16 Eylül 2021 Perşembe

LUCA (2021): PIXAR’IN İLK QUEER FİLMİ? - EMRE KARA


 


 







SPOILER UYARISI: Bu yazı “Luca” filminin öyküsünü baştan sona ele aldığı ve öyküdeki olaylara ve detaylara referanslar içerdiği için, filmi izledikten sonra okumanız tavsiye edilir.

 

“Luca” (2021), ilk uzun metraj filmini yapan İtalyan yönetmen Enrico Casarosa’nın yönettiği bir Pixar animasyon filmi. Kendisi fantastik bir “coming-of-age” öyküsü. Film, 1950’ler/60’larda küçük bir İtalyan kasabasında geçiyor ve Luca adlı küçük bir deniz canavarının, karadaki insan dünyasını keşfetme öyküsünü ele alıyor. Bu keşifte ona, kendisi gibi deniz canavarı olan ancak insan dünyasına nispeten daha hâkim olan yeni arkadaşı Alberto rehberlik ediyor. Hepimizin Pixar’dan beklemeye alışık olduğumuz üzere bu film de kelimenin tam anlamıyla büyüleyici bir film. İçerdiği hayal gücü, kurduğu sıcak ve ilginç evren, inşa ettiği derinlikli karakterler ve ilişkilerin yanı sıra duygusal olarak da hayli yoğun ve etkileyici. Ancak benim için “Luca”nın en ilgi çekici ve en özel yanı, Pixar’ın ilk gey aşk öyküsü olarak yorumlanmaya çok açık olmasıydı. Ben filmi böyle bir gözle izledim, burada da queer bir lensle filmin bütün öyküsünü baştan sona ele alacağım.

 

Filme queer bir gözle bakabilmek için öncelikle filmdeki “deniz canavarlığı”na, bir gey metaforu olarak bakmak lazım. Filmin başında Luca’nın küçük dünyasının yalnızca sualtından ibaret olduğunu, yüzeye çıkmasının ebeveynleri tarafından katı bir biçimde yasaklandığını görüyoruz. Bu yasağın sebebi, ebeveynlerinin, Luca’ya yüzeyde insanların zarar verebileceklerinden korkmaları. Bu hayli anlaşılır bir kaygı, çünkü insanlar için deniz canavarları korkutucu, iğrenç ve görülünce öldürülmesi gereken canlılar. Yüzeydeki insan dünyasını gerçek yaşamdaki “toplum” kavramıyla eşlersek, toplumun farklı olanı, öteki olanı, sıra dışı olanı canavarlaştırmaya olan merakının vurgulandığını rahatlıkla görebiliriz. Dolayısıyla insanların deniz canavarı korkusu, gerçek yaşamdaki toplumun homofobisi ile rahatlıkla eşlenebilir. LGBT çocuklara (ya da toplumun “normal” addettiğinin dışında herhangi bir özelliği olan çocuklara) sahip olan ebeveynlerin, çocuklarına karşı daha korumacı oldukları sıklıkla gözlemlenen bir durumdur. Bu korumacılık anlaşılabilir bir tutumdur aslında, çünkü farklı ve özel olan çocuklarının anlaşılmamasından ve bunun sonucu olarak da ötekileştirilmesi ve zarar görmesinden korkarlar ebeveynler. Luca’nın ebeveynleri de böyle bir korumacı tutuma sahip.

 

Ebeveynlerinin yasaklarına rağmen Luca yüzeye çıkıyor ve kendisi gibi deniz canavarı olan Alberto ile tanışıyor. Yüzeyde yaptığı önemli bir keşif de, sudan çıktığı ve karaya ayak bastığı andan itibaren artık bir deniz canavarı gibi değil, bir insan gibi görünüyor olduğu. İnsanların dünyasına insan görünümünde karışabilme şansı olduğunu fark ediyor yani, ki Alberto da bu yüzden uzun zamandır yüzeyde yaşıyor tek başına. Bu “kamufle” olabilme durumunu da yine açık yaşanmayan, gizli (closeted) eşcinsellik ile eşleyebiliriz. Homofobik, ötekileştirici, hatta sıklıkla tehditkâr bir toplumda birçok gey erkeğin “closeted” olarak yaşadığı, dış dünyaya sanki heteroseksüelmiş gibi bir izlenim verdiği bilinen bir gerçek. Deniz canavarlarının da insanların dünyasında insan gibi görünebilmeleri, bu “closeted” kalma durumunun bir metaforu olarak alınabilir. Yine de belirtelim ki Alberto karada, insanların dünyasında yaşasa bile aslında tam olarak insan kasabasında değil, küçük bir adada tek başına yaşıyor. Yani insanların dünyasının hem içinde, hem dışında. Heteronormatif bir toplumun hem parçası olan, hem de ona yabancı hisseden gey bir erkek gibi.

 

Luca’nın sualtı dünyasını ve ailesini geride bırakıp Alberto ile yüzeyde yeni bir yaşama başlaması, bir gey erkeğin korumacı aile yaşamını aşıp ilk aşkı bulması ile eşlenebilir. Bu romantik ve kişisel bir devrim, ama henüz adamakıllı bir kendini kabulleniş ya da açılış değil. Çünkü günün sonunda Luca ve Alberto adada yine kendi mikro-evrenlerini yaratıyorlar. Alberto’nun bir Vespa posteri var ve Luca’nın da çok ilgisini çekiyor bu. Sonra ikili birlikte bir Vespa inşa etmeye çalışıyorlar. Vespa’yı görür görmez hemen efsane romantik komedi “Roman Holiday”deki (1953) Audrey Hepburn ve Gregory Peck ikilisi geldi aklıma. Onlar da Roma’da bir Vespa ile gezi yapıyorlardı. Böyle ikonik bir romantik filmden ikonik bir nesneye referansta bulunarak film, Luca ile Alberto arasındaki ilişkinin muhtemel romantik doğasını daha da vurguluyor, ayrıca ikonik bir heteroseksüel aşk öyküsünü de queerleştiriyor. (“Roman Holiday”in posteri bir aşamada filmde bir duvara yapıştırılmış olarak da gösteriliyor.) Bir araç olarak Vespa aynı zamanda herhangi bir yere bağlı olmamanın, yalnızca iki kişi olarak sürekli hareket halinde olmanın, birlikte keşfetmenin büyüsünü ve mahremliğini de simgeliyor bence. Makro insan evreni içinde mikro bir gey çift evreni gibi yani.

 

Luca’nın yüzeye çıktığını öğrenen ebeveynleri, onu amcası ile denizin derinliklerine yollamayı planlıyorlar. Bu aşamada ebeveynlerin korumacılığı adamakıllı kısıtlayıcılığa ve baskıcılığa evriliyor. Bu yüzden Luca ve Alberto birlikte kaçarak insan kasabası Portorosso’ya gidiyorlar. Artık ne sualtının korumacı aile dünyası var, ne de Alberto’nun adasının sunduğu güvenli mikro-evren. Artık büsbütün insan dünyasına karışmak zorundalar. Kasabada Giulia adlı bir kızla tanışıyorlar. Giulia da normalde kasabada yaşamadığı, yalnızca yaz tatillerinde geldiği için kasabada “öteki” konumunda olan bir kız. Üçü birlikte bir yarışa katılmak için takım kuruyorlar ve Giulia bunu “mazlumların” (orijinal replikte “underdog”) dayanışması olarak niteliyor. Gey erkekler ile heteroseksüel kadınlar arasında kurulan sıkı dostluklar hayli klasik bir olgu zaten. Bunun da ötesinde mazlum/underdog kavramı üzerinden, toplumda ötekileştirilen ve zorbalığa uğrayan (yarıştaki rakibi Ercole’nin Giulia’ya yaptığı zorbalıklar) bireylerin birbirlerine tutunarak güçlü bağlar kurması olgusunu da vurguluyor film.

 

Ancak üçlü arasındaki ilişki ilerledikçe Alberto, Luca ve Giulia arasında gelişen bağı kıskanmaya başlıyor. En başından beri Luca ile olan ilişkisini “ikimiz dünyaya karşı tek” şeklinde konumlandıran Alberto, Luca’nın dünyayı daha geniş bir biçimde tanıma isteğine ve bir kızla kurduğu yakın ilişkiye tehdit gözüyle bakıyor. Gey bir ilişkiye heteroseksüel bir kadının dâhil olup “arabozucu” olması da birçok filmde kullanılmış bir klişedir. :) Alberto aslında Luca’nın, Giulia yoluyla toplumsal “normalliğe”, heteronormativiteye çekilmesinden korkuyordur belki. Ayrıca Alberto güvenli mikro-evrende daha kişisel bir ilişki isterken Luca makro-evrenin bir parçası olmayı, o evrenin dinamiklerini anlamayı (eğitim, bilim vs.) istiyor.

 

Luca ile Giulia arasındaki yakınlığı kıskanan ve bunu bir teste tabi tutmak isteyen Alberto, deniz canavarı olduğunu Giulia’ya gösteriyor. Alberto’nun gerçek formunu, gerçek kimliğini göstermesi, bir geyin “açılması” (coming out) olarak görülebilir. Giulia buna çok şaşırıyor, hatta biraz korkuyor da Alberto’dan. Luca ise bu aşamada yapabileceği en kötü şeyi yapıp, sanki kendisi de deniz canavarı değilmişçesine Alberto’nun değişimine şaşırır taklidi yapmakla kalmıyor, “Bir deniz canavarı!” diyerek onu fişliyor aynı zamanda. Bir gey ilişkide taraflardan birinin herkese açık bir biçimde yaşamak istemesi ile diğerinin gizli kalmak istemesinin travmatik çatışması, filmin en dramatik anlarından birini oluşturuyor böylece. Reddedilen Alberto yüzerek uzaklaşıyor. Ancak bundan çok kısa süre sonra Giulia, Luca’nın da aslında bir deniz canavarı olduğunu keşfediyor kazara. Böylece Luca, kendi kimliğini reddederek, -mış gibi yaparak sonsuza dek yaşayamayacağı gerçeğiyle yüzleşiyor. Bir gey erkeğin kimlik krizi ve sancılı “coming out” süreci metaforu…

 

Hatasını anlayan Luca yeniden Alberto’yu buluyor ve kendini affettirmeye çalışıyor. Alberto’nun babasının uzun zaman önce onu terk ettiğini öğreniyor. Birçok gey erkeğin, babaları tarafından reddedilmesinin bir metaforu olarak bakılabilir buna. Yapayalnız olan Alberto’nun kendisine neden bu kadar umutsuzca tutunmaya çalıştığını da daha iyi anlıyor Luca böylece. Kendisini affettirebilmek için yarışa tek başına katılmaya ve Vespa’yı almaya yetecek parayı kazanmaya karar veriyor. Yarış da hem heteronormatif dünyanın, hem de kapitalist sistemin acımasızlığının bir metaforu olarak görülebilir. Önceki yıllarda yarışın kazananının hep zorba, zalim ve ötekileştirici Ercole olması, yarışın haksız rekabete olanak sağlayan yanlarının olması bunu destekler nitelikte. Yani Luca, heteromormatif/kapitalist bir rekabet düzeninde yükselmeye azmeden gey/öteki olarak görülebilir. Ancak yarış sırasında yağmur yağmaya başlıyor ve yağmurun tenine değmesi, Luca’nın canavar kimliğinin ortaya çıkması riskini içeriyor. Yağmur da bahsettiğim heteronormatif/kapitalist rekabet düzeni içinde gey bireylerin daha dezavantajlı hale getirilmesinin bir metaforu olarak alınabilir. Ama aynı zamanda daha önemli bir şeyin metaforu bence: Kendini ne kadar reddetmeye, gizlemeye çalışırsan çalış, hayat bir gün bir şekilde kendinle yüzleşmeye ve kendini açığa vurmaya zorlar seni… Bu aşamada Alberto bir şemsiyeyle çıkageliyor: Açılmış olan gey erkek, gizli kalmaya kararlı olan gey erkeğin seçimine saygı duyuyor ve bir orta yolda buluşabilmiş oluyorlar şemsiye yoluyla. Ancak Ercole her ikisini de yere deviriyor ve ikisinin de deniz canavarı olduğu herkesin gözü önünde ortaya çıkıyor.

 

Alberto ve Luca’nın gerçek kimliklerinin ortaya çıkmasından sonra Ercole hem onları avlamaya çalışıyor, hem de kasabadaki diğer insanları buna azmettiriyor. Bu açıdan Ercole, toplumda nefret söylemleri üreten ve yayan, topluma karşı belirli grupları hedef gösteren ve bu gruplara karşı toplumu galeyana getirmeye çalışan bir çığırtkan, bir linç kültürü neferi olarak görülebilir. Ancak Giulia da Ercole’yi yere deviriyor ve onun planlarını alt üst ediyor. Yine ötekilerin dayanışması. Bu aşamada Giulia’nın babası Massimo, Luca ve Alberto’yu hem Ercole’ye hem de diğer balıkçılara karşı savunuyor. Ercole’nin linç kültürü neferliğine karşı Massimo da bir hoşgörü kültürü inşa ediyor yani. Bunun üzerine kasaba halkı zıpkınlarını yere indiriyor, hatta kasabada insan görünümünde gezen başka deniz canavarları da gerçek kimliklerini açık ediyorlar. Bunlar arasında, filmde ara ara gösterilen, sürekli dondurma yiyip birlikte gezen iki yaşlı kadın da var. Ne zaman gey ya da lezbiyen bir insan kimliğini açık etse bunu “olağanüstü”, “sıra dışı” bir şeymiş gibi karşılayan, “Böyle olgular bizim toplumumuzda bulunmaz.” gibi söylemler üretmeye çalışan, ya da LGBT kimliğini bir tür 21. yüzyıl “trendi” olarak yaftalayan dar görüşlü küçük toplumlara bir gönderme var burada. Luca ve Alberto ilk değildi, tek değildi. Öncesinde de onlar gibi insanlar bu toplumda hep vardı, içinizde yaşıyorlardı, sadece siz farkında değildiniz, çünkü açık olmalarına izin vermediniz. O yaşlı kadın çift ile bu genç erkek çift arasında paralellik kurarak film, LGBT kimliğinin zamansal ve mekânsal sınırlılığı algısını aşıyor. Kasaba Luca ve Alberto’yu kabulleniyor, ikili yarışı kazanıyor, ve Ercole’nin zorbalığı son buluyor.

