SPOILER
UYARISI: Bu yazı “Luca” filminin öyküsünü baştan sona ele aldığı ve öyküdeki
olaylara ve detaylara referanslar içerdiği için, filmi izledikten sonra
okumanız tavsiye edilir.
“Luca”
(2021), ilk uzun metraj filmini yapan İtalyan yönetmen Enrico Casarosa’nın
yönettiği bir Pixar animasyon filmi. Kendisi fantastik bir “coming-of-age”
öyküsü. Film, 1950’ler/60’larda küçük bir İtalyan kasabasında geçiyor ve Luca
adlı küçük bir deniz canavarının, karadaki insan dünyasını keşfetme öyküsünü
ele alıyor. Bu keşifte ona, kendisi gibi deniz canavarı olan ancak insan
dünyasına nispeten daha hâkim olan yeni arkadaşı Alberto rehberlik ediyor.
Hepimizin Pixar’dan beklemeye alışık olduğumuz üzere bu film de kelimenin tam
anlamıyla büyüleyici bir film. İçerdiği hayal gücü, kurduğu sıcak ve ilginç
evren, inşa ettiği derinlikli karakterler ve ilişkilerin yanı sıra duygusal
olarak da hayli yoğun ve etkileyici. Ancak benim için “Luca”nın en ilgi çekici
ve en özel yanı, Pixar’ın ilk gey aşk öyküsü olarak yorumlanmaya çok açık
olmasıydı. Ben filmi böyle bir gözle izledim, burada da queer bir lensle filmin
bütün öyküsünü baştan sona ele alacağım.
Filme
queer bir gözle bakabilmek için öncelikle filmdeki “deniz canavarlığı”na, bir
gey metaforu olarak bakmak lazım. Filmin başında Luca’nın küçük dünyasının
yalnızca sualtından ibaret olduğunu, yüzeye çıkmasının ebeveynleri tarafından
katı bir biçimde yasaklandığını görüyoruz. Bu yasağın sebebi, ebeveynlerinin,
Luca’ya yüzeyde insanların zarar verebileceklerinden korkmaları. Bu hayli
anlaşılır bir kaygı, çünkü insanlar için deniz canavarları korkutucu, iğrenç ve
görülünce öldürülmesi gereken canlılar. Yüzeydeki insan dünyasını gerçek
yaşamdaki “toplum” kavramıyla eşlersek, toplumun farklı olanı, öteki olanı,
sıra dışı olanı canavarlaştırmaya olan merakının vurgulandığını rahatlıkla
görebiliriz. Dolayısıyla insanların deniz canavarı korkusu, gerçek yaşamdaki
toplumun homofobisi ile rahatlıkla eşlenebilir. LGBT çocuklara (ya da toplumun “normal”
addettiğinin dışında herhangi bir özelliği olan çocuklara) sahip olan
ebeveynlerin, çocuklarına karşı daha korumacı oldukları sıklıkla gözlemlenen
bir durumdur. Bu korumacılık anlaşılabilir bir tutumdur aslında, çünkü farklı
ve özel olan çocuklarının anlaşılmamasından ve bunun sonucu olarak da
ötekileştirilmesi ve zarar görmesinden korkarlar ebeveynler. Luca’nın
ebeveynleri de böyle bir korumacı tutuma sahip.
Ebeveynlerinin
yasaklarına rağmen Luca yüzeye çıkıyor ve kendisi gibi deniz canavarı olan Alberto
ile tanışıyor. Yüzeyde yaptığı önemli bir keşif de, sudan çıktığı ve karaya
ayak bastığı andan itibaren artık bir deniz canavarı gibi değil, bir insan gibi
görünüyor olduğu. İnsanların dünyasına insan görünümünde karışabilme şansı
olduğunu fark ediyor yani, ki Alberto da bu yüzden uzun zamandır yüzeyde
yaşıyor tek başına. Bu “kamufle” olabilme durumunu da yine açık yaşanmayan,
gizli (closeted) eşcinsellik ile eşleyebiliriz. Homofobik, ötekileştirici,
hatta sıklıkla tehditkâr bir toplumda birçok gey erkeğin “closeted” olarak
yaşadığı, dış dünyaya sanki heteroseksüelmiş gibi bir izlenim verdiği bilinen
bir gerçek. Deniz canavarlarının da insanların dünyasında insan gibi
görünebilmeleri, bu “closeted” kalma durumunun bir metaforu olarak alınabilir.
Yine de belirtelim ki Alberto karada, insanların dünyasında yaşasa bile aslında
tam olarak insan kasabasında değil, küçük bir adada tek başına yaşıyor. Yani
insanların dünyasının hem içinde, hem dışında. Heteronormatif bir toplumun hem
parçası olan, hem de ona yabancı hisseden gey bir erkek gibi.
Luca’nın
sualtı dünyasını ve ailesini geride bırakıp Alberto ile yüzeyde yeni bir yaşama
başlaması, bir gey erkeğin korumacı aile yaşamını aşıp ilk aşkı bulması ile
eşlenebilir. Bu romantik ve kişisel bir devrim, ama henüz adamakıllı bir
kendini kabulleniş ya da açılış değil. Çünkü günün sonunda Luca ve Alberto
adada yine kendi mikro-evrenlerini yaratıyorlar. Alberto’nun bir Vespa posteri
var ve Luca’nın da çok ilgisini çekiyor bu. Sonra ikili birlikte bir Vespa inşa
etmeye çalışıyorlar. Vespa’yı görür görmez hemen efsane romantik komedi “Roman
Holiday”deki (1953) Audrey Hepburn ve Gregory Peck ikilisi geldi aklıma. Onlar
da Roma’da bir Vespa ile gezi yapıyorlardı. Böyle ikonik bir romantik filmden
ikonik bir nesneye referansta bulunarak film, Luca ile Alberto arasındaki
ilişkinin muhtemel romantik doğasını daha da vurguluyor, ayrıca ikonik bir
heteroseksüel aşk öyküsünü de queerleştiriyor. (“Roman Holiday”in posteri bir
aşamada filmde bir duvara yapıştırılmış olarak da gösteriliyor.) Bir araç
olarak Vespa aynı zamanda herhangi bir yere bağlı olmamanın, yalnızca iki kişi
olarak sürekli hareket halinde olmanın, birlikte keşfetmenin büyüsünü ve
mahremliğini de simgeliyor bence. Makro insan evreni içinde mikro bir gey çift
evreni gibi yani.
Luca’nın
yüzeye çıktığını öğrenen ebeveynleri, onu amcası ile denizin derinliklerine
yollamayı planlıyorlar. Bu aşamada ebeveynlerin korumacılığı adamakıllı
kısıtlayıcılığa ve baskıcılığa evriliyor. Bu yüzden Luca ve Alberto birlikte
kaçarak insan kasabası Portorosso’ya gidiyorlar. Artık ne sualtının korumacı
aile dünyası var, ne de Alberto’nun adasının sunduğu güvenli mikro-evren. Artık
büsbütün insan dünyasına karışmak zorundalar. Kasabada Giulia adlı bir kızla
tanışıyorlar. Giulia da normalde kasabada yaşamadığı, yalnızca yaz tatillerinde
geldiği için kasabada “öteki” konumunda olan bir kız. Üçü birlikte bir yarışa
katılmak için takım kuruyorlar ve Giulia bunu “mazlumların” (orijinal replikte
“underdog”) dayanışması olarak niteliyor. Gey erkekler ile heteroseksüel kadınlar
arasında kurulan sıkı dostluklar hayli klasik bir olgu zaten. Bunun da ötesinde
mazlum/underdog kavramı üzerinden, toplumda ötekileştirilen ve zorbalığa
uğrayan (yarıştaki rakibi Ercole’nin Giulia’ya yaptığı zorbalıklar) bireylerin
birbirlerine tutunarak güçlü bağlar kurması olgusunu da vurguluyor film.
