24 Ağustos 2017 Perşembe

WERNER HERZOG & KLAUS KINSKI: BİR SEVGİ/NEFRET İLİŞKİSİ - EMRE KARA

Bazı yönetmenler, bazı oyuncularla sık çalışmayı severler. Çünkü aralarında eşsiz bir uyum, birbirilerini karşılıklı olarak iyi anlama ve birbirlerine istediklerini en iyi şekilde verme durumu vardır. Bu ikililer arasında en ünlülerinden (ya da kötü şöhretli mi demeliydim) biri de Werner Herzog - Klaus Kinski ikilisidir. Bu Alman ikili, kendi alanlarında muhteşemler: Herzog sinema tarihinin en iyi yönetmenlerinden biri kuşkusuz, Kinski de en iyi oyuncularından. İkisinin bir araya gelmesiyle ortaya muhteşem şeyler çıkması hiç şaşırtıcı değil. Kinski 1926 doğumlu, Herzog ise 1942. İkili birlikte beş film yapıyorlar ve bu filmler hem sinemasal değerleri ile hem de çekimleri sırasında ikili arasında yaşanan sıra dışı olaylarla sinema tarihine yazılıyorlar. Şimdi bu beş film üzerinden hem ikilinin 15 yıla yayılan sinemasal yolculuklarını, hem de aralarındaki eşsiz sevgi/nefret ilişkisini inceleyelim. Ben sevgi/nefret ilişkisi diyorum ama Herzog buna tam katılmıyor: “İnsanlar ikimiz arasında bir sevgi/nefret ilişkisi olduğunu düşünüyorlar. Onu sevmiyordum, ondan nefret de etmiyordum. Birbirimize saygı duyuyorduk, birbirimizi öldürmeyi planlarken bile.”

Birlikte yaptıkları filmlere geçmeden önce Herzog ile Kinski’nin tanışma öyküsünden bahsetmemiz gerekiyor sanırım. Kinski henüz genç ve ünlü olmaya çalışan bir oyuncuyken, Herzog da 13 yaşında bir çocukken, Kinski Münih’te Herzog’un ailesinin yaşadığı apartman dairesinde bir oda kiralıyor. Orada yaşadığı üç ay boyunca, Kinski’nin ürkütücü ve dengesiz tuhaflıkları, Herzog üzerinde kalıcı bir etki bırakıyor. Herzog’un filmlerinde genellikle delirmenin eşiğinde olan kararlı, azimli, hırslı başkarakterler görürüz. Bu karakterler genellikle doğayı kontrol altına almaya çalışır, sonundaysa doğa onlara galip gelir. Böylesi roller tam Kinski için biçilmiş kaftan niteliğindedir. Belki de bu yüzden Herzog, tüm zorluklarına rağmen inatla Kinski ile çalışır. Herzog, Kinski ile çalışmak üzerine şöyle demiştir: “O vahşi hayvanı evcilleştirmek zorunda kaldım.” Kendisi, Kinski ile çalışabilmeyi başarmış olan tek yönetmen olarak saygı kazanmıştır. Ama yine şöyle der Herzog: “Saçımdaki her beyaz tele Kinski adını verdim.”

Herzog “Aguirre”yi çekeceği zaman, çocukluğundan zihninde kalan Kinski imgesini hatırlıyor ve Aguirre gibi deli bir karakteri sadece onun oynayabileceğini düşünerek Kinski’ye senaryoyu yolluyor. Bir gece saat 3-4 arasında telefonu çalıyor. Gerisini Herzog şöyle anlatıyor: “Telefondaki anlaşılmaz bağırtıların kaynağının Kinski olduğunu fark etmem birkaç dakikamı aldı. Bir saatlik bir konuşma ardından ayıktım ki okuduğu en büyüleyici senaryo olduğunu ve Aguirre olmak istediğini söylüyordu.”