 

Filmin sonunda Luca ve Alberto birbirlerine karşı daha derin bir anlayış kazanmış oluyorlar. Alberto’nun en büyük hayali bir Vespa olduğu için Luca yarış parası ile Vespa alıyor. Ancak Luca’nın en büyük hayali okula gitmek ve dünyayı keşfetmek olduğu için Alberto Vespa’yı satarak Luca’ya bir tren bileti alıyor. Birbirlerini çok sevmelerine ve birbirilerini artık bütünüyle anlamalarına rağmen, hayata dair beklentileri farklı olduğu için yollarının ayrılması gerekiyor: Bu bir bitiş ve veda değil aslında, sadece kendi yollarında ama birbirlerinin hayatlarına dâhil olarak yürümeye devam etmek. Luca Giulia ile trene biniyor ama ikisinin arasındaki ilişki net bir arkadaşlık, ve Alberto ile olan ilişkisinin bundan biraz daha fazlası olduğu gerçeği hala geçerli. Alberto ise Giulia’nın babası Massimo ile yaşamaya karar veriyor, ve kendisini reddedip giden babanın ardından sevecen bir baba figürüne kavuşmuş oluyor. Luca’nın ailesi de sonunda Luca’nın kendisi için çizdiği yolu kabulleniyorlar. Luca’nın büyükannesi filmin sonunda şöyle diyor: “Bazı insanlar onu asla kabul etmeyecekler. Ama bazıları da edecekler. Ve o, iyi olanları nasıl bulacağını biliyor gibi görünüyor.” Bu replikler aslında filmin nihai mesajını özetler nitelikte: Öteki olabilirsin, toplumdaki herkes tarafından kabul görmeyebilirsin, ama daima sevgiyi ve dostluğu bulabilir, kendi küçük evrenini kendin inşa edebilirsin.

 

EMRE KARA

Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

2 Mayıs 2021 Pazar

2020 FİLMLERİ ÜZERİNE KISA KISA - EMRE KARA

2020, COVID-19'un damgasını vurduğu bir sene olsa da sinema için pek de zayıf bir sene değildi. Bazı filmler sinemada vizyona girerken birçoğu da direkt streaming platformlarında yayına sokuldu, ve hatırı sayılır miktarda iyi film izlemiş olduk. Bu yazıda 2020 yılında izlediğim filmlerin birçoğu üzerine kısa kısa eleştirilerimi derledim. Filmlerin çoğu 2020 yapımı, birkaç tanesi ise 2019 yapımı olup 2020'de izleme fırsatı bulduğumuz filmler. Bonus olarak bir tanesi de (Judas and the Black Messiah) 2021 yapımı; ödül sezonunda 2020 filmleriyle birlikte yarıştığı ve ödüller aldığı için onu da bu yazıya dahil ettim.


AMMONITE

Zarif ve estetik bir film. Sinematografi ve oyunculuklar on numara. Fetiş oyuncularımdan Kate Winslet ve genç yetenek Saorise Ronan için fazla övgüye gerek yok zaten. Ancak yönetmen Lee, sadeliği ve yalınlığı tercih ederken biraz fazlaya kaçmış ve sanki öykünün duygusal potansiyelini kasıtlı olarak bütünüyle keşfetmemiş gibi hissettim. Bu da beklentilerimi biraz kursağımda bıraktı, bilhassa finalde. Bu iki muhteşem oyunculuyla ve bu hayli ilginç biyografik öykü ile, duygusal yoğunluğu çok daha yüksek olan bir film yapılabilirmiş gibi geldi. Özellikle de yakın zamanlarda çekilmiş hayli duygusal yoğunluklu lezbiyen öyküleri “Carol” ve “Portrait of Lady on Fire” ile karşılaştırınca…

 

ANOTHER ROUND

Çok sevdim bu filmi. Öğretmenlerin yaşamlarını hem profesyonel hem kişisel açıdan ele alması hoş, bir öğretmen olarak bunu yapan filmleri seviyorum. Dört arkadaşın branşlarının birbirlerinden hayli farklı olması da filme zenginlik katmış. Sosyal kabul edilebilirlik ve "adab-ı muaşeret" sınırlarını muzip ama tehlikeli olmaya müsait bir planla aşmaya çalışan dört arkadaşın öyküsünün mizahi/anarşist bir yanı var, ama bir yandan da hayatın trajedileriyle başa çıkmanın bir yolu olarak alkole başvurma olayı da filmin daha ciddi ve dramatik yönünü oluşturuyor. Ben en çok spesifik öğretmenler ile spesifik öğrenciler arasında kurulan bağlardan etkilendim. Mads Mikkelsen yine çok iyi.

 

FREAKY

Çok eğlenceli bir filmdi. İyi bir konsepti iyi işlemiş. En güzel yanı Vince Vaughn’u, bir adamın bedenine hapsolmuş liseli kız rolünde izlemekti.

 

HAMILTON

Bunun bir “film” olup olmadığından emin değilim. Bir Broadway müzikalinin canlı olarak filme alınmasının sonucunda oluşmuş olan bir “kayıt”. Gerçekten de çok özenli, çok emek verilmiş bir prodüksiyon olduğu her anından belli. Ancak bir müzikal tiyatro gösterisini filme aldığınızda, çok kaliteli kameralar da kullansanız, değişik kamera açıları hatta close-up'lar da kullansanız, günün sonunda bu bir film midir? Bence değildir. Bunun ötesinde müzikal tiyatro ve müzikal film ayrımı üzerinde de durmak isterim. Müzikal filmlerin çoğu, müzikal tiyatro örneklerinden sinemaya uyarlanmıştır ancak bu adaptasyon sürecinde "sinemasal" bir dille yeniden yaratılmışlardır. Mesela müzikal tiyatro tek bir sahnede, daha sınırlı dekorlarla, daha az oyuncu kadrosuyla çekilir. Ancak müzikal filmlerde mekanlar ve cast daha geniştir, gerçekliğe yakındır yani. Ayrıca müzikal filmlerde şarkılı-danslı sahnelerin yanında normal diyalogların olduğu sahneler de görürüz, hatta şarkılı-danslı sahneler aralara serpiştirilir diyebiliriz. Ancak "Hamilton"ın şarkı olmayan tek bir repliği, dans olmayan tek bir aksiyonu yok. Baştan sona bir "gösteri" yani. İki buçuk saat boyunca dans edip şarkı söyleyen insanları izlemek beni baydı. Canlı izleseydim bayar mıydı bilmiyorum, ama bir "film" olarak izlediğimde baydı. Zaten tiyatronun büyük bir fanı değilim, ve canlı filme alınmış bir tiyatro prodüksiyonunun film olarak anılmasını da reddediyorum.

 

HAPPIEST SEASON

Kristen Stewart ve Mackenzie Davis'in başrollerinde oynadığı, Noel temalı bir lezbiyen romantik-komedisi. Hem çok eğlenceli, hem de duygusal bir film. "The Royal Tenenbaums" tadında.

 

HAUNT

Bir süredir izlediğim en korkunç film. Metaforsuz, mesaj kaygısız, direkt korkutmak için yapılmış bir film.

 

HIS HOUSE

Bu filmi çok beğendim. Göçmenlik, travma, adaptasyon, ait olma çabası, ötekilik üzerine çok iyi bir öyküsü var. Korku elementlerini ve dramatik yönünü iyi harmanlamış.

 

HOST

Orijinal ve ürkütücü bir filmdi. Karantina esnasında Zoom üzerinden bir ruh çağırma seansı düzenleyen bir grup arkadaşın yaşadığı olayları anlatıyor. Film tamamen Zoom ekranları üzerinden işleniyor. 56 dakika süresiyle de hiç sıkmıyor. Bilindik bir konuyu yenilikçi bir biçimde ele almasıyla kalbimi kazandı.

