ULUSLARARASILIK: YENİ
YAPAY BİR ÇILGINLIK?
Filmin baş karakteri
Motoko için Scarlett Johansson’un seçilmesinin ardından konuyla ilgili
protestolar başlatılmıştı. Orijinal animede Japon olan karakter için bu filmde beyaz
bir oyuncunun seçilmesi birçok kişi tarafından “whitewashing” olarak nitelendi.
(Ama belirtelim ki gerek manga serisinin haklarına sahip olan Japon firma,
gerek de Japon anime versiyonunun yönetmeni olan Mamoru Oshii, Johansson’un
seçilmesini yanlış bulmamışlar. Filmin yönetmeni Rupert Sanders da Johansson’un
döneminin en iyi kadın oyuncusu olduğunu ve onu seçme kararından pişmanlık
duymadığını belirtmiş.) Yine de yapımcılar sanki başrole beyaz bir oyuncuyu
koymuş olmalarının bir telafisi olarak filmin kadrosunu aşırı uluslar arası yapmışlar.
(Johansson’a da hafiften bir Japon havası verildiği gözden kaçmıyor.) Batou
rolünde Danimarkalı Pilou Asbaek, Aramaki rolünde Japonya’nın en önemli yönetmen-oyuncularından
biri olan Takeshi Kitano, Dr. Ouelet rolünde Fransız Juliette Binoche, Dr.
Dahlin rolünde Romanyalı Anamaria Marinca, Motoko’nun annesi rolünde Japon
Kaori Momoi, Han rolünde Singapurlu Chin Han var. Filmin baş karakterlerleri
arasında Amerikalı olan diğer kişi Michael Pitt ve kendisinin karakteri olan Hideo Kuze, Motoko’nun kötü alternatifini oluşturmakta.
Filmlerde son derece uluslar
arası kadrolar oluşturmak Hollywood için yeni bir trend ama bu bana gözümüzün
içine sokulmaya çalışılan, samimi gelmeyen, yapay bir trend gibi geliyor. Yakın
zamanda “Life”ı izledim mesela ve uzay gemisinin içinde bir siyahi İngiliz, bir
Rus, bir Japon, bir İsveçli, bir Kanadalı, bir Amerikalı vardı. Tamam iyi hoş
da, Temel fıkrası gibi abi. Elbette
farklı uluslardan aktörlere filmlerde rol vermek, çeşitliliği takdir etmek hoş
bir şey ama dediğim gibi bana daha çok politik doğruluk adına yapılmış, “Aman
tepki çekmeyelim.” gibi garantici ve yine ticari kaygılarla motive edilen bir
amaçla yapılmış gibi geliyor, eğreti geliyor. “Ghost in the Shell”de de böyle
bir durum var. Film geleceğin dünyasında geçiyor ama mekan tam net değil.
Sokaklarda her türden ama her türden insan görüyoruz. Ula böyle uluslar arası
hale nasıl geldiniz, böyle bir dünya nasıl oluştu? Bir de Japon karakterler
oldukça fazla, “Animeyi Japonya’dan aldık, o yüzden en çok Japon karakter
koymalıyız.” amacı çok net. Yine de her şeye rağmen, arkasındaki amaçlar ne
olursa olsun bu zorlama uluslar arasılık gözünüze batmıyorsa ve yine de takdir
edilesi bir çaba olarak görüyorsanız elbette diyeceğim bir şey yok.