Ancak
üçlü arasındaki ilişki ilerledikçe Alberto, Luca ve Giulia arasında gelişen
bağı kıskanmaya başlıyor. En başından beri Luca ile olan ilişkisini “ikimiz
dünyaya karşı tek” şeklinde konumlandıran Alberto, Luca’nın dünyayı daha geniş
bir biçimde tanıma isteğine ve bir kızla kurduğu yakın ilişkiye tehdit gözüyle
bakıyor. Gey bir ilişkiye heteroseksüel bir kadının dâhil olup “arabozucu”
olması da birçok filmde kullanılmış bir klişedir. :) Alberto aslında Luca’nın,
Giulia yoluyla toplumsal “normalliğe”, heteronormativiteye çekilmesinden
korkuyordur belki. Ayrıca Alberto güvenli mikro-evrende daha kişisel bir ilişki
isterken Luca makro-evrenin bir parçası olmayı, o evrenin dinamiklerini
anlamayı (eğitim, bilim vs.) istiyor.
Luca
ile Giulia arasındaki yakınlığı kıskanan ve bunu bir teste tabi tutmak isteyen
Alberto, deniz canavarı olduğunu Giulia’ya gösteriyor. Alberto’nun gerçek
formunu, gerçek kimliğini göstermesi, bir geyin “açılması” (coming out) olarak
görülebilir. Giulia buna çok şaşırıyor, hatta biraz korkuyor da Alberto’dan.
Luca ise bu aşamada yapabileceği en kötü şeyi yapıp, sanki kendisi de deniz
canavarı değilmişçesine Alberto’nun değişimine şaşırır taklidi yapmakla
kalmıyor, “Bir deniz canavarı!” diyerek onu fişliyor aynı zamanda. Bir gey
ilişkide taraflardan birinin herkese açık bir biçimde yaşamak istemesi ile
diğerinin gizli kalmak istemesinin travmatik çatışması, filmin en dramatik
anlarından birini oluşturuyor böylece. Reddedilen Alberto yüzerek uzaklaşıyor.
Ancak bundan çok kısa süre sonra Giulia, Luca’nın da aslında bir deniz canavarı
olduğunu keşfediyor kazara. Böylece Luca, kendi kimliğini reddederek, -mış gibi
yaparak sonsuza dek yaşayamayacağı gerçeğiyle yüzleşiyor. Bir gey erkeğin
kimlik krizi ve sancılı “coming out” süreci metaforu…
Hatasını
anlayan Luca yeniden Alberto’yu buluyor ve kendini affettirmeye çalışıyor.
Alberto’nun babasının uzun zaman önce onu terk ettiğini öğreniyor. Birçok gey
erkeğin, babaları tarafından reddedilmesinin bir metaforu olarak bakılabilir
buna. Yapayalnız olan Alberto’nun kendisine neden bu kadar umutsuzca tutunmaya
çalıştığını da daha iyi anlıyor Luca böylece. Kendisini affettirebilmek için
yarışa tek başına katılmaya ve Vespa’yı almaya yetecek parayı kazanmaya karar
veriyor. Yarış da hem heteronormatif dünyanın, hem de kapitalist sistemin
acımasızlığının bir metaforu olarak görülebilir. Önceki yıllarda yarışın
kazananının hep zorba, zalim ve ötekileştirici Ercole olması, yarışın haksız
rekabete olanak sağlayan yanlarının olması bunu destekler nitelikte. Yani Luca,
heteromormatif/kapitalist bir rekabet düzeninde yükselmeye azmeden gey/öteki
olarak görülebilir. Ancak yarış sırasında yağmur yağmaya başlıyor ve yağmurun
tenine değmesi, Luca’nın canavar kimliğinin ortaya çıkması riskini içeriyor.
Yağmur da bahsettiğim heteronormatif/kapitalist rekabet düzeni içinde gey
bireylerin daha dezavantajlı hale getirilmesinin bir metaforu olarak
alınabilir. Ama aynı zamanda daha önemli bir şeyin metaforu bence: Kendini ne
kadar reddetmeye, gizlemeye çalışırsan çalış, hayat bir gün bir şekilde
kendinle yüzleşmeye ve kendini açığa vurmaya zorlar seni… Bu aşamada Alberto bir
şemsiyeyle çıkageliyor: Açılmış olan gey erkek, gizli kalmaya kararlı olan gey
erkeğin seçimine saygı duyuyor ve bir orta yolda buluşabilmiş oluyorlar şemsiye
yoluyla. Ancak Ercole her ikisini de yere deviriyor ve ikisinin de deniz
canavarı olduğu herkesin gözü önünde ortaya çıkıyor.
Alberto
ve Luca’nın gerçek kimliklerinin ortaya çıkmasından sonra Ercole hem onları
avlamaya çalışıyor, hem de kasabadaki diğer insanları buna azmettiriyor. Bu
açıdan Ercole, toplumda nefret söylemleri üreten ve yayan, topluma karşı
belirli grupları hedef gösteren ve bu gruplara karşı toplumu galeyana getirmeye
çalışan bir çığırtkan, bir linç kültürü neferi olarak görülebilir. Ancak Giulia
da Ercole’yi yere deviriyor ve onun planlarını alt üst ediyor. Yine ötekilerin
dayanışması. Bu aşamada Giulia’nın babası Massimo, Luca ve Alberto’yu hem
Ercole’ye hem de diğer balıkçılara karşı savunuyor. Ercole’nin linç kültürü
neferliğine karşı Massimo da bir hoşgörü kültürü inşa ediyor yani. Bunun
üzerine kasaba halkı zıpkınlarını yere indiriyor, hatta kasabada insan
görünümünde gezen başka deniz canavarları da gerçek kimliklerini açık
ediyorlar. Bunlar arasında, filmde ara ara gösterilen, sürekli dondurma yiyip
birlikte gezen iki yaşlı kadın da var. Ne zaman gey ya da lezbiyen bir insan
kimliğini açık etse bunu “olağanüstü”, “sıra dışı” bir şeymiş gibi karşılayan, “Böyle
olgular bizim toplumumuzda bulunmaz.” gibi söylemler üretmeye çalışan, ya da LGBT
kimliğini bir tür 21. yüzyıl “trendi” olarak yaftalayan dar görüşlü küçük
toplumlara bir gönderme var burada. Luca ve Alberto ilk değildi, tek değildi.
Öncesinde de onlar gibi insanlar bu toplumda hep vardı, içinizde yaşıyorlardı,
sadece siz farkında değildiniz, çünkü açık olmalarına izin vermediniz. O yaşlı
kadın çift ile bu genç erkek çift arasında paralellik kurarak film, LGBT
kimliğinin zamansal ve mekânsal sınırlılığı algısını aşıyor. Kasaba Luca ve
Alberto’yu kabulleniyor, ikili yarışı kazanıyor, ve Ercole’nin zorbalığı son
buluyor.
Filmin
sonunda Luca ve Alberto birbirlerine karşı daha derin bir anlayış kazanmış
oluyorlar. Alberto’nun en büyük hayali bir Vespa olduğu için Luca yarış parası
ile Vespa alıyor. Ancak Luca’nın en büyük hayali okula gitmek ve dünyayı
keşfetmek olduğu için Alberto Vespa’yı satarak Luca’ya bir tren bileti alıyor.
Birbirlerini çok sevmelerine ve birbirilerini artık bütünüyle anlamalarına
rağmen, hayata dair beklentileri farklı olduğu için yollarının ayrılması
gerekiyor: Bu bir bitiş ve veda değil aslında, sadece kendi yollarında ama
birbirlerinin hayatlarına dâhil olarak yürümeye devam etmek. Luca Giulia ile
trene biniyor ama ikisinin arasındaki ilişki net bir arkadaşlık, ve Alberto ile
olan ilişkisinin bundan biraz daha fazlası olduğu gerçeği hala geçerli. Alberto
ise Giulia’nın babası Massimo ile yaşamaya karar veriyor, ve kendisini reddedip
giden babanın ardından sevecen bir baba figürüne kavuşmuş oluyor. Luca’nın
ailesi de sonunda Luca’nın kendisi için çizdiği yolu kabulleniyorlar. Luca’nın
büyükannesi filmin sonunda şöyle diyor: “Bazı insanlar onu asla kabul
etmeyecekler. Ama bazıları da edecekler. Ve o, iyi olanları nasıl bulacağını
biliyor gibi görünüyor.” Bu replikler aslında filmin nihai mesajını özetler
nitelikte: Öteki olabilirsin, toplumdaki herkes tarafından kabul
görmeyebilirsin, ama daima sevgiyi ve dostluğu bulabilir, kendi küçük evrenini
kendin inşa edebilirsin.
EMRE
KARA
Tüm
yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)