 

I’M THINKING OF ENDING THINGS

Hayli “mindfuck” bir filmdi ama son tahlilde beklentilerimin altında kaldı. Fragman ve pazarlama biçimi olabilir bunun sebebi. Daha ürkütücü ve korku türüne ait bir film beklerken daha psikolojik gerilim türünde bir şey çıktı. Ebeveynlerle daha çok sahne olmasını beklerken filmin üçte birlik kısmında görebildim, kalan kısımlar genç çifte odaklanıyordu. Tabi bunlar kişisel beklentilerimle alakalı şaşırmalar ve bir filmi eleştirmek için o kadar da geçerli değiller. Onun dışında filmi izleme deneyimini çok ilginç buldum ve sıkılmadım ama teknik açıdan editing istiyor aslında, çünkü kendi içlerinde güzel olan epizotlar uzayıp gittiği için nihayetinde anlamlı ve tutarlı bir bütüne dönüşemiyorlar. Birçok şey havada ve bağlantısız hissediliyor. Bunun dışında oyunculuklar muazzam, atmosfer çok iyi, diyaloglar hayli zekice, derin ve felsefi. Ayakları daha yere basan ve anlatım bütünlüğüne daha çok dikkat eden bir film olsaydı sevebilirdim bir hayli.

 

JUDAS AND THE BLACK MESSIAH

Bu filme bayıldım. Hem politik, hem dramatik yönü çok kuvvetli. Politik açıdan "The Trial of the Chicago 7" filmini sevdiyseniz bunu da seveceksiniz, aynı dönemi ele alıyor, siyahi bakış açısıyla. Dramatik açıdan da "The Departed" filminden aldığınız keyfi alacaksınız. LaKeith Stanfield inanılmaz bir performans sergiliyor, karakterin suçluluk-paranoya-korku dolu psikolojisini çok iyi yansıtıyor.

 

MA RAINEY’S BLACK BOTTOM

Muazzam bir film. Dram, mizah, müzik, politik söylem, tarih çok iyi harmanlanmış. Filmde çok etkileyici monologlar var, bunlar aynı zamanda oyuncuların solo gövde gösterileri yapmalarına da imkan sağlıyor. Bu arada film Amerikalı oyun yazarı August Wilson'ın (1945-2005) oyunundan uyarlama. Kendisi siyahi Amerika'nın tiyatrodaki şairi olarak anılıyor ve 20. yy'da siyahi Amerikalıların deneyimlerini ele alan "The Pittsburgh Cycle" adlı 10 oyunluk serisi ile tanınıyor. "Ma Rainey's Black Bottom" da bu seriden bir oyun. Daha önce aynı seriden "Fences" 2016'da sinemaya uyarlanmıştı, Denzel Washington hem yönetmiş hem başrolünde oynamıştı. Washington "Ma Rainey"nin de yapımcılığını üstlenmiş. Kendisi bu serideki bütün oyunları sinemaya uyarlamak istiyormuş. Üçüncü film olarak "The Piano Lesson"ı düşünüyormuş. Başrolünde kendi oğlu John David Washington ile Samuel L. Jackson olacakmış ve Barry Jenkins yönetecekmiş.

 

MANK

“Mank” filmi, senarist Herman J. Mankiewicz’in ikonik “Citizen Kane” (1941) filminin senaryosunu yazma sürecini ele alıyor. Bu süreç filmin çerçeve öyküsünü oluştururken aynı zamanda Mankiewicz’in geçmişine dair flashback sahneleriyle de destekleniyor. Dolayısıyla hem ikonik bir filmin ortaya çıkış sürecini, hem de Hollywood’da çalışan bir senaristin yaşam öyküsünü eş zamanlı biçimde izleme fırsatı buluyoruz. Mankiewicz’in filmin ana karakteri olması önemli, çünkü bu sayede film önemli bir sorgulama yapıyor: Sanatsal/düşünsel bir ürün olarak bir film ne kadar yazara, ne kadar yönetmene aittir? 1930’lardan 1940’ların başına kadar olan dönemi ele alan film gerek görsel dokusuyla gerek de anlatım üslubuyla tam olarak o dönem filmlerinin ruhunu ve tarzını yakalamayı başarıyor. Yazarları, yönetmenleri, yapımcıları ve oyuncularıyla Hollywood stüdyo sistemi ve onun içindeki güç dinamiklerine bütünsel bir bakış sunan film, aynı zamanda öyküye iyi yedirilmiş bir tarihsel/politik arka fona da sahip: Büyük Buhran, II. Dünya Savaşı’nın ayak sesleri, Amerika’daki cumhuriyetçi-demokrat ya da anti-sosyalist-sosyalist çatışması, medya ve gazeteciliğin toplumsal algı yönetimindeki rolü gibi mevzular, bu tarihsel/politik arka fonu oluşturan elementler.

 

MINARI

Çok sıcak, çok zarif bir film. Genelde aile olmak, özelde göçmen bir aile olmak üzerine. Hem spesifik, hem evrensel.

 

MY OCTOPUS TEACHER

Bir ahtapotu anlatan bir filmden duygusal olarak bu kadar etkilenebileceğimi düşünmezdim doğrusu. Adamla ahtapot arasında oluşan bağ, ve ahtapotun yaşamına adım adım şahit olmak tüylerimi diken diken etti.

 

NEVER RARELY SOMETIMES ALWAYS

Sağlam bir filmdi. Romanya filmi “4 Ay 3 Hafta 2 Gün”e aşırı benziyor, hatta bana aparma gibi bile geldi, ama işin ilginç yanı o filmin belgeselvari aşırı soğuk ve aşırı realist yaklaşımına karşı bu daha insancıl ve duygusal geldiği için bunu daha çok sevdim.

 

NOMADLAND

Tartışmasız 2020’nin en iyi filmi! Ekonomik krizin bireysel yaşamlar üzerindeki etkisine, alternatif yaşam biçimlerine, ayrıksı ve aykırı bir “topluluk” olma ruhuna, yaşlanmaya ve ölüme, sürekli hareket halinde olmaya, ait olmamaya, ait olmayı istememeye, sistem-dışılığa, “yuva” kavramına dair derinlikli gözlemleri ve sorgulamaları var. Ancak “Nomadland”i gerçekten özel kılan şey, aşırı sosyo-ekonomik ya da politik bilinçli, duyarcı ya da propagandist bir film olmayı reddetmesi ve bunun yerine hayli felsefi, spiritüel, varoluşsal ve artistik bir film olmayı seçmesi, ve bunu başarması! İzlediğimiz yaşam belki çok aşina olmadığımız, çok spesifik bir yaşam, ancak onu izlerken içinde bütünüyle evrensel ve insani şeyler bulabiliyoruz. Frances McDormand da filmin belkemiği elbette! “Fargo” ve “Three Billboards Outside Ebbing, Missouri”de olduğu gibi burada da Oscar’ı sonuna dek hak eden bir gövde gösterisi sunuyor.

 

ONE NIGHT IN MIAMI

Filmi çok beğendim. Malcolm X, Muhammad Ali, Jim Brown ve Sam Cooke’un birlikte geçirdikleri bir geceyi ele alırken siyahi yaşamını ve hareketini spor, sanat ve politik aktivizm yönlerinden irdeliyor. Tiyatro oyunu uyarlaması olduğundan çoğunlukla tek mekanda geçiyor, diyaloglara ve oyunculuklara odaklanıyor, ama beni hiç sıkmadı. "Ma Rainey's Black Bottom" tadı aldım içerik ve stil olarak. Yönetmenliğini de daha önce "If Beale Street Could Talk" filmindeki rolüyle Oscar almış olan Regina King yapıyor, ilk yönetmenlik denemesi.

 

PALM SPRINGS

Zeki ve eğlenceli bir filmdi. Romantik-komedi ile bilimkurgu türlerini birleştirmiş. “Groundhog Day” konseptine sahip. Zaman, varoluş ve ilişkiler üzerine gözlemleri var.