MOTOKO VS. HIDEO
Scarlett Johansson’un ve
Michael Pitt’in canlandırdıkları bu karakterler için ortak bir geçmiş yazılması
(İkisi de teknolojinin dejenere edici etkilerine karşı insanları uyarmaya
çalışan bir örgüte üyeler ve teknolojik bir şirket tarafından hayatları alt üst
ediliyor.), daha sonra yollarının ayrılması ve yapay anılarla geçmişlerinin
unutturulması, Hideo’nun farkındalık kazanıp bir tür devrim başlatması ve
Motoko’ya da ulaşması, Motoko’nun bu süreç sonunda yaşadığı aydınlanmalar ve
dönüşüm, filmin güçlü noktalarıydı. Filmin başında Motoko iyi kadın, Kuze kötü
adamken bu dengeler bir anda alt üst oluyor; robot-insan arasındaki ayrımın
silikleştiği bir dünyada iyi-kötü ayrımı da artık bir o kadar silik. Bu iki
karakter üzerinden yaratılan tezatlar, sorgulayışlar, isyanlar filmin güçlü
noktalarıydı ve açıkçası benim için bu yönler, filmi anime versiyonunun da
üstüne çıkarıyordu.
VAROLUŞSAL SORGULAYIŞ
Motoko’nun varoluşsal
sorgulamalarına filmin birçok sahnesinde ve diyaloğunda yer veriliyor. Bu da
filmi basit bir aksiyon-bilimkurgu öyküsünün üstüne çıkararak varoluşsal,
felsefi bir bilimkurgu düzeyine getirebiliyor. Hideo ona anılarının sahte
olduğunu, hayatının kurtarılmış değil çalınmış bir hayat olduğunu söyleyince
Motoko, “yaratıcısı” Dr. Ouelet ile yüzleşiyor. Ouelet itirafçı
açıklamalarda bulunarak ve Motoko’nun kurtulması için kendisini feda ederek bir
tür vicdani arınmaya ulaşabiliyor. Kendi gerçekliğini keşfetmek Motoko’nun
Hideo’yu bir düşman olarak görmeyi bırakıp bir aydınlatıcı olarak görmeye
başlamasını sağlıyor. Sonrası ise ikisinin ortak mücadelesi oluyor zaten.
SİMÜLASYON KAVRAMI VE
İSYANKAR ROBOT
Film gerek görsel gerek
tematik yönden simülasyon ve simulakra kavramlarının son derece net bir
örneğini teşkil ediyor. Bunun içine bir de “isyankar robot” teması eklenince
film, birçok önemli bilimkurgu filmine tematik olarak bağlanıyor. Bunlar
arasında “Blade Runner” (1982), “I, Robot” (2004), “Ex Machina” (2014) gibi
filmler sayılabilir.
RUH
Filmin adının “Kabuktaki
Hayalet” olması zaten beden-ruh dualitesi üzerine bir metafor. Filmin
başkarakteri ise bu metaforun en uç versiyonu zaten. Bedeni yani “kabuğu”
tamamen yapay, insan dışı. Bu kabuğun içinde gerçek olan tek şey “hayaleti”,
yani beyni ve ruhu. Çünkü beyni gerçek bir insan beyni. Film insana ruhun ne
olduğu, nasıl tanımlanabileceği, nerede olduğu, nerede başlayıp nerede bittiği
üzerine sorular soruyor. Motoko zaman zaman kendisine ilişkin bu tarz sorulara “Bilmiyorum.”
cevabını veriyor. Robot nerede bitiyor, insan nerede başlıyor?
SON SÖZ
İtiraf etmeliyim ki
"Ghost in the Shell"in bu
Hollywood live-action versiyonunu Japon anime versiyonundan daha çok sevdim
ben. Bana daha bütünlüklü ve daha varoluşsal geldi. Orijinal filmin süresinin
kısa olması sanırım öykünün daha zor anlaşılır, daha sıçrayışlı anlatılmasına
yol açmıştı ve benim için “yabancılaşmış” bir hisle bitmişti. Bu film daha
organik, daha bağlantılı, daha anlaşılır geldi ne yalan söyleyeyim. Baş
karakter daha iyi geliştirilmişti, varoluşsal sorgulayışları üzerine daha çok
durulmuştu falan. Bir de tabi Scarlett Johansson. Söyleyeceklerim bu kadar.
EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder