1 Nisan 2017 Cumartesi

GHOST IN THE SHELL (2017) - EMRE KARA


ULUSLARARASILIK: YENİ YAPAY BİR ÇILGINLIK?
Filmin baş karakteri Motoko için Scarlett Johansson’un seçilmesinin ardından konuyla ilgili protestolar başlatılmıştı. Orijinal animede Japon olan karakter için bu filmde beyaz bir oyuncunun seçilmesi birçok kişi tarafından “whitewashing” olarak nitelendi. (Ama belirtelim ki gerek manga serisinin haklarına sahip olan Japon firma, gerek de Japon anime versiyonunun yönetmeni olan Mamoru Oshii, Johansson’un seçilmesini yanlış bulmamışlar. Filmin yönetmeni Rupert Sanders da Johansson’un döneminin en iyi kadın oyuncusu olduğunu ve onu seçme kararından pişmanlık duymadığını belirtmiş.) Yine de yapımcılar sanki başrole beyaz bir oyuncuyu koymuş olmalarının bir telafisi olarak filmin kadrosunu aşırı uluslar arası yapmışlar. (Johansson’a da hafiften bir Japon havası verildiği gözden kaçmıyor.) Batou rolünde Danimarkalı Pilou Asbaek, Aramaki rolünde Japonya’nın en önemli yönetmen-oyuncularından biri olan Takeshi Kitano, Dr. Ouelet rolünde Fransız Juliette Binoche, Dr. Dahlin rolünde Romanyalı Anamaria Marinca, Motoko’nun annesi rolünde Japon Kaori Momoi, Han rolünde Singapurlu Chin Han var. Filmin baş karakterlerleri arasında Amerikalı olan diğer kişi Michael Pitt ve kendisinin karakteri olan Hideo Kuze, Motoko’nun kötü alternatifini oluşturmakta.
Filmlerde son derece uluslar arası kadrolar oluşturmak Hollywood için yeni bir trend ama bu bana gözümüzün içine sokulmaya çalışılan, samimi gelmeyen, yapay bir trend gibi geliyor. Yakın zamanda “Life”ı izledim mesela ve uzay gemisinin içinde bir siyahi İngiliz, bir Rus, bir Japon, bir İsveçli, bir Kanadalı, bir Amerikalı vardı. Tamam iyi hoş da, Temel fıkrası gibi abi. Elbette farklı uluslardan aktörlere filmlerde rol vermek, çeşitliliği takdir etmek hoş bir şey ama dediğim gibi bana daha çok politik doğruluk adına yapılmış, “Aman tepki çekmeyelim.” gibi garantici ve yine ticari kaygılarla motive edilen bir amaçla yapılmış gibi geliyor, eğreti geliyor. “Ghost in the Shell”de de böyle bir durum var. Film geleceğin dünyasında geçiyor ama mekan tam net değil. Sokaklarda her türden ama her türden insan görüyoruz. Ula böyle uluslar arası hale nasıl geldiniz, böyle bir dünya nasıl oluştu? Bir de Japon karakterler oldukça fazla, “Animeyi Japonya’dan aldık, o yüzden en çok Japon karakter koymalıyız.” amacı çok net. Yine de her şeye rağmen, arkasındaki amaçlar ne olursa olsun bu zorlama uluslar arasılık gözünüze batmıyorsa ve yine de takdir edilesi bir çaba olarak görüyorsanız elbette diyeceğim bir şey yok.

MOTOKO VS. HIDEO
Scarlett Johansson’un ve Michael Pitt’in canlandırdıkları bu karakterler için ortak bir geçmiş yazılması (İkisi de teknolojinin dejenere edici etkilerine karşı insanları uyarmaya çalışan bir örgüte üyeler ve teknolojik bir şirket tarafından hayatları alt üst ediliyor.), daha sonra yollarının ayrılması ve yapay anılarla geçmişlerinin unutturulması, Hideo’nun farkındalık kazanıp bir tür devrim başlatması ve Motoko’ya da ulaşması, Motoko’nun bu süreç sonunda yaşadığı aydınlanmalar ve dönüşüm, filmin güçlü noktalarıydı. Filmin başında Motoko iyi kadın, Kuze kötü adamken bu dengeler bir anda alt üst oluyor; robot-insan arasındaki ayrımın silikleştiği bir dünyada iyi-kötü ayrımı da artık bir o kadar silik. Bu iki karakter üzerinden yaratılan tezatlar, sorgulayışlar, isyanlar filmin güçlü noktalarıydı ve açıkçası benim için bu yönler, filmi anime versiyonunun da üstüne çıkarıyordu.

VAROLUŞSAL SORGULAYIŞ
Motoko’nun varoluşsal sorgulamalarına filmin birçok sahnesinde ve diyaloğunda yer veriliyor. Bu da filmi basit bir aksiyon-bilimkurgu öyküsünün üstüne çıkararak varoluşsal, felsefi bir bilimkurgu düzeyine getirebiliyor. Hideo ona anılarının sahte olduğunu, hayatının kurtarılmış değil çalınmış bir hayat olduğunu söyleyince Motoko, “yaratıcısı” Dr. Ouelet ile yüzleşiyor. Ouelet itirafçı açıklamalarda bulunarak ve Motoko’nun kurtulması için kendisini feda ederek bir tür vicdani arınmaya ulaşabiliyor. Kendi gerçekliğini keşfetmek Motoko’nun Hideo’yu bir düşman olarak görmeyi bırakıp bir aydınlatıcı olarak görmeye başlamasını sağlıyor. Sonrası ise ikisinin ortak mücadelesi oluyor zaten.

SİMÜLASYON KAVRAMI VE İSYANKAR ROBOT
Film gerek görsel gerek tematik yönden simülasyon ve simulakra kavramlarının son derece net bir örneğini teşkil ediyor. Bunun içine bir de “isyankar robot” teması eklenince film, birçok önemli bilimkurgu filmine tematik olarak bağlanıyor. Bunlar arasında “Blade Runner” (1982), “I, Robot” (2004), “Ex Machina” (2014) gibi filmler sayılabilir.

RUH
Filmin adının “Kabuktaki Hayalet” olması zaten beden-ruh dualitesi üzerine bir metafor. Filmin başkarakteri ise bu metaforun en uç versiyonu zaten. Bedeni yani “kabuğu” tamamen yapay, insan dışı. Bu kabuğun içinde gerçek olan tek şey “hayaleti”, yani beyni ve ruhu. Çünkü beyni gerçek bir insan beyni. Film insana ruhun ne olduğu, nasıl tanımlanabileceği, nerede olduğu, nerede başlayıp nerede bittiği üzerine sorular soruyor. Motoko zaman zaman kendisine ilişkin bu tarz sorulara “Bilmiyorum.” cevabını veriyor. Robot nerede bitiyor, insan nerede başlıyor?

SON SÖZ
İtiraf etmeliyim ki "Ghost in the Shell"in bu Hollywood live-action versiyonunu Japon anime versiyonundan daha çok sevdim ben. Bana daha bütünlüklü ve daha varoluşsal geldi. Orijinal filmin süresinin kısa olması sanırım öykünün daha zor anlaşılır, daha sıçrayışlı anlatılmasına yol açmıştı ve benim için “yabancılaşmış” bir hisle bitmişti. Bu film daha organik, daha bağlantılı, daha anlaşılır geldi ne yalan söyleyeyim. Baş karakter daha iyi geliştirilmişti, varoluşsal sorgulayışları üzerine daha çok durulmuştu falan. Bir de tabi Scarlett Johansson. Söyleyeceklerim bu kadar.

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)