 

POSSESSOR

Bu filmi oldukça iyi buldum. Çok stilize bir film; sinematografi, renkler, mekanlar vs. Öykü de ilgi çekici ve merak uyandırıcı. Yalnızca bu kadar kanlı ve vahşi olmasına gerek var mıydı diye sorguladım. Bir de finalini fazla nihilistik buldum. Yine de iyi film.

 

PROMISING YOUNG WOMAN

Bu filmi fazla karanlık ve nihilist buldum. Ponçik bir romantik-komedi gibi başlıyor, sonra “rape-and-revenge thriller” (tecavüz-intikam gerilim filmi) denilen alt-türe doğru evriliyor. Evrilirken de bir anda hayli karanlık bir filme dönüşüyor. Tabi böyle bir temanın karanlık olması kaçınılmaz, ama izlerken sanki hem başta kurduğu o sevimli aşk öyküsüne, hem de inşa ettiği güçlü kadın başkahraman imgesine ihanet etmiş gibi de hissettiriyor, karanlık olabilmek adına. Belki en başından karanlık olsaydı böyle bir “ihanet” hissi yaşatmazdı. Ton açısından bir kararsızlığı var gibi yani.

 

QUO VADIS, AIDA?

Bir tarihsel doküman olarak çok önemli, bir sanat eseri olarak da çok etkileyici ve üst düzey.

 

RUN

Bu filmi sevdim, izlemesi çok keyifliydi, çünkü gerilim ve şüphe hissini kısa süresi boyunca daima canlı tutuyor. Hitchcockian bir havası var ve "Misery" filmine de çok benziyor. Ancak ana karakterin daha iyi geliştirilebilir olduğunu düşünüyorum. Onu, olduğu kişiye dönüştüren faktörlerle hiç ilgilenmiyor film. Ayrıca anne-kız dinamiğinin filmin sonundaki karşılaşmada masaya yatırılmasını, ciddi bir yüzleşme ile ele alınmasını bekliyordum ancak film bunun yerine daha basit bir intikam planını tercih ediyor. Kısacası stil ve atmosfer yönünden kazanırken karakter geliştirilmesi yönünden biraz eksik kalmış. Yine de başarılı bir film.

 

SAINT MAUD

Bu filmi 2019'dan beri bekliyordum ve hype'lanmakta o kadar haklıymışım ki. Gerçek bir başyapıt! Din, psikolojik rahatsızlık, obsesyon, yalnızlık, cinsellik, ölüm üzerine çok çarpıcı, net, direkt bir film. Yönetmen Rose Glass'ın ilk filmiymiş, ilk film için de şaşırtıcı bir üst düzeyliğe sahip. Başroldeki iki kadın tüm filmi çok güçlü performanslarla taşıyorlar. İzlediğim en iyi korku filmlerinden biri oldu.

 

SHADOW IN THE CLOUD

Hayatımda izlediğim en kötü birkaç filmden biriydi. Seyirciler sevmese de eleştirmenler fena bulmadığı için izledim, ve tamamen seyircilerden yanayım. İnanılırlığın, aklın mantığın sınırlarını zorlayan bir filmdi. Bazen bu durumdan ironik bir keyif alırsınız, "So bad that it's good." gibi yani, ama bu filmde bu bile mümkün değil, "So bad that it hurts." tadında daha çok. Chloe Grace Moretz çok yetenekli bir genç oyuncu, umarım gelecekte daha iyi kariyer seçimleri yapar.

 

SOUL

Bayıldım! Çok varoluşsal ve çok duygusal.

 

SOUND OF METAL

Çok güzel ve duygusal. Öteki olmak, uyum sağlamaya ve ait olmaya çalışmak, vazgeçmek, kabullenmek üzerine sağlam bir film. Ayrıca herhangi bir filmde gördüğüm en iyi ses dizaynına sahip! Karakterin geçtiği süreçten seni de geçiriyor bire bir.

 

SPUTNIK

Bu filmi çok beğendim. Rusya yapımı bir korku-bilimkurgu filmi. İlk defa bu türlerde bir Rus filmi izledim ve çok hoşuma gitti. "Alien"dan ve "The Fly"dan esintiler barındırıyor. Ayrıca 80'lerde Sovyetlerde geçiyor. Bilimsel bir skandalı hükümetin ele alış biçimine odaklanması açısından "Chernobyl" dizisini de anımsattı. Duygusal yönü de çok iyi inşa edilmiş. Başrolünde yıllar evvel genç bir kızken "Lilya 4-ever" (2002) filminde oynamış olan Oksana Akinshina oynuyor, burada da çok iyi yine. Velhasıl umarım Ruslar tür filmi yapmaya devam ederler.

 

TENET

Her Nolan filminde olduğu gibi bana "fazla" geldi. Nolan temelde Bond filmleri ya da “Görevimiz Tehlike” filmleri gibi bir ajan/aksiyon/gerilim öyküsünü almış ve onu "fazlalaştırmış". Hayli uluslararası bir boyuta taşımış, yetmemiş bir de lineer/kronolojik zaman algısıyla oynayayım demiş. İleriye ve geriye doğru akan zaman, "tersine çevrilen" nesneler ve insanlar, kendileriyle karşılaşan karakterler... Bu kadar komplike ve “mindfuck” olmaya gerek var mı diye sorgulayarak izledim hep. Nolan "Bakın ben ne kadar zeki biriyim ve ne karmaşık öyküler yazıyorum." diye yüzüme bağırıyor gibi hissettim. Film kötü mü, değil. Göründüğü ve olduğunu sandığı kadar epik mi, bence yine değil. Fazla mı, aşırı mı, bence evet.

 

THE BOYS IN THE BAND

1968’de içlerinden birinin doğum günü için bir araya gelen yedi gey arkadaşı ele alıyor. Akşam boyunca geçmişe dair sırlar açığa çıkıyor ve bugüne dair yüzleşmeler yaşanıyor. Bir tiyatro oyunu uyarlaması, bu yüzden tek mekanlı ve diyalog ağırlıklı. Hayli karanlık ve depresif bir film aslında. Daha önce William Friedkin tarafından 1970’te de sinemaya uyarlanmıştı aynı oyun, o filmi de izlemiştim. Bayağı benziyorlar, yeni ve daha tanıdık bir cast’la izlemek de hoş oldu.

 

THE CALL

Bu filmi "eh işte" buldum. "The Butterfly Effect" tadında, geçmişin durmadan yeniden yazıldığı bir film. Bu "durmadan"lık bir süre sonra bayıyor. Bir de genel olarak lineer ve tekil zaman çizgisiyle oynayıp alternatif ‘timeline’lar oluşturan filmler çok benim tarzım değil, buna kanaat getirdim sonuç olarak. Seri katil karakteri iyi yazılmıştı. "Carrie" esintilerini yerel dini motiflerle harmanlamışlar, iyi olmuş. Film "The Caller" (2011) adlı İngiliz filminin ‘remake’i bu arada.

 

THE DEVIL ALL THE TIME

Bu filmi beğendim. Çok karakterli ve içinde birden fazla öykü barındıran bir film olduğu için bir süre dağınık geliyor ama sabırlı olursanız her şeyi toparlamayı ve anlamlı bağlantılar kurmayı başarıyor. Din, aile, şiddet, adalet, toplum üzerine söylemleri var. Görsel ve psikolojik olarak sarsıcı elementlere sahip. En güçlü yanı muazzam oyuncu kadrosu, her oyuncu karakterine cuk oturuyor gibi geldi bana izlerken.

 

THE FATHER

Öyküyü tamamen adamın parçalanan ve dağılan zihninin subjektif perspektifi üzerinden anlattığı için ben duygusal olarak içine giremedim filmin açıkçası. Çok "duygusal" olabilecek bir öyküyü çok "mental" olarak ele alıyor. İnsani bir deneyim sunmak yerine bir puzzle sunuyor. Bir Bergman filmi olabilecekken bir Lynch filmi olmayı tercih ediyor. Bunun da yabancılaştırıcı bir etkisi oldu benim üzerimde. Hopkins ve Colman'ın oyunculukları inanılmaz iyi tabi ki. Sadece ben bu öyküyü böyle anlatmazdım.

 

THE HALF OF IT

Çok tatlış ve duygusal bir ergen filmiydi. Tayvan asıllı Amerikalı yönetmen Alice Wu’nun 2004’teki “Saving Face” filminden beri ilk filmi. Her iki filminde de göçmenlik ve lezbiyenlik şeklinde ikili bir ötekilik kimliği işleniyor. Önceki filmini de sevmiştim bunu da çok sevdim.

 

THE HATER

2019 yapımı “Corpus Christi” filmini çok beğendiğim yönetmen Jan Komasa’nın 2020 yapımı bu filmine de bayıldım. Çok güncel ve çok önemli meselelere el atıyor. İnternet ve politika ilişkisi, karalama ve linç kültürü, nefret söylemleri ve suçları, algı manipülasyonu üzerine çok sağlam ve rahatsız edici bir film. Başkarakteri inanılmaz iyi yazılmış ve oynanmış, bana “Nightcrawler”daki Jake Gyllenhaal karakterini anımsattı. Gerçek bir sosyopat. Ve işin ürkütücü yanı modern dünyanın bu gibi insanlarla dopdolu olması.

 

THE OTHER LAMB

Çok sevdiğim bir tema olan "dış dünyadan izole tuhaf dini tarikat/kült" temasını ele alıyor. Bu kült üzerinden çok sağlam bir patriyarka eleştirisi yapıyor ve güçlü bir feminist manifestoya dönüşüyor. Sinematografisi olağanüstü. Belki öyküsü biraz daha geliştirilebilirdi, çünkü konsepti buna çok müsait ve çok fazla olasılığa gebe. Ancak öykünün basitliğini mod ve atmosfer ile telafi edebiliyor.

 

THE PLATFORM

Çok ilginç, çok rahatsız edici, çok iyi.

 

THE RENTAL

Yalnızca 5 karakter üzerinden sağlam psikolojik ve politik altmetinler oluşturabilen güzel bir korku filmiydi. Konsept çok bilindik ama karakterler arası dinamikler ve atmosfer güzel.

 

THE TRIAL OF THE CHICAGO 7

Çok sağlam bir filmdi. Vietnam üzerinden (anti)militarizme, Kara Panterler ve siyahi aktivizmi üzerinden ırkçılığa, hippi kültürüne, öğrenci hareketine, genel olarak 60’lar politik tarihine çok iyi değiniyor. Dönemsel bir film olsa da ele aldığı meseleler hala çok güncel ve geçerli. Politik bir mahkeme filmi olmasına rağmen hiç sıkıcı değil, çünkü karakterler bireysel olarak iyi geliştirilmiş ve çok yetenekli oyuncular tarafından canlandırılmış.

 

THE VAST OF NIGHT

Çok beğendim bu filmi. Minimalist bilimkurgu nasıl çekilir kitabını yazmış. Göstermekten çok ima etmek, gizemi korumak ne kadar etkili bir şeydir, çok iyi örneklemiş. Hayli gizemli, bir yandan ürpertici, bir yandan da tuhaf bir biçimde çok şiirsel ve hüzünlü bir film. Müzikler muazzam.

 

THE WOLF OF SNOW HOLLOW

Küçük, keyifli bir korku-komedi filmi. Kurt adam mitini kullanırken aynı zamanda öfke, alkolizm, ebeveynlik gibi gerçek meseleleri de ele alıyor. Bir de usta oyuncu Robert Forster’ın oynadığı son film olma özelliğine sahip.

 

UNCLE FRANK

Bu filmi fena bulmadım. Aslında hayli duygusal bir film, yer yer ağladım hatta. Ama öykü yapısında klişelerden beslenen, melodramatik ve stereotipik yanlar da yok değil. Katartik ve çarpıcı olmaktan çok mesaj kaygılı ve pozitif olmayı seçiyor. Dışarıdan maruz kalınan nefretin içselleştirilmesi sonucu nasıl kendinden nefret etmeye dönüşebileceği üzerine güzel gözlemleri var, ki bu karakteri Paul Bettany inanılmaz iyi oynamış. Ayrıca film Arap müslüman bir gey karakter içeriyor, Lübnanlı bir adam oynuyor.

 

VAMPIRES VS. THE BRONX

Eğlenceli bir gençlik/vampir filmi olmasının yanında, para babalarının gettoları nezihleştirme ve ranta açma politikalarını da eleştiriyor. Irk ve topluluk meselelerine dair güzel gözlemleri var.


EMRE KARA

Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

25 Nisan 2021 Pazar

ZACK SNYDER'S JUSTICE LEAGUE (2021) - EMRE KARA










İki güne yayarak “Zack Snyder’s Justice League” filmini izledim. İki güne yaydım, çünkü malum film 4 saat! Tabi bir sürü karakterin bir araya geldiği, bir sürü öykü parçasının birleştirildiği bir film ancak bu kadar sürede anlatılabiliyor sanırım. Film, 2017 yılında çıkan 2 saat uzunluğundaki “Justice League”in “Director’s Cut” versiyonu. Neden böyle bir versiyon çıktı? Snyder 2017’de kızının intiharının ardından post-prodüksiyon evresinde filmden ayrılmış, filmi son haline Joss Whedon getirmişti. Whedon, Warner Bros’un isteği üzerine filmi büyük ölçüde kısaltmış, aynı zamanda tonunu da daha hafif ve mizahi bir hale getirmişti. Film hem seyircilerden hem eleştirmenlerden olumsuz dönüt almıştı. Bunun ardından gerek filmin oyuncu kadrosu ve yapım ekibi, gerekse fanlar tarafından bir Snyder versiyonunun yapılması için kampanya başlatılmıştı. Bunun üzerine stüdyo ekstra 70 milyon harcayarak ilk etapta bir mini-dizi olarak planlanan bu projeyi yaptı. Sonra mini-dizi fikri filme dönüştü ve şu an bahsettiğimiz yeni versiyona ulaşmış olduk. Bu yeni versiyonu o ilk versiyona göre çok daha iyi bulduğumu belirteyim, ama bu yine de filme bayıldığım anlamına gelmiyor. Temel olarak filmi fazla uzun, fazla dağınık, fazla karakterli, fazla öykü parçacıklı, kısacası “fazla” buldum. Kilit kelime fazla burada, ve bunu aşağıda açıklamaya çalışacağım.

 

20. yüzyılda süper-kahraman filmleri yeni yeni yapılmaya başlandığında bu filmlerin tek bir süper-kahramanı ele aldıklarını, dolayısıyla daha bütünlüklü, derli toplu ve bir anlamda daha minimal öyküler anlattıklarını görüyoruz. Örnek olarak Christopher Reeve’li “Superman” (1978, 1980) filmlerini ya da Tim Burton’ın “Batman” (1989, 1992) filmlerini gösterebiliriz. 21. yüzyılda süper-kahraman janrına yepyeni bir soluk getiren ve bence bu olayın günümüzde bir trende dönüşmesine vesile olan Nolan’ın “The Dark Knight” üçlemesi (2005, 2008, 2012) de hakeza bu şekilde. Çok spesifik, kendine ait dokusu olan evrenleri var bu filmlerin, ve bir evrene bir süper-kahraman yetiyor. Aslında bu, anlatı sanatlarının, bilhassa sinema sanatının temel ilkelerinden biri değil midir, bir öykünün bir “protagonist”i vardır ve öyküyü onun etrafında şekillendirirsin. Mesele süper-kahraman olunca bu “birlik” daha önemli bence, çünkü eleman sonuçta belirli yönlerden insan-üstü bir varlık, ve onun eşsiz, biricik olmasını istiyorsun, onu özel yapan, “süper” yapan şey de bu zaten. Ama günümüzdeki süper-kahraman filmi trendlerine baktığımızda “Ne kadar çok, o kadar iyi.” şeklinde bir mantık görüyoruz. “DC Extended Universe” ya da “Marvel Cinematic Universe” adları verilen ve zibilyon tane süper-kahraman içeren, bir sürü filmi birbirine bağlayan serilerin mantığı da bu. Her şey yalnızca devasa bir bütüne ilintilenerek anlamlı hale geliyor, “fazlalığa” hizmet ederken “biriciklik”, “eşsizlik” yitiriliyor. Ateşli “fanboy”ların “Ama süper-kahramanların bir araya geldiği anlatılar çizgi roman geleneğinde zaten var, filmler için oluşturulmuş yepyeni bir konsept değil.” dediğini duyar gibiyim. Cevabım ise çok basit: “So what?” :) Ben bir sinemaseverim, hayli deneyimli bir film izleyicisiyim ve kendi çapımda filmleri kritik bir açıdan değerlendirmeye çalışan biriyim. Çizgi roman kültürünün her yönünü olumlamak gibi bir zorunluluğum yok, peşinen belirteyim. :) Bunun da ötesinde, bir filmin çizgi roman anlatılarına “sadık” olması onu otomatikman iyi yapmaz ya da “aklamaz”. Aynı şey genel olarak edebiyat uyarlamaları için de geçerli. Bir “medium”dan diğerine geçiş yapan bir anlatı, geçiş yaptığı yeni “medium”a uyabilmek, orada doğru işleyebilmek için bir dönüşüm yaşamak durumundadır. Bir tiyatro oyunundan uyarlanan filmlerin oyunu motamot perdeye aktarmaları halinde “Tiyatro oyunu gibi olmuş, film gibi olmamış.” şeklinde eleştiriler alması sık yaşanan bir durumdur. Aynı şekilde roman uyarlamalarının iyi olanları romanı görsel bir dilde en iyi şekilde yeniden üretebilmek için onu en iyi dönüştürebilenlerdir. Çizgi romanlar bu dönüşüm sürecinden neden azade olsunlar?

 

Bahsettiğim şey aslında anlatılara ilişkin çağlar boyu söylenen, çok basit bir şey: Klasik birlikler ya da Aristocu birlikler (classical/Aristotelian unities) meselesi. Eylem birliği, zaman birliği, mekân birliği. Tabi bunlar temelde trajedi için üretilen kavramlar ve günümüzde, hele de sinemada, bir anlatının tek günde ve tek mekânda geçen tek bir eylemi ele alması imkânsız gibi bir şey çoğu zaman. Ancak bu kavramları bu kadar sert yasalar olarak görmek yerine vurguladıkları esas meseleye odaklanırsak önemli bir noktaya erişiyoruz; birlik ve bütünlük hissi. Bir öyküden hemen hemen hepimizin beklediği şey aslında. Öyküdeki karakterlerin ve olayların sayısını artırdıkça, zamanı ve mekânı genişlettikçe bu bütünlük hissini yakalamak da zorlaşıyor. İmkânsız değil tabi, ama daha zor. “Justice League” kadar hırslı bir proje içinse bu neredeyse imkânsız görünüyor. Şimdi de kafalarda şöyle bir soru oluşmuş olabilir: “E kardeşim o zaman ‘Justice League’ gibi bir öyküyü ‘doğru’ anlatmanın bir yolu yok mu yani, ne yaparsak yapalım yanlış mı yapmış olacağız?” Muhtemelen evet. :) Ama daha iyi hamleler yapılabilirdi, bunu “DC Extended Universe” bağlamında ele alayım. Bu serideki tüm filmleri izledim.

 

“Justice League”de temelde 6 süper-kahraman görüyoruz, tek bir film için hiç de azımsanacak bir sayı değil. Hele bir de bu kahramanların her birinin öyküsüne eklenen yan karakterleri işin içine dâhil ettiğimizde ortaya dev bir karakter repertuvarı çıkıyor. Kahramanları ve onlarla ilişkili temel yan karakterleri şöyle listelemeye çalışayım:

- Batman: Alfred, Commissioner Gordon, The Joker

- Superman: Lois Lane, Lex Luthor, Martha Kent

- Wonder Woman: Queen Hippolyta

- Cyborg: Silas & Elinor Stone, Ryan Choi

- Aquaman: Vulko, Mera

- Flash: Iris West, Henry Allen

Bu yazdığım karakterlerin her biri filmde görünüyor, ama uzun ama kısa. Üstelik ben yalnızca en ön plana çıkanları yazdım, yazmadığım daha birçok kişi var. Gelelim kötü adamlara. Esas kötücül güç Darkseid ama filmde biz onun hizmetkârı olan Steppenwolf’u izliyoruz esas kötü adam olarak.

 

Karakter tanıtımından sonra gelelim filmin öyküsüne: Ortada üç önemli kutu var, birleşmeleri durumunda dünyanın sonunu getirecek olan. Bunlardan biri Aquaman’in halkı Atlantislilerde, biri Wonder Woman’ın halkı Amazonlarda, biri de insanlarda bulunuyor. İnsanlara ait olan kutu Cyborg’un babasının laboratuvarında yer alıyor. Darkseid’ın amacı tabi ki bu kutuları birleştirmek, Steppenwolf da bu amaca hizmet ediyor. Superman filmin başında ölü olduğu için Batman ve Wonder Woman, kutuların birleşmesine engel olmak üzere kalan üçlü ile iletişime girip bir savaş ekibi oluşturuyor ve olaylar gelişiyor. Böyle anlatınca kulağa ne kadar derli toplu geliyor, değil mi? Ama izlediğimiz film bu kadar açık, net ve bütünlüklü mü? Değil.

 

Sen izleyici olarak bu ana öyküye, iyiyle kötünün ezeli ve bir o kadar klişe savaşına odaklanmaya çalışırken Snyder araya öykü serpiştiriyor da serpiştiriyor. Lois ile Martha’nın, Superman’in ölümünden sonra yaşadıkları acıyı ve yası izliyoruz ara ara. Bir ara Wonder Woman’ın, okul gezisindeki bir grup küçük kızı bir terörist saldırıdan kurtarmasını izliyoruz. Sonra bir anda Cyborg’un köken öyküsünü izliyoruz. İlgili anne ve ihmalkâr baba arasında sıkışıp kalmış okullu-sporcu genç olarak. Sonra geçirdiği kazayı ve yarı insan-yarı robota doğru yaşadığı dönüşümü izliyoruz. Sonra bir ara Flash’ın hapishanedeki babasını ziyaret etmesini, ilerde aşkı olacağa benzer bir kızı bir kazadan kurtarmasını, iş bulmaya çalışmasını izliyoruz. Sonra savaş devam etmekteyken kutu yardımı ile Superman’in uyandırılmasını, uyandıktan sonra kendine gelene kadar manyağa bağlamasını, kim olduğunu hatırlamadan evvel diğerlerine saldırmasını izliyoruz. Bu yan öyküler, yukarıda özetlediğim ana öyküye odaklanmayı güçleştiriyor. Peki ne farklı yapılabilirdi? Bunu da film evreninin geneline bakarak görebiliriz.

 

“DC Extended Universe”in ilk filmi “Man of Steel”di ve yalnızca Superman’i ele alıyordu. Sonra hemen ikinci film olan “Batman v Superman: Dawn of Justice”de, adından da anlaşılacağı üzere iki süper-kahraman bir araya getirildi. Yahu ne bu acele “birlik” ve “çokluk” için? Sebebi muhtemelen hayli pratik. Snyder, Nolan’ın çok başarılı Batman üçlemesinin üzerine Ben Affleck’li solo bir Batman filmi yaparak tekrara düşme, karşılaştırmalara hedef olma gibi risklerden kaçındı. Mı acaba? Pek de değil. Çünkü “Batman v Superman” filminde Batman’in köken öyküsünü izledik yine de, çocukluğu, anne-babasının öldürülmesi, Batman olması falan filan. Yani Snyder ne Batman’ine solo film yapma riskine girdi, ne de kendi Batman’ini en baştan anlatmanın cazibesinden kaçabildi. Ortaya yine dağınık bir film çıktı sonuç olarak. Batman’e mi odaklanayım, Superman’e mi odaklanayım, ikisinin arasındaki gerginliğe mi odaklanayım şaşırdığımız bir film. Sonra “Wonder Woman” (2017) ve “Aquaman” (2018) filmlerinde söz konusu karakterlerin solo öykülerini izledik, çocukluktan yetişkinliğe, dönüşüme doğru. İşte “Man of Steel”, “Wonder Woman” ve “Aquaman” filmlerini, “Batman v Superman” ya da “Justice League”e göre daha başarılı kılan şey buydu bence; tek bir karaktere odaklanmaları, daha bütünlüklü, derli toplu öyküler anlatmaları. Diğer ikilide ise kafa karışıklığı ve dağınıklık vardı; bir yandan önceden izlemediğimiz karakterlerin tanıtıldığı, diğer yandan bir iyi-kötü savaşı öyküsünün anlatıldığı bütünlükten yoksun öyküler. O yüzden “Batman v Superman”de bir Batman orijin öyküsü, “Justice League”de birer Cyborg ve Flash orijin öyküleri izlemek zorunda kaldık. Çünkü bu karakterleri ilk defa bu filmlerde görüyorduk! Bence yapılması gereken doğru hamle şuydu: Gerek Ben Affleck’in Batman’i için, gerek Cyborg ve Flash karakterleri için solo filmler çekilmeliydi önce, oldukları süper-kahramanlara nasıl dönüştüklerini anlatan. Bundan sonra “Justice League” gibi bir film çekilseydi araya giren alakasız tanıtım segmentlerinden kurtulmuş, ana öyküsüne odaklanabilen, bütünlüklü bir film izlemiş olurduk. Superman’in “Batman v Superman”de öldürülüp bu filmde yeniden diriltilmesi olayına girmek bile istemiyorum, son derece gereksiz bir yan öyküydü zaten. Dediğim hamleler uygulanmış olsaydı “Justice League” şöyle bir film olacaktı: “Bütün karakterleri zaten önceden tanıyorsunuz, tekrar anlatmıyoruz, şimdi hepsinin bir araya geldiği yeni bir öykümüz var, ona odaklanacağız!” Eyyy Warner Bros, ey Snyder, şu bloğu oku da biraz sinemasal evren yaratma, pazarlama stratejisi öğren! Bahsettiğim problem “Suicide Squad” filminde de yaşandı mesela. Neden yerden yere vuruldu film, çünkü hiç tanımadığımız bir grup karakterin slayt gösterisi gibi hızlıca tanıtıldığı ve sonra hooop önemli bir görev için bir araya getirildiği bir film izledik. Böyle bir filmden önce hiç olmazsa, en azından, Harley Quinn ve Joker üzerine bir film yapmak çok mantıklı olabilirdi. Burada da muhtemelen “Aman Heath Ledger’in Joker’i üzerine solo Joker yapmayalım.” diye risk almak istemediler, halbuki ben Jared Leto’nun Joker’inin oluşum sürecini, Harley Quinn’le tanışmasını ve ikisi arasında gelişen tuhaf ilişkiyi ayrı bir film olarak izlemeyi gayet de isterdim. Ve mesele risk almaksa Joaquin Phoenix’li “Joker” (2019) filmi, stand-alone bir film olarak böyle bir riski aldı ve çok da başarılı oldu!

 

Neyse, “Justice League”e geri dönelim. Yukarıda sözünü ettiğim sinemasal evren kronolojisi ve bazı senaryo tercihleri bence birçok sorunu çözerdi. Cyborg ve Flash’in önceden tanıtılmış olduğu, Superman’in hiç ölüp yeniden dirilmediği bir “Justice League” filminin en basitinden 4 saat değil de 2 buçuk saat falan olduğunu rahatlıkla hayal edebiliyorum. Sürenin kısalmasının ötesinde öykü anlamında da çok daha odaklı ve bütünlüklü bir film görebilirdik. Şu haliyle fazlasıyla dağınık ve çorba gibi. Hatta Snyder’a elindeki bu devasa öykü yetmemiş olacak ki hızını alamayıp bir de filmin sonuna “epilog” koymuş, epilog 15-20 dakika falan arkadaşlar, yüce Rabbim! Tam kötü adam öldü iyiler kazandı derken bir sonraki filmden sinyaller ve kesitler sunuyor bize Snyder: Lex Luthor Arkham’dan kaçıyor, Deathstroke onu ziyaret ediyor, Martian Manhunter Batman’i ziyaret ediyor falan. Tam film bitti diyorsun, film uzuyor da uzuyor yani… Burada hissettiğim basit bir sabırsızlık değil. Bir süper-kahraman filmini galibiyetle, düzenin yeniden sağlanmasıyla bitirirsin arkadaşım; seyirciyi iyi-kötü mücadelesi ile germişsindir, sonunda iyiler kazanmış, seyirci katarsis yaşamıştır, orada toparla ve bitir. Sonrasında anlatacaklarını sonraki filmde göreceğiz zaten. Bu bana sonraki filmin “fragmanını” şu anki filme yerleştirmek gibi geliyor, bildiğin “ürün yerleştirme” yani, tamamen pazarlama kaygılı. “Epik final” hissini alıp götüren bir şey. Altı süper-kahramanın yan yana dizilip zafer ifadesi dolu yüzlerle uzaklara daldığı bir sahne epik bir final olabilir, ondan sonra 15-20 dakika daha bir şeyler izlemek ise değil…

 

Toparlayacak olursak, “Zack Snyder’s Justice League” devasa bir vizyon üzerinden hareket eden, çok hırslı bir film. Kendi hırslarının, kendini aşırı ciddiye almasının sonucu olarak da kendi üstüne yıkılıyor. Muhtemelen fanatik düzeydeki çizgi-roman/süper-kahraman hayranları için “ıslak rüya” niteliğinde olacak kadar görsellik, karakter ve olay zenginliğine sahip olan film, benim gibi çizgi-roman filmlerine fazla önyargılı olmayan ancak fanatizm düzeyinde de bayılmayan, dolayısıyla böylesi bir filmi temel olarak “sinemasal” açıdan değerlendiren bir izleyicinin naçizane bakış açısından ise fazla dağınık, fazla hırslı, fazla uzun ve biraz da yorucu olarak görünüyor. Meraklısına iyi seyirler. :)


EMRE KARA

Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)