AGUIRRE, THE WRATH OF GOD (1972)
Birlikte yaptıkları ilk film “Aguirre, the Wrath of God” (1972). Bu biyografik/tarihi macera filmi, 16. Yüzyılda Don Lope de Aguirre adlı zalim bir adamın liderliğindeki İspanyol bir keşif grubunun El Dorado hazinelerini aradıkları zorlu bir Amazon nehri yolculuğunu anlatıyor. Yolculuk zorlaştıkça grup içerisinde gerilimler, güç savaşları ve güvensizlikler ortaya çıkıyor. Bana öyle geliyor ki bu film, insan doğasına ait en temel elementleri bir geminin üstündeki bir grup insana ve bir yolculuk öyküsüne sığdırabilmiş. Açgözlülük, kapitalizm, güç istenci, militarizm, emperyalizm, koloniyalizm, devlet ve derin devlet, din-devlet ilişkileri, askeriye-devlet ilişkileri, kadın-erkek ilişkileri ve daha birçok şey.

Kinski’nin Aguirre rolüne seçilmesi ise bir dizi garip olayın habercisi. Kinski hayli öfkeli ve şiddet dolu bir adam. Bu filmin çekimleri sırasında yaşanan bazı vakalar bunu kanıtlıyor: Sette hayli gürültülü bir gecede Kinski, oyuncular ve set ekibinin kağıt oynadıkları bir kulübeden gelen seslerden o kadar rahatsız oluyor ki, tüfeği alıp defalarca kulübeye ateş ediyor. Hatta kurşunlardan biri, bir figüranın parmağının ucunu koparıyor. Bunun üzerine Herzog hemen tüfeğe el koyuyor ve tüfeği o günden beri saklıyor. Ama bu Kinski’nin ekipten birine zarar verdiği tek vaka değil. Bir yerli köylüsünde geçen bir sahnede, set ekibinden birinin kafasına kılıcıyla vuruyor. Bu darbe adamı neredeyse öldürüyor, taktığı kask sayesinde kurtuluyor.

Kinski, Herzog’dan bir ses asistanını kovmasını istiyor, artık neden sinir olduysa. Herzog bunu reddedince Kinski onu, filmi terk etmekle tehdit ediyor. Herzog da diyor ki, “Bu ormanı şimdi terk edersen sekiz kurşun yiyeceksin ve dokuzuncusu da benim için olacak.” Bunun üzerine Kinski filmde kalıyor. Bu ölümle tehdit mevzusu üzerine Herzog daha sonra şöyle yorum yapmış: “Evet, bunu yaptım. Ona ne benim ne de onun geçemeyeceğimiz bir çizgi olduğunu söyledim, bizden daha büyük bir sorumluluğumuz vardı. Çekip gitmesinin kabul edilemez bir şey olduğunu söyledim. Eğer bunu denerse hayatta kalmayacağını ona sakince açıkladım. Bir tüfeğim vardı – tabi o an elimde değildi – ve onu vuracağımı söyledim. Bunun bir şaka olmadığını anladı. Polis diye bağırdı. En yakın polis merkezi 40 km uzaktaydı. Ve polisler de 20 dolara bunun bir av kazası olduğuna şahitlik ederlerdi.”

Aynı vakayı başka bir demeçte şöyle anlatıyor Herzog: “Çekimlerin bitmesine 10 gün kala, Kinski her zamanki gibi repliklerini ezberlememişti. Halbuki çok kısa repliklerdi. Birdenbire her şeyi durdurdu, etrafa bir şeyler fırlatmaya başladı, öfke nöbeti içinde bağırdı, setin yarısını yıktı, görüntü yönetmeninin gülümsediğini ve hemen kovulması gerektiğini söyledi. Elbette onu kovmayacaktım çünkü onunla birlikte herkes çekip giderdi. Dedim ki, ‘Hayır, bunu yapmayacağım, sakinleşelim ve devam edelim.’ O da seti terk etti. Bunu neden yaptığını biliyordum çünkü yalnızca son beş yıl içerisinde aynı şeyi 35 kere yapmıştı. Sırf bu yüzden filmler iptal edilmiş ve yok edilmişti. Çok iyi bilinen bir şeydi. Eşyalarını bir sürat teknesine koydu ve bağırdı ve bağırdı. Ve basına bir şekilde yanlış yansıtıldı ama silahsız olduğuma, ona bir silah doğrultmadığıma dair şahitlerim var, ama ona gidip dedim ki, ‘Klaus, düşünmeme bile gerek yok. Ötesine geçemeyeceğimiz sınırın ne olduğunu aylarca ölçüp biçtim. Bu yapacağın o sınırı geçmek olur. Bunu yaparsan hayatta kalamazsın.’ Gayet sakin bir biçimde ‘Tüfeğim var.’ dedim. Tekneyi alıp nehrin öteki yanına geçmeye çalışabilirdi ama kafasının içine sekiz kurşun yerdi. Ama toplamda dokuz kurşun vardı ve dedim ki ‘Tahmin et bakalım sonuncu kime?’ Bana baktı ve artık bunun bir şaka olmadığını anladı. Yapardım. Kendine gelmesi gerektiğini anladı ve sonraki birkaç gün düşmanca geçti. Demek istediğim şu ki, olay bugün kulağa komik gelebilir, bana da komik ve tuhaf görünüyor, orada oturan biri olsaydım ben de gülerdim. Ama demek istediğim, her zaman net bir sınır olmuştur, geçilmemesi gereken bir sınır. Bir görevi kabul ettiğin zaman, üstüne düşeni iyi anlaman gerekir.”

Herzog, Kinski’den istediği performansı alabilmek için onu manipüle etmeyi de hep iyi başarıyor. Bu kurnazca yöntemler belki de her yönetmenin sahip olması gereken yetenekler. Kinski, filmin sonunda Aguirre’nin deliliğini bağırıp çağırarak ve net bir biçimde belli ederek sunmak istiyor. Herzog ise içten içe bu fikre katılmıyor. Bunun üzerinde Herzog, bir buçuk saat boyunca Kinski’den böyle bir performans alıyor, ta ki Kinski yorulup daha fazla bağıramayıncaya kadar. Kinski daha sessiz ve dingin bir hale geldiğinde Herzog kamerayı çalıştırıyor ve Kinski’nin bu halini filmin sonuna dahil etmiş oluyor.

Filmin oyuncu ve set ekibi çok uluslu bir kadrodan oluştuğu için film, hepsinin bildiği ortak dil olan İngilizce’de çekiliyor. Ama çekimler bittikten sonra kaydedilen sesin kalitesinin kötü olduğu fark ediliyor, bu yüzden filmin tüm diyaloglarının yeniden Almanca olarak stüdyoda kaydedilmesine karar veriliyor. Ancak Kinski bu kayıtlar için çok fazla para talep ediyor, bunun üzerine Herzog ona bu parayı vermek yerine ses tonu Kinski’ninkine çok benzeyen başka bir oyuncuyu tutuyor, bu oyuncu Kinski’nin diyaloglarını kaydediyor. Bu olayı Herzog şöyle anlatıyor: “Ona başkalarının teklif edeceğinden çok daha az para verdim tabii. Onun küçük bir parçası kadar. Bütçem yoktu. Piç Kinski bütün bütçenin üçte birini aldı. Sonra, ilginçtir ki, gerçekten iyi olan versiyon Almanca versiyondu, otantik olan oydu, ancak birçok çekimi ırmak gürültüsü eşliğinde yaptığımız için gürültüden tek kelime anlayamıyordunuz. Sesi baştan stüdyoda kaydetmemiz gerekiyordu ve Klaus’a dedim ki, ‘Kayıt için bir buçuk günlüğüne sana ihtiyacımız var.’ O da dedi ki, ‘Tamam geliyorum, ama bir milyon dolara mal olacak.’ Bunun yolu yoktu. O da elbette bin dolarım bile olmadığını biliyordu, her şey gitmişti, kol saatim bile gitmişti, ve o bir milyon dolar istiyordu, filmden o kadar nefret etmişti ki inanamazdınız. Bu yüzden kayda gelmedi, ben de kaydı başka bir oyuncuyla yaptım, sesi de Kinski kadar iyiydi. Çok emek verdim; kimse, kimse bilemez. Ama artık biliyorsunuz. Lütfen bunu basına sızdırmaz mısınız?”



NOSFERATU THE VAMPYRE (1979)
İkilinin birlikte çektikleri ikinci film, yine bir Alman olan Murnau’nun sessiz klasiği “Nosferatu”nun (1922) yeniden çevrimi. Herzog’a göre bu film, tüm zamanların en iyi Alman filmi. Kendi yeniden çevirimi de, kalite açısından orijinaline hayli yakın ve onunla birlikte korku sinemasının başyapıtları arasındaki yerini alıyor. Orijinal film, Bram Stoker’ın romanının telif hakları nedeniyle öyküyü romandan resmen “çalmış” olmasına rağmen karakterlerin adlarını değiştiriyor. Herzog’un filmi çekildiğinde ise romanın telif süresi çoktan bitmiş olduğu için Herzog romandaki orijinal adları kullanıyor fakat öykü açısından romanın bir uyarlamasından çok orijinal filmin bir uyarlaması gibi. Jonathan & Lucy Harker ikilisini Bruno Ganz ve Isabbelle Adjani canlandırırken Dracula’yı da tabii ki Klaus Kinski oynuyor. Bu Dracula öyküsünü çok özel kılan şey; vampirin yalnızlığı, ölümsüzlüğün onun için bir lanete dönüşmüş olması gibi daha felsefi bir yaklaşıma sahip oluşu.

Filmde Klaus Kinski’ye vampir makyajının uygulanması her gün dört sat sürüyor. Ama ilginçtir ki Kinski, Japon makyajcı Reiko Kruk ile çok iyi geçiniyor, makyaj esnasında son derece sabırlı ve mülayim davranıyor. Ama Herzog’la olan ilişkisi yine fırtınalı olmuş olacak ki Herzog, filmde kullanılan çok sayıda farenin, çekimler boyunca Kinski’den daha uyumlu davrandıklarını söylüyor.



WOYZECK (1979)
İkilinin 1979 yılında çektikleri ikinci film. Filmde Kinski, Franz Woyzeck adında bahtsız, yalnız ve toplumda güçsüz bir askeri canlandırıyor. Komutanlarından, doktorlarından ve sadakatsiz eşinden, kısacası dört bir yandan darbeler yiyen, fiziksel ve psikolojik baskı ve şiddete maruz kalan, akıl sağlığını yavaş yavaş kaybetmeye başlayan ve içinde büyüyen öfkesi yavaş yavaş açığa çıkan bir adam.

“Nosferatu the Vampyre”ın çekimlerinin bitmesi ile bu filmin çekimlerinin başlaması arasında yalnızca bir haftalık bir süre var. Kinski yorgunluğunu ve bunalmışlığını, bu filmdeki karakteri daha iyi canlandırabilmek için kullanıyor. 80 dakikalık filmin çekimleri 18 günde bitiyor ve film yalnızca 27 çekimden oluşuyor. Kinski, filmin posterini gördüğünde ve üstündeki büyük “Werner Herzog’un Başyapıtı” yazısını okuduğunda posteri parçalıyor. Çünkü kontratına göre posterdeki en büyük yazının kendi adı olması gerekiyormuş.





FITZCARRALDO (1982)
İki buçuk saati aşan bu epik macera filmi, Peru’nun balta girmemiş bir ormanının ortasında bir opera salonu açmaya karar veren Brian Sweeney Fitzgerald adlı gözü pek bir adamın öyküsünü anlatıyor.  1900’lü yılların başında, yaşadığı yerin kauçuk ticareti sayesinde yıldızı parlarken, opera sevdalısı Fitzgerald, opera salonu açma hayalini gerçekleştirebilmek için önce kauçuk ticareti işine girmeye karar veriyor. Ama planı, zengin bir kauçuk bölgesine ulaşmak için dev bir gemiyi, yerlilerin de yardımıyla karadan yürütmek ve hatta bir tepeden aşırmak gibi uçuk bir fikir de içeriyor. Film, 1800’lü yıllarda yaşamış Perulu bir kauçuk baronu olan Carlos Fitzcarrald’ın gerçek yaşam öyküsünden uyarlanıyor. Gerçek Fitzcarrald gemiyi parçalarına ayırarak taşımış olsa da filmde gemi, özel efekt kullanılmaksızın tek parça halinde dağ üzerinde taşınıyor.

İlginçtir ki Kinski bu filmin başrolü için düşünülen ilk isim değilmiş ama sonunda yine rolü kapmış. Herzog başta Kinski’yi istemiyor çünkü hayli uzun çekim programı boyunca Amazon’da kalacak olan Kinski’nin tamamen delireceğini düşünüyor. İlk olarak Jack Nicholson senaryoyu okuyor ve beğeniyor, başrol için 5 milyon dolar istiyor ama yapımcılar bunu fazla buluyor. Daha sonra Jason Robards seçiliyor ama o da ormanda 6 haftalık çekim sürecinden sonra hastalanıyor ve çekimler duruyor. Bunun üzerine Kinski seçiliyor ve çekimler başa sarıyor. Kinski bu filmin çekimleri sırasında yine hayli bela çıkarıyor. Sürekli set ekibiyle kavga ediyor ve basit meseleler yüzünden öfke krizlerine giriyor. Herzog’un yardımcılarından birine fiziksel olarak saldırıyor. Çekimlerde yer alan yerliler, onun bu hallerinden çok rahatsız oluyorlar. Hatta Herzog’un dediğine göre kabile reislerinden biri gayet ciddi bir biçimde Kinski’yi öldürmeyi teklif ediyor Herzog’a.

