofistike bir film izlemiş olmamdı.

George A. Romero’dan önce de zombi filmleri vardı ama yamyamlık kısmını o icat etti. Günümüzde zombi denince aklımıza gelen şey aslında Romero’nun zombileridir.



ELI ROTH
İnsanlar şiddeti gerçek hayatta sevmezler ama filmlerde severler. Ve bence birçok stüdyo korku filmi kimseyi incitmek istemiyor. Ellerinde fazla ekstrem bir şey varsa test ediyorlar ve insanları incitiyorsa onu eliyorlar. Ama “Open Water” (2003), “Wolf Creek” (2005), “The Devil’s Rejects” (2005) gibi filmler stüdyo sisteminin dışında yapılan ve mutlu sonları olmayan filmler. Stüdyolar ve eleştirmenlerin unuttuğu şey şu ki insanlar korkmak ve rahatsız olmak için para veriyorlar.

Bir korku filminin gerçekten şiddete yol açtığı tek bir örnek yok. İnsanlar sahte olduğunu biliyorlar, bu yüzden keyfini çıkarıyorlar. Kontrollerinin ötesindeki kendi korkularıyla başa çıkmalarına yardım ediyor bu. Kimse bir korku filmi yüzünden ölmemiştir, aslında durum bunun tam tersi. Korku filmi, gidebileceğiniz en iyi randevu filmidir çünkü tüm film boyunca yanınızdaki kişiye sıkıca sarılabilirsiniz. Ve eğer film işe yararsa partneriniz o gece yalnız uyumak istemeyecektir. Korku filmleri afrodizyak gibidir. Bundan 9 ay sonra bir “Hostel” (2005) bebekleri dalgası bekliyorum.

Eğer işten eve, tepeden tırnağa sahte kana bulanmış olarak dönmüyorsam, o zaman bir korku yönetmeni olarak işimi yapamamışım demektir.

Festivallerde “Audition” (1999), “Ichi the Killer” (2001), “Sympathy for Mr. Vengeance” (2002) gibi tüm o filmleri izledim ve dedim ki, işte bu tarz filmler yapmak istiyorum. Hasta, rahatsız edici ve sikik şeyler, ama aynı zamanda eğlenceli de olmalarını istedim.

8 yaşındayken “Alien”ı (1979) izledim. Benim için “Jaws” (1975) ile “Star Wars”un (1977) bir kombinasyonu gibiydi ve yönetmen olma isteğini bende uyandıran filmdi. Bana travma yaşatmıştı. İzledikten sonra o kadar gergindim ki kustum ama bu sanırım bir korku filmine yapabileceğiniz en büyük iltifat. Sonra 12 yaşında “The Evil Dead”i (1981) izledim ve o da bana travma yaşattı, ama aynı zamanda öğrendim ki 21 yaşında biri tarafından çekilmişti, öğrendim ki arkadaşlarınla ormana gidip çok az parayla bir klasik yapabilirsin.

“The Exorcist” (1973) hayli gerçek gibiydi. Bu kadar korkutucu bir şey hiç görmemiştim. Beni yıllarca korkuttu, çocukken yıllarca kabuslar gördüm ve hep bir şeytan çıkarma filmine dâhil olmak istedim.



GEORGE A. ROMERO
Benim fikrime göre iyi bir zombi yürüyüşü, sanki kafan fazla ağırmış ve kasların körelmeye başlamış gibi sallanmaktır.

Zombi filmlerim arasında uzun zaman dilimleri olduğu için farklı on yıllık dilimlerin sosyopolitik iklimlerini yansıtabildim. Onların bir tür tarih kaydı, olup bitenin sinematik bir günlüğü olduklarına dair kibirli bir fikrim var.

Zombiler ve insanların huzurlu bir biçimde bir arada yaşayabilecekleri noktaya varacak kadar uzun yaşamayacağım. Umutlu bir finalle bitirebilmenizin muhtemelen tek yolu bu, ki bu durumda zombiler sizin karaciğeriniz yerine tavuk karaciğeri yemeyi öğrenmeliler. Ama bu noktaya asla varamayacağım.

Zombilerden asla bıkmayacağım. Bıktığım şey yapımcılar.

Zombilerin hep devrimle ilgili olduğunu düşünmüşümdür, bir nesil diğerini tüketiyor.

Soruları cevaplamaya ya da vaaz vermeye çalışmıyorum. Kişiliğim ve fikirlerim, filmlerin içerdiği eleştiriler yoluyla ortaya çıkıyor, ama bunları zamanın bir enstantanesi olarak düşünüyorum. Dünyada bir şeyler oluyor ve şöyle diyebiliyorum, “Ah, bundan bahsedebilirim, ve içine zombiler de atabilirim! Ve finanse edilmesini sağlayabilirim!” Bilirsiniz, bu benim biniş biletim.

“Night of the Living Dead” (1968) üzerine – Başta onları zombi olarak düşünmedim, yamyam ya da hortlak olarak düşündüm ve ilk filmde zombi kelimesini hiç kullanmadım. Sonra insanlar onlar hakkında yazmaya, onlara zombi demeye başladılar, işte birdenbire yeni zombiler olmuşlardı. Sanırım birkaç kural icat ettim, hortlağı öldürmek için beynine nişan alman gerektiği gibi, ve sonunda bu fikri kabullenip “Dawn of the Dead”de (1978) onlara zombi dedim, ama benim için ne oldukları o kadar da önemli değildi. Var olmaları yeterliydi.

Ben zombilerim gibiyim. Uzun süre ölü kalmayacağım!

Sanırım filmlerimde ya sonunuz gelmiştir ya da yapmanız gereken hayli zorlu bir iş vardır.

Evet, stüdyolar tarafından tür adamı olarak görülüyorum. Birkaç tane tür dışı film yaptım ama kimse gidip izlemedi. Sanırım asla o kulübe giremeyeceğim.

Eğer bir korku filmi başarılı olursa herkes “Hadi gidip bir korku filmi yapalım!” der. Korku, asla ölmeyen türdür.

Korkunç olmak için 40 milyon harcamanız gerektiğini düşünmüyorum. En iyi korku filmleri, çok daha az imkânlarla çekilenlerdir.



GUILLERMO DEL TORO
Stanley Kubrick’in film üzerindeki mutlak kontrolü, sapasağlam çerçevelemesini ve gergin zamanlamasını “The Shining”in (1980) masum seyircisinin üzerine direkt olarak doğrultulmuş gerçek silahlara çeviriyor. Hiç kimse Steadicam’i (sabit kamera), onun Torrance’ın arkasında, Danny’nin bisikletinin arkasında çektiği takip sahnelerinde kullandığı kadar kusursuz biçimde kullanmamıştır. Film müziğini muhteşem biçimde kullanır, oyuncularının hayli tarz sahibi ve hipergerçek performanslarını konumlandırmak ve seyirciyi rahatsız etmek için somut müziği ses efektleriyle karıştırır. Ve ferahlatıcı bir biçimde, Kubrick Grand Guignol anlarının tamamen üstüne çıkmış da değildir: asansör kapısından boşalan kan, göğse inen balta, kanlara bulanmış Grady ikizleri ve küvetin içinde çürüyen yaşlı hortlak kadın. Kubrick muhteşem bir korku filminin hem şok edici hem de hayli artistik bir çaba olabileceğini kanıtlıyor.

Onu korkutan şeyler üzerine – Politikacılar, hem de çok. Çok dengesizler, özellikle de bu günlerde. Ve insan adiliği. Tanrım, bu korkunç. Çok dehşet verici. Bir UFO gördüm ve iki kere de hayaletlerin sesini duydum, biri Yeni Zelanda’da biri de Meksika’da, ama bunlar en korkunç şeyler değiller. Korkunç olan şeyler, gündelik gerçek şeyler.

Korku öyküleri, yerleşik hayata geçmiş mağara adamları olarak, çocuklarımızın gece dışarı çıkmalarını önlemek amacıyla onlara korkunç öyküler anlattığımız zaman doğdu. Bugün üç parça takım giymiş, heyecanlı ve sıkı biri için, bir korku filminin hız trenine binip delirmiş gibi çığlık atmaktan daha katartik bir deneyim olamaz.

Sapkın ve zeki filmleri seviyorum, sinemadan çıkınca eve yanınızda götürebileceğiniz şeyleri. “Black Sabbath” (1963) sizi her dakika zıplatmayabilir ama Mario Bava filmde yorulmak bilmez imgeler yaratır ve Jack Clayton’ın “The Innocents” (1961) filmi o kadar ürkütücü ve güçlüdür ki Clayton, anlık korkutmaları tercih eden yönetmenlerden daha uzun yaşayacaktır.

Beni tür filmlerine çeken şey, güzellik ve korku. Bu yönetmenler, birçok kişinin çöpe attığı, önemsiz gördüğü bir türde büyük sanat eserleri vermişlerdir. Ama “The Innocents” (1961) herhangi bir türde görebileceğiniz en güçlü filmdir. Diğer filmlerin üzerine yükselir.

Çocukların tek cümlelik şakalar yapan mutlu, beyinsiz yaratıklar oldukları Hollywood filmlerinden nefret ediyorum. “The Devil’s Backbone”a (2001) koymaya çalıştığım şey, bir çocuk olmanın ne kadar güvensiz olduğu fikriydi. Hayatımın birçok aşamasında çocukların neredeyse birbirlerini öldürdüklerine tanık oldum.



HIDEO NAKATA
Çocuklar öbür dünyaya yetişkinlerden daha yakındır, ve özellikle bu yüzden doğaüstü güçler tarafından ele geçirilebilirler.

Kulağa çok basit gelebilir ama Asyalı hayaletler tam arkanızda durup size bakabilirler ama hiçbir şey demezler, yalnızca öylece durup ana karakteri izlerler. Ve bu bizim açımızdan korkunç olabilir. Oysa batı filmlerinde genellikle hayaletler kötücül varlıklardır ve kurbanlara zarar vermeye, saldırmaya çalışırlar. Batılı ve Asyalı hayaletler arasında aktiflik, agresiflik farkı vardır. Ama tabii ki batıda da “The Haunting” (1963) ve “The Innocents” (1961) gibi istisnalar var, bu filmlerde hayaletler yalnızca orada duruyorlar. Hatta “The Haunting”de hiç hayalet falan yok.



JAMES WAN
Ustalığın önemli olduğunu düşünürüz, ve ironi daima şu olmuştur ki; korku filmleri eleştirmenler tarafından yok sayılabilir ama çoğu zaman ustalık açısından bulabileceğiniz en iyi yapılmış filmler de onlardır. Bir filmdeki kırışıklıkları, dikiş izlerini, çatlakları gören bir insanı korkutamazsınız çünkü.

Birçok insan bunun farkında değil ama ben aslında çok hassas bir adamım. Kan ve bağırsakla dolu gerçekten ekstrem korku filmlerini izleyemiyorum. Yani ekranda olan bir şeye karşı eşiğim bu seviyedeyken, gerçek dünyada yaşanan acılara olan eşiğimi hayal edebilirsiniz.

“Saw” (2004) üzerine – Filmi son derece klostrofobik yapmak istedim ve bunu şu şekilde yaptım: Ne zaman yeni bir mekâna geçiş yapacak olsak, bu mekânın dışarıdan bir çekimini yapmayacaktım. Bir ev görmeyecektiniz, direk içeriye geçiş yapacaktık. Hep içeriye, içeriye, içeriye.

İlk versiyonumuzu, Sundance versiyonunu teslim ettiğimizde, filmin fazla yoğun olduğu söylendi bize. Gerçekten mi? Bir yönetmen olarak yapmam gereken şeyi yaptığım için cezalandırılacak mıyım? Sanırım “ton”la ilgili bir sorunları da vardı. “Ton”u nasıl kesebilirsiniz ki? “Ton”u nasıl sansürleyebilirsiniz?

Büyük bir David Lynch fanıyım, kendisinin “Saw” üzerindeki etkisi büyüktür, ve gerçekten hayran olduğum bir başka yönetmen de İtalyan Dario Argento. Bu iki adam üzerimde büyük etkiye sahip; “Deep Red” (1975), “Lost Highway” (1997).



JAMES WHALE
Bir yönetmen eğer savaştan, cinayetten ve soygundan heyecan duymuyorsa oldukça kötü bir yönetmen olmalı.

“Frankenstein” (1931) üzerine – Boris Karloff’un tuhaf, delici kişiliği şeklinden daha önemliydi, şekil kolayca değiştirilebilirdi.



JOE DANTE
Filmlerde özellikle sevdiğim şey, gerçek hayatta yapamayacağınız şeyleri yapmaları ve sokağa çıktığınızda göremeyeceğiniz şeyleri göstermeleri. Gerçek hayatı yaşandığı ve yaşanması gerektiği gibi gösteren birçok iyi film olmuştur. Ama yine de benim favori filmlerim, filmler dışında başka hiçbir yerde göremeyeceğiniz şeyleri size gösterenlerdir.



JOHN CARPENTER
Fransa’da bir auteur yönetmenim, Almanya’da bir yönetmenim, İngiltere’de bir tür filmi yönetmeniyim ve Amerika’da bir serseriyim.

Biz şiddet dolu bir ülkeyiz. Hep öyle olduk. Bireyselliğimizi ve şiddetimizi kabulleniyoruz.

Yeni bir trend de birçok kadının korku filmi izlemeye başlamış olması. Bu korku için çok sevindirici bir gelişme. Artık daha geniş bir seyirci kitlesi var. Sanırım çoğu stüdyo korkuda gerçek bir potansiyel olduğunun farkında, yeni ve eşsiz bir şey bulabildiğin sürece. Bir süre, öyküye bambaşka bir yaklaşım tarzı olan Japon korku filmlerini yeniden çekme trendi vardı, bunların bazıları ülkemize de iyi bir geçiş yaptılar. Korkunun hendeklerinde çalışmış bir adam için, tüm bunları izlemek büyüleyici.

Filmlerdeki canavarlar bizleriz, daima, her şekilde. Onlar bizim kılık değiştirmiş hallerimiz. George A. Romero’nun filmlerindeki zombiler bizleriz. Onlar da bizim gibi açlar. Canavarlar bizim tehlikeli taraflarımız. Sürüngen beyinli taraflarımız. Hırçın ve zalim taraflarımız. Tüm bu yönlerimizi öykülerimizde canavarlar olarak dışa vuruyoruz.

Düşük bütçeli bir film yapan her insan, “Night of the Living Dead”den (1968) etkilenmiştir.

Her başarısızlığı zor kaldırırım. En zor kaldırdığım ise “The Thing”di. (1982) Eğer büyük bir hit olsaydı kariyerim çok farklı olabilirdi. Filmden nefret ettiler. Bilimkurgu fanları bile. Bir şekilde güvenlerine ihanet ettiğimi düşünüyorlardı ve bu üstüme üşüşme çılgıncaydı. Orijinal filmin yönetmeni Christian Nyby bile beni aşağılıyordu.



LUCIO FULCI
Şiddet İtalyan sanatıdır.

Korku filmleri yaptığım için bir suçlu değilim. Birçok İtalyan tür yönetmeni hayvan severdir: Mario Bava kedileri severdi, Riccardo Freda atları sever, ve Dario Argento da kendisini.

Dario Argento ile benim aramdaki tek fark bütçeler. Aynı şeyi yapıyoruz.



M. NIGHT SHYAMALAN
Bilinmeyenin korkusu dediğimiz zaman korkunun tanımını vermiş oluyoruz; korku bilmediğimiz şeydir, ve kendimizi güvende hissedebilmemiz için hepimizin içinde genetik olarak vardır. Ormandan korkarız çünkü ona aşina değilizdir, ve bu bizi güvende tutar.



MARIO BAVA
Bir korku filminde ışık, etkinin %70’ini oluşturur. Atmosferin yaratılışında elzemdir.



MATT REEVES
Korku beklentisi bir filmde herhangi bir şeyin olabileceğinden daha korkunçtur. İnsanların hayal gücü, korku ve dehşet yaratmada en etkili araçtır.

Gerçekten ilginç olan tür filmleri, özellikle canavar filmleri, kasıtlı olarak zamanlarının korkularını uyandırırlar. Örneğin “Godzilla” (1954), Hiroşima’dan on yıldan daha az bir süre sonra çıkmıştı, ve Japonya’da bir klasiktir. “Seven Samurai” ile aynı zamanda çıkmıştı ve onunla eşit düzeyde görülüyordu. Film kesinlikle o zamanların endişesinin bir metaforuydu, Hiroşima sonrası korkuların ve artık dünyayı yok etme yetisine sahip olduğumuzun. Bu endişeye dev bir canavar biçimi vermek, korkuları yüzeye çıkarmanın etkili bir yoluydu.

Keşfettiğim üzere tür sinemasının keyfi şu ki, kendi korkularını keşfedebiliyorsun, ve türü metafor olarak kullanabiliyorsun – elindeki dev bir canavar ya da 12 yaşındaki bir vampir de olsa. Elindeki her ne ise, yüzeyin altına bir şey yerleştirebiliyorsun ve büyük bir eğlence oyunu kılığında kişisel bir film yapabiliyorsun.



MICHAEL HANEKE
Bir imgeyle karşı karşıyayken bir şeyler hissetmemize izin veririz, ama bir insanla karşı karşıyayken değil, çünkü bu daha tehlikelidir, çünkü imge bize karşılık veremez. İmge bitmiş bir şeydir, bu yüzden rahat olabilirsiniz. Prensipte tüm korku filmleri buradan gelir, korkudan haz alabilirsiniz çünkü size bir şey yapamayacağından eminsinizdir. Ama aynı şeyi gerçek yaşama uyarladığımızda, tabii ki son derece tehlikeli bir hal alır.

Film yapabilecek kadar şanslıyım, bu yüzden bir psikiyatriste ihtiyacım yok. İşim sayesinde korkularımı çözümleyebilirim. Bu dev bir imtiyaz. Bu tüm sanatçıların sahip olduğu bir imtiyaz, bir şey yaratmak için mutsuzluklarını ve nevrozlarını çözümleyebilmek.



NEIL JORDAN
Canavarlar ve canavar gibi insanlar beni büyülüyor, mantıksızlık ve irrasyonellik beni büyülüyor.

Son zamanlarda çok fazla vampir filmi çıktı. Sıra dışı olan şey ise artık vampirler küçük kızlara hitap ediyor. Eğer Anne Rice’ın vampirleri AIDS’in yayılışını sembolize ediyorlardıysa, gecenin yaratığı şimdi çok daha tuhaf bir şeye dönüştü. İlk “Twilight” (2008) filmini izlediğimde şöyle düşündüm: “Tamam, vampirlik şimdi de ergenler arasındaki saf aşkın alegorisine dönüştü. Ne kadar da tuhaf!”



NEIL MARSHALL
Korku filmlerinin yapılıyor olmasının nedeni yatırımcı ve dağıtımcıların bunu kolay para yolu olarak görmeleri. Korku türü uzun zamandır yaşamadığı bir popülerlik dalgası yaşıyor. Hardcore seyirci alanından çıkıp çok daha geniş çaplı bir seyirci kitlesine ulaştı.



PETER JACKSON
Ciddi bir insan değilim. Aklıma hemen komik şeyler ve espriler gelir, ben böyleyim. Ciddi bir korku filmi yapmaya yetecek kadar kendimi kontrol edebileceğimden şüpheliyim.

Tür yönetmenleriyle hep ilgilenmişimdir: Stuart Gordon, George A. Romero, Sam Raimi. Kubrick’i de seviyorum, onun yaptığı gibi bir film hiç yapamam.



ROB ZOMBIE
Artık filmlerin hiç kesin sonları yok. Her film, bir devam filmi ihtimaliyle bitiyor ve bu beni deli ediyor. Şöyle hissediyorum: “Neden iki saatimi buna verdim ki? Bir sonu bile yok.”

Yeniden çevrimlerde kazanmanızın yolu yoktur. Eğer film orijinale çok benziyorsa, herkes yeniden çekmenin amacını sorgular, ama orijinalden çok farklıysa, bu sefer de çok farklı olduğundan şikâyet ederler!

Lisedeyken “Dawn of the Dead”i (1978) izlemeye sinemaya gittiğimi hatırlıyorum. Sinemada tam bir kargaşa vardı ve filmi zar zor izleyebiliyordunuz. Çok eğlenceliydi.

Sanırım tuhaf olan her şey beni büyülüyor.

“Let the Right One In”i (2008) izledim ve muhteşemdi. Sanırım yabancı korku filmlerinde çok sevdiğim şey, çok farklı bir atmosfer yaratıyor olmaları. Amerika’da geçen, Amerikalı oyuncuların oynadığı Amerikan filmlerine çok alışıyorsun. Fazla bir gizem yok. Ama film İsveç’te geçtiğinde, insanlar ve görünüşleri, mimari, kar, karanlık, ortaya farklı bir bütün çıkarıyor. Sanırım Amerikalıların yabancı filmlere çok daha fazla saygı duymasının nedeni bu. Çok farklı bir his yaşatıyorlar. İnsanları korkutmak zordur ve aşina olmadıkları bir tarzınız olduğunda bu daha kolay hale gelir.

“The Shining”i (1980) seviyorum. Stanley Kubrick’i seviyorum, ne zaman bir türü eline alsa, mesela “2001: A Space Odyssey” (1968) ve “A Clockwork Orange” (1971) filmlerinde bilimkurguyu yaptığı gibi, ortaya muhteşem bir şey çıkarıyor. “The Shining” de öyle. Gerçek bir klasik olarak görülüyor ve sanırım kimse buna karşı çıkmaz, ama ilk çıktığında herkes yerden yere vurdu! Ama Kubrick’in tüm filmleri böyle, hepsi berbat eleştiriler aldı. Tuhaf bir şey.

Tüm canavarların hep sempatik bir tarafı vardır. Hep bir yanlış anlaşılma durumu vardır, ya da anlamadıkları bir dünyanın içine itilmişlerdir, ve yaptıkları şeyler korkunçtur ama bunu anlamazlar.

Universal filmlerini seviyorum çünkü çoğu 69-70 dakika. Sadede gel, bum, mezardan bir beden çıkar, bir canavar yap! 90 dakikadan sonra yerimde duramaz oluyorum. Sanırım bazı insanlar film daha uzun olunca paralarının karşılığını daha çok aldıklarını düşünüyorlar ve film daha epik görünüyor, ama ben daha fazlası daha iyidir diye düşünmem hiç. Az ve öz olan şeyleri severim.

70’ler korku sineması 70’ler punk rock’ı gibiydi: Vardı, olup bitti, birçok insan görmedi, ama görenler için çok özeldi. Günümüzde bu filmler çok ünlü ama o zamanlar bu filmleri ıssız yerlerdeki berbat sinemalarda izlerdiniz. “Grindhouse” terimini kullanmayı hiç sevmem ama 80’lerin başında New York’ta yaşayıp 42. Caddeye gidip “Cannibal Holocaust” (1980) ya da “Cannibal Ferox” (1981) gibi filmleri izleyecek kadar şanslıydım. Ve bu çılgınca bir şeydi. O sinemalarda öldürüleceğinizi düşünürdünüz. Bağımlılar ve fahişelerle doluydu, sinema gibi değildi, çünkü 42. Caddedeydi. Tehlikeliydi, tuhaftı, hep insanların dövüştüğünü ve bıçaklandığını görürdünüz. Çılgıncaydı! Filmler ve onları izlediğimiz mekânlar neredeyse aynı şeydi. Ve birçok insan bu filmleri bilmiyordu. O zamanlar popüler değillerdi. Onları özel yapan bir şeyler vardı. Çok kısıtlı bir seyirci kitlesi için yapılan filmlerdi. Ve bu benim hoşuma gidiyordu. Çok farklılardı, ana akımın çok dışındalardı. Lisenizde bu filmlerin adını duymuş ikinci bir insan bulmanız bir mucize olurdu. Şimdi internet sayesinde herkes her şeyi biliyor, hiçbir şey özel değil, her şey Blu-Ray’de, ne zaman isterseniz izleyebiliyorsunuz.

“Freaks” (1932) tam bir fenomen. Tod Browning’i seviyorum, çok fazla iyi film yapmış biri. Bir gün biyografik bir filmi çekilirse ben çekmek isterim. Birçok klasiğin ardındaki isim o, özellikle sessiz döneme ait olanlar, ve ben de büyük bir sessiz sinema hayranıyım. Özellikle Lon Chaney filmleri, ve iyi olanların hepsini Tod Browning çekmiştir. Bu filmleri seviyorum çünkü çok kısa ve etkililer. Kulağa aptalca gelebilir ama günümüzde filmler aşırı uzun ve sündürülmüş haldeler. Ne zaman bir film izlesem şöyle diyorum, “20 dakika önce bitseydi bu filmi sevebilirdim.”



ROGER CORMAN
Korku filmleri daima iyi iş yapar. Ama bu bir döngüdür. Bir korku filmi başarılı olur, ardından insanlar bir sürü korku filmi yapıp piyasayı doyurur, sonra gereğinden fazla korku filmi olur ve insanlar korku filmi yapma işini yavaşlatır. Sonra her şey yeniden başlar.

Jack Nicholson ile bir sahneyi üç-dört kere çekerdik. Stanley Kubrick ise “The Shining”de bir sahneyi yüz kereden fazla çekti. Tam olarak hatırlamıyorum ama 120-130 gibi bir şeydi. Ve Jack iyi bir adamdır, orada durup repliklerini 120-130 kez tekrar etmiş. Ve bana anlattığına göre sonrasında Kubrick’in yanına gidip şöyle demiş: “Stanley, yolun sonuna dek seninleyim, ama bilmeni isterim ki genelde 70. ya da 80. çekimde zirveye ulaşırım.”

Yaptığı Edgar Allan Poe uyarlamaları üzerine – Yapmaya çalıştığım şey gotik korku filmi konseptini geri getirmekti, tabi bu benim için orijinal bir şey değildi. Ama bu tarz filmler popülerliğini yitirmişti, bu yüzden genç bir seyirci kitlesi için aslında yeni bir tarzdı, ve onlara hitap edebileceğini düşündüm. Vincent Price daima başrolü oynayacaktı, yan rollerde genç bir adam ve genç bir kadın olacaktı, böylece Vincent’ın adına ve endamına sahip olacaktık ama genç seyirciye hitap etmek için de yirmili yaşlarında birer erkek ve kadın oyuncumuz olacaktı. Yani işi ikili bir biçimde yapmaya çalışıyordum.

Günümüzde korku filmleri, ben film yaparken olduğundan daha aleni. Eskiden dolaylılık önemliydi. Kurguyla, kamera hareketleriyle ve öyküyle korkuyu ima ederdik, sezdirirdik, korku aşamalı olarak inşa edilirdi. Şimdi ise hemen birinin eli kesiliyor, kan ekrana yayılıyor, ve korkuyu o şekilde elde ediyorsun. Bence bu eğilim zamanla sönecektir. Eğilimlerin başlamasını, yükselmesini ve sona ermesini görecek kadar uzun yaşadım. Bir yönetmen birinin elini bilekten keser, bir sonraki omuzdan koparır. Gitgide daha kanlı bir hal alır. Seyirciler tepki gösterip bundan yüz çevireceklerdir.

Bir bilimkurgu filminde canavar daima baş kadın karakterden daha iri olmalıdır.



ROMAN POLANSKI
Bana göre “Rosemary’s Baby” (1968) tamamen ciddi bir film değil – iki farklı şekilde yorumlanabilir. Filmi, Rosemary’yi sorunları olan ve her şeyi hayal ediyor olan bir kadın olarak da düşünebileceğiniz bir şekilde çektim. Filmi kitaptan daha muğlâk yaptım ve bu yüzden bebeği hiç göstermedim.



STANLEY KUBRICK
İnsan kişiliğinin doğasında yanlış bir şeyler var. Kötücül bir taraf var. Korku öykülerinin yapabildiği şeylerden biri, bize bilinçaltının arketiplerini göstermektir: Direkt yüzleşmek zorunda kalmadan karanlık tarafı görebiliriz. Ayrıca hayalet öyküleri, ölümsüzlük arzumuza hitap ederler. Eğer bir hayaletten korkabiliyorsanız, o zaman bir hayaletin var olabileceğine inanmak zorundasınızdır. Ve eğer bir hayalet varsa, o zaman sonumuz unutuluş olmayabilir.

Duyu ötesi algı ve paranormal ile daima ilgilendim. Varlığına dair kati bir kanıttan yoksun oluğumuzu söyleyen bilimsel deneylerin yanı sıra eminim hepimizin, bir kitabın tam açmak istediğimiz sayfasını açmak, telefon eden bir arkadaşımızı tam da o an düşünüyor olmak gibi deneyimlerimiz olmuştur. Ama “The Shining” (1980), bununla ilgili bir film yapmak hakkında özel bir istekten doğmadı. Türün, okuduğum en ustaca ve heyecan verici öykülerinden biri olduğunu düşünmüştüm. Psikolojik olanla doğaüstü olan arasında öyle sıra dışı bir denge kurmuştu ki, doğaüstü olanın sonunda psikolojik olanla açıklanacağını düşünmeye itiyordu sizi: “Jack tüm bunları hayal ediyor olmalı çünkü çıldırmış.” Bu, doğaüstü olana ilişkin şüphelerinizi askıya almanızı sağlıyordu, ta ki öykünün içine derinlemesine girip doğaüstü olanı neredeyse farkına bile varmaksızın kabul edebildiğiniz ana kadar. Roman hiçbir şekilde ciddi bir edebi eser değil, ama öykü çoğu yerde son derece iyi işlenmiş ve bir film için de bu çoğu zaman gerçekten önemli olan tek şeydir.



STEVEN SPIELBERG
Sanırım karakterleri tehlikeli bir duruma sokan her filmim, benim kendi korkularımdan arınma çabam, ne yazık ki filmin bitiminden sonra onlarla yeniden yüzleşmek üzere. Bütün korkularımdan arınmama yetecek kadar çok filmi asla yapamayacağım.

Ben de herkes kadar suçluyum çünkü “Jurassic Park” (1993) ile dijital çağın müjdelenişine yardım ettim. Ama tehlike şu ki dijitallik, artık hiçbir şeyin göz alıcı olmayacağı noktaya kadar sömürülebilir. 31 yıl önce “Jaws”ı (1975) yapmakla bugün “War of the Worlds”ü (2005) yapmak arasındaki fark şu ki, bugün ne hayal edersem filmde gerçekleştirebilirim. Geçmişte ise mekanik köpekbalığım tamir edilirken ve benim de çekim yapmak gerekiyorken, suyu korkunç kılmak zorundaydım. Seyircinin hayal gücüne ve kamerayı konumlandırma biçimlerime bağlıydım. Bugün çeksem dijital bir köpekbalığı olurdu. Çok daha fazla paraya mal olurdu ama asla bozulmazdı. Sonuç olarak köpekbalığını dört kat daha fazla gösterirdim, bu da filmi dört kat daha az korkunç kılardı. “Jaws” görmedikleriniz yüzünden korkunç, gördükleriniz yüzünden değil. Seyircinin, öykü anlatımıyla partnerlik kurmasını yeniden sağlamalıyız.

Dünyanın sona ermesiyle ilgili korkunç bir filmden sonra gün ışığına çıkabilir ve “Her şey hala yerinde. İyiyim!” diyebiliriz. Kendimizi tedirgin etmeyi seviyoruz. İnsanlar eşiğe yaklaşma ihtiyacı duyarlar, ve yönetmenler ya da yazarlar onları eşiğe götürebildiğinde bu, düştüğünüzü gördüğünüz bir rüya hissi verir, ama tam yere çakılmadan önce uyanırsınız.

“Poltergeist” (1982) doğamın karanlık tarafı, küçük kız kardeşlerimi ölümüne korkuttuğum zamanlardaki ben. “Poltergeist”ta hem korkutmak hem de eğlendirmek istedim, gülüşleri ve çığlıkları karıştırmaya çalıştım.



TAKASHI SHIMIZU
Korku filmleri yapmayı gerçekten seviyorum çünkü ilginç bir şey, çünkü oynayabileceğin bir sürü numara var, son derece eğlenceli, ama farklı bir şey de denemek istiyorum, belki farklı türde korku filmleri yapabilirim, şüphe ya da gerilim türü şeyler, ama şu an gerçekten yapmak istediğim şey komedi.

Bilgisayar efektlerini sevmiyor değilim, ama mesele şu ki, bir korku filminde seyirci gördüğü şeyin bir bilgisayar efekti olduğunu fark ettiğinde artık korkunç olmayacaktır. Bilgisayar efektleri seyirciye süslü, büyük, ilginç geliyor ama aynı zamanda gördükleri şeyin efekt değil de gerçek olmasını istediklerinde, korku etkisi yarıya iniyor, ve bu benim tarz olarak sevdiğim bir şey değil. Eğer insanlar bilgisayar efektinden korkmayacaklarsa ve ben de elde etmek istediğim korku düzeyini korumak istiyorsam, pratik yöntemleri kullanmayı tercih ederim.

Aslında küçükken hiç korku filmi izleyemezdim ve sonunda ortaokuldayken izleyebilmeye başladım, ve o zamanlar Freddy ve Jason filmleri vardı. Bunlar ilk izlediğim korku filmleri oldukları için, bana hala keyif veriyorlar.



TI WEST
“The Shining”deki (1980) o iki tuhaf küçük kızın, birbiriyle aynı mavi kıyafetleriyle kasvetli, çiçek desenli duvar kâğıtlı koridorda duruşlarının görüntüsü, ilk kez onları gördüğüm andan itibaren retinama kazındı. “Gel bizimle oyna, Danny… Sonsuza kadar…” O küçük Grady ikizlerin koro gibi seslerini, bazı favori şarkılarımı hatırlayabildiğim kadar iyi hatırlıyorum. “The Shining”, tekrar izleme fikrinin beni gerçekten rahatsız ettiği ilk filmdi. Bugüne kadar o ikizlerin konusu açıldığında ürperip kişisel bir korku öyküsü anlatmaya başlamayan hiçbir insan tanımadım. Bu bir başarıdır. Tebrikler Kubrick, hepimizi mahvettin.



TIM BURTON
Korku türünün ağır bastığı bir film hiç yapmadım, ve bu tuhaf, çünkü korku türü muhtemelen diğer tüm türlerden daha çok sevdiğim filmlere sahip.

Cumartesi öğleden sonraları televizyonda “The Brain That Wouldn’t Die” (1962) gibi şeyler izleyerek büyüdüm. Kolu kopmuş bir adam var ve tüm duvar kanla kaplanmış. Bunu asla negatif bir şey olarak görmedim. Böyle şeyleri, gerçek olmadıkları sürece, katartik buluyorum.



TOBE HOOPER
İnsanlara fiziksel bir his yaşatmalısınız, içine girdikleri zor durumdan çıkmalarına izin vermemelisiniz. Seyirciye ulaşıncaya kadar daha hızlı, daha hızlı ve daha hızlı yapmayı, şişirmeyi ve çarpmayı seviyorum.



WES CRAVEN
Korku filmleri insan ruhu için acemi birliği eğitimi gibidir. Gerçek hayatta insanlar çok ince bir ambalajın içinde yaşarlar, gerçek ve bazen dehşet verici tehlikelerin tehdidi altında, Columbine Lisesi katliamı gibi. Ama anlatı formu bu korkuları başa çıkılabilir bir dizi olaya dönüştürür. Korkularımız hakkında rasyonel olarak düşünebilmenin bir yolunu sunar.

Korku filmleri korkuyu yaratmaz, onu dışarı salar.

Kendi kültürümün korkularına değinmeyi seviyorum. Düşmanla yüzleşmenin iyi olduğuna inanıyorum, çünkü düşman korkudur.

Özenle biçilmiş ön bahçesi, beyaz çitleri, anne baba ve onların mutlu çocukları, Tanrı korkusu olan ve her zaman iyilik yapmaya çalışan insanları ile Amerikan rüyasının, o Disneyvari rüyanın öteki bir yüzü daha var, işin aslının bu olmadığını keşfetmekten ileri gelen bir tür kızgınlık ve öfke hissi, ki bu da Amerikan korku filmlerine bir şekilde ekstra bir öfke katıyor.

Geriye dönük olarak korku filmlerine bakıldığında zamanın etkilerini görmek genellikle hayli kolaydır. Ve bence şimdi de, 11 Eylül ve Irak sonrası günümüzde, yaratıcı insanlar meselelere olabilecek en güçlü şekilde bakmaya itiliyorlar gibi. Oscar ödüllerine bakacak olursanız, o filmler gerçek meselelerle ilgili. Sanırım herkes “Asıl meseleler hakkında konuşmalıyız.” diyor. Şekerleme zamanı değil. (2006)

Eğer yakın bir zamanda Irak’tan çıkmazsak, “A Nightmare on Elm Street” (1984) gerçek olacak. (2007)

Bana sorarsanız kesinlikle en derin korku, kendi elinizle ya da başkalarının eliyle bedeninize olan şeylerdir.

Filmlerimde öfke var, bu eksiksiz bir kalıp. Öfkemin bir kısmı babama yönelik olabilir, kendisi korkunç bir figürdür.

Bir yapımcı dedi ki, “Bir korku filmi yap.” Ben de dedim ki “Hiç korku filmi görmedim.” O da dedi ki, “Sen bir köktendincisin, etrafta gezinen şeytanların olmalı.”

Bence korku filmleri iki şekilde çalışabilir. Şiddetin gerçekliğini, çekici görünebilecek bir biçime sokabilirler, işin Dionysus tarafını gösterebilirler, ki bu da zevk verici, zalimce bir şeydir, başka insanların acıları üzerinden boşalmak. Bence bu çok tehlikeli bir korku filmi türü. Ben, şiddetin sonucunun çok korkunç olduğunu gösteren türde filmler yapmaya çalışıyorum. Ama uzun vadede artık tüm bunların ne anlama geldiğinden emin değilim.

Seni gerçekten büyüleyen bir fikrin olduğunda ve dürüstçe “Böyle bir şeyi hiç görmedim.” diyebildiğinde, filmi izleyen ilk seyirci gidip herkese anlatacaktır. Bunu yapmalarının nedeni ise böyle bir şeyi hiç görmemiş olmalarıdır. Korkunun avangardı olmaya çalışıyorsundur. Olmak istediğin yer orasıdır.

Korku türünün gelişmesine gerçekten yardım etmen için bir sorumluluğun var, çünkü türün ne kadar derinleşebileceğinin sınırı yok. Fellini ve Bunuel gibi adamlara dönüp, gerçekten derin şeyler hakkında konuşmalarına bakacak olursanız… O kadar kavranması zor filmlerle büyük bir seyirci kitlesi elde edip edemeyeceğinizi bilmiyorum ama korku türüyle elde edebilirsiniz, eğer her sekiz dakikada bir onları çok korkutursanız. Bu yüzden şeytanla eğlenceli bir anlaşma yapıyorsunuz: Birçok ilginç fikir yerleştirmem gerekiyor ama onları gizleyeceğim ve aynı zamanda insanları hem korkutup hem güldüreceğim.

Sinemaya girip korkmak için para vermiyorsunuz. Halihazırda içinizde olan, işlenmiş ve bir anlatıya dökülmüş olan korkular için para veriyorsunuz. Öyküler ve anlatılar, insanların sahip olduğu en güçlü şeyler arasında. Varoluşun kaotik tehlikesiyle başa çıkmak için araçlar.

Yapmak istediğin şey, seyircinin dengesini bozmaktır. Seyircinin beklentilerinin farkında olmalı ve onları bozmalısın, hiç beklemedikleri bir yönden kafalarına bir darbe indirmelisin.

Korku filmleri daha önce gösterilmemiş bir şeyi göstermelidir ki izleyici tamamen afallasın.

Seyirciyi korkutmak için kullanacağınız ilk canavar kendinizsiniz.

“Scream” (1996) tehlike yönünden neredeyse çizgi roman düzeyinde. Ayrıca biraz pembe dizi tadında.

Drew Barrymore bana, köpeğine çakmakla işkence eden bir çocuğun öyküsünü anlatmıştı, köpek alev alıyor ve Drew da gözyaşlarına boğuluyor. Ben de yönetmen olarak istismarcı bir piç olduğum için dedim ki “Bunu kullanmamızın bir sakıncası var mı?” Bu yüzden sette ne zaman onun ağlamasını istesem “Çocuğun çakmağı var. “ ya da onun gibi bir şey derdim, o da gözyaşlarına boğulurdu ve çılgına dönerdi.

“Scream”in Syney’i ya da “A Nightmare on Elm Street”in Nancy’sinin, önceden bulundukları ruh haline bir daha asla geri dönemeyeceklerini düşünmüşümdür hep, ama bir savaşçının yaşamı böyledir, ve bir anlamda artık hiç sivil yok. Savaşçısın. Çarpışıyorsun. Çünkü tüm dünya çarpışıyor.

“Music of the Heart” (1999) filmlerim arasında annemin favorisi, çünkü sadece onu seyretti. Bu gerçekten ilgimi çeken bir şeydi. Korku filmleri beni temsil etmiyor, ya da benim tamamımı. Yalnızca ince bir dilimimi temsil ediyorlar.

“Music of the Heart”ı yapmak ve Meryl Streep’in filmdeki rolüyle Oscar’a aday olduğunu görmek büyük bir zevkti. Ama karşılaştığım ve filmi seven insanların çoğu benim bu filmi çektiğime şaşırmıştı. Korku anlamına gelen bir adınız varsa, bununla yaşamanız gerekiyor.



WILLIAM CASTLE
Hepimizin ortak bir ilgi alanı vardır: Daha büyük ve daha korkunç canavarlar – ve ben de size bunları sunacak olan canavarım.



WILLIAM FRIEDKIN
İnsanların “Psycho” (1960) gibi bir filmi klasik statüsüne yükseltmesi çok yakın zamanlarda oldu. 1960’ta ilk çıktığında korkunç olan ama pek önemli olmayan bir film olarak değerlendirilmişti. Çünkü o yıllarda korku türü en aşağı tabakadandı, kenardaydı. Ve Hitchcock’un kendisi de bu film kadar şiddet dolu ve ürkütücü başka bir film yapmadı. O şüphenin ustası ama şiddetin değil, korkunun kesinlikle değil. Çoğu filmi korku filmi değil, şüphe ve gerilim filmleri.

Beni korkutan çok fazla film yok. Beni korkutmaya çalıştığını bildiğim birçok film izledim ama bunu başaranlar çok değil. Ve korku türü yıllar içinde kesinlikle pek yükseltilemedi. Filmler çoğunlukla tekrar içerikli, başka bir şeyin kopyası gibi. Bütün şeytan çıkarma filmleri, bütün vampir filmleri, bilirsiniz, ortada çok az orijinal şey var. Yalnızca birkaç tane. Birkaç yıl önce “Let the Right One In” (2008) diye müthiş bir film vardı, bence olağanüstüydü. Ayrıca “The Blair Witch Project” (1999) ve “Paranormal Activity” (2007) filmlerini de gerçekten sevdim. Bence bunlar amacına ulaşan çok eşsiz filmlerdi. Ama çoğu zaman filmler bu kalibrede değiller. Çoğunlukla tekrar içerikli taklitçiler.

“The Babadook”tan (2014) daha korkunç bir film izlemedim. Beni derinlemesine korkuttu, sizi de korkutacak. “Psycho” (1960), “Alien” (1979), “Diabolique” (1955), ve şimdi de “The Babadook” (2014).

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)