“Fitzcarraldo”nun çekimleri sırasında çıldıran tek kişi Kinski değil. Herzog da tüm zorluklardan bunalıyor ve “Artık film yapmayı bırakmalıyım. Bir tımarhaneye gitmeliyim.” diyor.

Bu arada “Fitzcarraldo”nun çekim sürecini, Amerikalı yönetmen Les Blank “Burden of Dreams” adlı bir belgesele dönüştürüyor, bu belgesel de “Fitzcarraldo” ile aynı yılda, 1982’de çıkıyor. Bu belgesel, Herzog’un çekim boyunca yaşadığı tüm problemlere değiniyor; Çekimlerin ortasında Jason Robards’ın ve Mick Jagger’ın projeyi terk etmeleri, çekimler sırasında Peru ve Ekvador arasında çıkan savaş, kötü hava koşulları, oyuncu ve set ekibinin moral bozuklukları vs.




COBRA VERDE (1987)
Gelelim ikilinin birlikte yaptıkları son filme. 1972 yılında başlayıp 1987’de biten uzun bir sinemasal partnerliğin son ayağı. 1800’lerde geçen bu macera filmi, eski bir kaleyi yönetmek ve yerel Afrikalı kralı Brezilya ile köle ticaretine ikna etmek amacıyla Batı Afrika’ya gönderilen, Cobra Verde lakaplı şartlı tahliyeli Brezilyalı haydut Francisco Manoel da Silva’nın öyküsünü anlatıyor. Cobra Verde, yerlilerin korktuğu ve saygı duyduğu, ama evinden uzakta bulunduğu yerdeki tek beyaz adam olmanın ötekiliğini de yaşayan, yavaş yavaş delirmeye hazır bir adam. Tam Klaus Kinski’ye göre bir karakter yani. Posterinde “Köleler efendilerini satacaklar ve kanatları çıkacak.” yazısı bulunan bu film yine koloniyalizm, ırk ayrımları, kölelik temaları üzerinde cesurca duruyor.

Herzog ile Kinski’nin birlikte çektikleri son film bu oluyor ve böylece 15 yıllık birliktelik son buluyor. Hep Herzog’un Kinski hakkında söylediklerini yazdık, peki Kinski Herzog hakkında ne demiş bakalım: “Hayli yetenekli bir adam. Çok iyi filmler yapıyor ve sürekli saçmalayıp duran tiplerden biri değil. Birçok, birçok şeyi doğru yapıyor. Ama aynı zamanda hasta. Takıntılı. Film yapmak değil, tarih yazmak istiyor. Tarih yazmak isteyen herkes aptaldır.”

Birlikte çektikleri son filmden 4 yıl sonra, 1991 yılında, Klaus Kinski 65 yaşında bir kalp krizi sonucu hayatını kaybediyor. Üç farklı kadından üç çocuk sahibi olan Kinski’nin (iki kız, bir erkek) cenazesine çocuklarından yalnızca oğlu katılıyor. (Kinski’nin büyük kızı Pola Kinski, otobiyografisinde babasının kendisini 5-19 yaşları arasında cinsel olarak istismar ettiğini iddia etmiştir. En ünlü çocuğu Nastassja Kinski “Babam çok fazla insanın canını yaktı.” demiştir. Klaus, Nastassja’nın annesini başka bir kadın için terk etmiş, Nastassja 13 yaşında oyunculuğa başlayarak annesi ve kendisini geçindirmiştir.)

1999 yılında Werner Herzog, “My Best Fiend: Klaus Kinski” (En İyi Düşmanım) adlı belgeseli yapıyor ve bu filmde birlikte geçirdikleri uzun sinema yolculuğunun bir panoramasını çıkarıyor.

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder