İki güne yayarak “Zack Snyder’s Justice League” filmini izledim. İki güne yaydım, çünkü malum film 4 saat! Tabi bir sürü karakterin bir araya geldiği, bir sürü öykü parçasının birleştirildiği bir film ancak bu kadar sürede anlatılabiliyor sanırım. Film, 2017 yılında çıkan 2 saat uzunluğundaki “Justice League”in “Director’s Cut” versiyonu. Neden böyle bir versiyon çıktı? Snyder 2017’de kızının intiharının ardından post-prodüksiyon evresinde filmden ayrılmış, filmi son haline Joss Whedon getirmişti. Whedon, Warner Bros’un isteği üzerine filmi büyük ölçüde kısaltmış, aynı zamanda tonunu da daha hafif ve mizahi bir hale getirmişti. Film hem seyircilerden hem eleştirmenlerden olumsuz dönüt almıştı. Bunun ardından gerek filmin oyuncu kadrosu ve yapım ekibi, gerekse fanlar tarafından bir Snyder versiyonunun yapılması için kampanya başlatılmıştı. Bunun üzerine stüdyo ekstra 70 milyon harcayarak ilk etapta bir mini-dizi olarak planlanan bu projeyi yaptı. Sonra mini-dizi fikri filme dönüştü ve şu an bahsettiğimiz yeni versiyona ulaşmış olduk. Bu yeni versiyonu o ilk versiyona göre çok daha iyi bulduğumu belirteyim, ama bu yine de filme bayıldığım anlamına gelmiyor. Temel olarak filmi fazla uzun, fazla dağınık, fazla karakterli, fazla öykü parçacıklı, kısacası “fazla” buldum. Kilit kelime fazla burada, ve bunu aşağıda açıklamaya çalışacağım.
20.
yüzyılda süper-kahraman filmleri yeni yeni yapılmaya başlandığında bu filmlerin
tek bir süper-kahramanı ele aldıklarını, dolayısıyla daha bütünlüklü, derli
toplu ve bir anlamda daha minimal öyküler anlattıklarını görüyoruz. Örnek
olarak Christopher Reeve’li “Superman” (1978, 1980) filmlerini ya da Tim Burton’ın
“Batman” (1989, 1992) filmlerini gösterebiliriz. 21. yüzyılda süper-kahraman
janrına yepyeni bir soluk getiren ve bence bu olayın günümüzde bir trende
dönüşmesine vesile olan Nolan’ın “The Dark Knight” üçlemesi (2005, 2008, 2012) de
hakeza bu şekilde. Çok spesifik, kendine ait dokusu olan evrenleri var bu
filmlerin, ve bir evrene bir süper-kahraman yetiyor. Aslında bu, anlatı
sanatlarının, bilhassa sinema sanatının temel ilkelerinden biri değil midir,
bir öykünün bir “protagonist”i vardır ve öyküyü onun etrafında
şekillendirirsin. Mesele süper-kahraman olunca bu “birlik” daha önemli bence,
çünkü eleman sonuçta belirli yönlerden insan-üstü bir varlık, ve onun eşsiz,
biricik olmasını istiyorsun, onu özel yapan, “süper” yapan şey de bu zaten. Ama
günümüzdeki süper-kahraman filmi trendlerine baktığımızda “Ne kadar çok, o
kadar iyi.” şeklinde bir mantık görüyoruz. “DC Extended Universe” ya da “Marvel
Cinematic Universe” adları verilen ve zibilyon tane süper-kahraman içeren, bir
sürü filmi birbirine bağlayan serilerin mantığı da bu. Her şey yalnızca devasa
bir bütüne ilintilenerek anlamlı hale geliyor, “fazlalığa” hizmet ederken “biriciklik”,
“eşsizlik” yitiriliyor. Ateşli “fanboy”ların “Ama süper-kahramanların bir araya
geldiği anlatılar çizgi roman geleneğinde zaten var, filmler için oluşturulmuş
yepyeni bir konsept değil.” dediğini duyar gibiyim. Cevabım ise çok basit: “So
what?” :) Ben bir sinemaseverim, hayli deneyimli bir film izleyicisiyim ve
kendi çapımda filmleri kritik bir açıdan değerlendirmeye çalışan biriyim. Çizgi
roman kültürünün her yönünü olumlamak gibi bir zorunluluğum yok, peşinen
belirteyim. :) Bunun da ötesinde, bir filmin çizgi roman anlatılarına “sadık”
olması onu otomatikman iyi yapmaz ya da “aklamaz”. Aynı şey genel olarak
edebiyat uyarlamaları için de geçerli. Bir “medium”dan diğerine geçiş yapan bir
anlatı, geçiş yaptığı yeni “medium”a uyabilmek, orada doğru işleyebilmek için
bir dönüşüm yaşamak durumundadır. Bir tiyatro oyunundan uyarlanan filmlerin
oyunu motamot perdeye aktarmaları halinde “Tiyatro oyunu gibi olmuş, film gibi
olmamış.” şeklinde eleştiriler alması sık yaşanan bir durumdur. Aynı şekilde
roman uyarlamalarının iyi olanları romanı görsel bir dilde en iyi şekilde
yeniden üretebilmek için onu en iyi dönüştürebilenlerdir. Çizgi romanlar bu
dönüşüm sürecinden neden azade olsunlar?
Bahsettiğim
şey aslında anlatılara ilişkin çağlar boyu söylenen, çok basit bir şey: Klasik
birlikler ya da Aristocu birlikler (classical/Aristotelian unities) meselesi.
Eylem birliği, zaman birliği, mekân birliği. Tabi bunlar temelde trajedi için
üretilen kavramlar ve günümüzde, hele de sinemada, bir anlatının tek günde ve
tek mekânda geçen tek bir eylemi ele alması imkânsız gibi bir şey çoğu zaman.
Ancak bu kavramları bu kadar sert yasalar olarak görmek yerine vurguladıkları
esas meseleye odaklanırsak önemli bir noktaya erişiyoruz; birlik ve bütünlük
hissi. Bir öyküden hemen hemen hepimizin beklediği şey aslında. Öyküdeki
karakterlerin ve olayların sayısını artırdıkça, zamanı ve mekânı genişlettikçe
bu bütünlük hissini yakalamak da zorlaşıyor. İmkânsız değil tabi, ama daha zor.
“Justice League” kadar hırslı bir proje içinse bu neredeyse imkânsız görünüyor.
Şimdi de kafalarda şöyle bir soru oluşmuş olabilir: “E kardeşim o zaman ‘Justice
League’ gibi bir öyküyü ‘doğru’ anlatmanın bir yolu yok mu yani, ne yaparsak
yapalım yanlış mı yapmış olacağız?” Muhtemelen evet. :) Ama daha iyi hamleler
yapılabilirdi, bunu “DC Extended Universe” bağlamında ele alayım. Bu serideki
tüm filmleri izledim.
“Justice
League”de temelde 6 süper-kahraman görüyoruz, tek bir film için hiç de
azımsanacak bir sayı değil. Hele bir de bu kahramanların her birinin öyküsüne
eklenen yan karakterleri işin içine dâhil ettiğimizde ortaya dev bir karakter
repertuvarı çıkıyor. Kahramanları ve onlarla ilişkili temel yan karakterleri şöyle
listelemeye çalışayım:
- Batman:
Alfred, Commissioner Gordon, The Joker
-
Superman: Lois Lane, Lex Luthor, Martha Kent
-
Wonder Woman: Queen Hippolyta
-
Cyborg: Silas & Elinor Stone, Ryan Choi
-
Aquaman: Vulko, Mera
- Flash:
Iris West, Henry Allen
Bu
yazdığım karakterlerin her biri filmde görünüyor, ama uzun ama kısa. Üstelik
ben yalnızca en ön plana çıkanları yazdım, yazmadığım daha birçok kişi var.
Gelelim kötü adamlara. Esas kötücül güç Darkseid ama filmde biz onun hizmetkârı
olan Steppenwolf’u izliyoruz esas kötü adam olarak.
Karakter
tanıtımından sonra gelelim filmin öyküsüne: Ortada üç önemli kutu var,
birleşmeleri durumunda dünyanın sonunu getirecek olan. Bunlardan biri Aquaman’in
halkı Atlantislilerde, biri Wonder Woman’ın halkı Amazonlarda, biri de
insanlarda bulunuyor. İnsanlara ait olan kutu Cyborg’un babasının
laboratuvarında yer alıyor. Darkseid’ın amacı tabi ki bu kutuları birleştirmek,
Steppenwolf da bu amaca hizmet ediyor. Superman filmin başında ölü olduğu için
Batman ve Wonder Woman, kutuların birleşmesine engel olmak üzere kalan üçlü ile
iletişime girip bir savaş ekibi oluşturuyor ve olaylar gelişiyor. Böyle
anlatınca kulağa ne kadar derli toplu geliyor, değil mi? Ama izlediğimiz film
bu kadar açık, net ve bütünlüklü mü? Değil.
Sen
izleyici olarak bu ana öyküye, iyiyle kötünün ezeli ve bir o kadar klişe
savaşına odaklanmaya çalışırken Snyder araya öykü serpiştiriyor da
serpiştiriyor. Lois ile Martha’nın, Superman’in ölümünden sonra yaşadıkları
acıyı ve yası izliyoruz ara ara. Bir ara Wonder Woman’ın, okul gezisindeki bir
grup küçük kızı bir terörist saldırıdan kurtarmasını izliyoruz. Sonra bir anda
Cyborg’un köken öyküsünü izliyoruz. İlgili anne ve ihmalkâr baba arasında
sıkışıp kalmış okullu-sporcu genç olarak. Sonra geçirdiği kazayı ve yarı
insan-yarı robota doğru yaşadığı dönüşümü izliyoruz. Sonra bir ara Flash’ın
hapishanedeki babasını ziyaret etmesini, ilerde aşkı olacağa benzer bir kızı
bir kazadan kurtarmasını, iş bulmaya çalışmasını izliyoruz. Sonra savaş devam
etmekteyken kutu yardımı ile Superman’in uyandırılmasını, uyandıktan sonra
kendine gelene kadar manyağa bağlamasını, kim olduğunu hatırlamadan evvel
diğerlerine saldırmasını izliyoruz. Bu yan öyküler, yukarıda özetlediğim ana
öyküye odaklanmayı güçleştiriyor. Peki ne farklı yapılabilirdi? Bunu da film
evreninin geneline bakarak görebiliriz.
“DC
Extended Universe”in ilk filmi “Man of Steel”di ve yalnızca Superman’i ele
alıyordu. Sonra hemen ikinci film olan “Batman v Superman: Dawn of Justice”de,
adından da anlaşılacağı üzere iki süper-kahraman bir araya getirildi. Yahu ne
bu acele “birlik” ve “çokluk” için? Sebebi muhtemelen hayli pratik. Snyder,
Nolan’ın çok başarılı Batman üçlemesinin üzerine Ben Affleck’li solo bir Batman
filmi yaparak tekrara düşme, karşılaştırmalara hedef olma gibi risklerden
kaçındı. Mı acaba? Pek de değil. Çünkü “Batman v Superman” filminde Batman’in
köken öyküsünü izledik yine de, çocukluğu, anne-babasının öldürülmesi, Batman
olması falan filan. Yani Snyder ne Batman’ine solo film yapma riskine girdi, ne
de kendi Batman’ini en baştan anlatmanın cazibesinden kaçabildi. Ortaya yine
dağınık bir film çıktı sonuç olarak. Batman’e mi odaklanayım, Superman’e mi
odaklanayım, ikisinin arasındaki gerginliğe mi odaklanayım şaşırdığımız bir
film. Sonra “Wonder Woman” (2017) ve “Aquaman” (2018) filmlerinde söz konusu
karakterlerin solo öykülerini izledik, çocukluktan yetişkinliğe, dönüşüme
doğru. İşte “Man of Steel”, “Wonder Woman” ve “Aquaman” filmlerini, “Batman v
Superman” ya da “Justice League”e göre daha başarılı kılan şey buydu bence; tek
bir karaktere odaklanmaları, daha bütünlüklü, derli toplu öyküler anlatmaları.
Diğer ikilide ise kafa karışıklığı ve dağınıklık vardı; bir yandan önceden
izlemediğimiz karakterlerin tanıtıldığı, diğer yandan bir iyi-kötü savaşı
öyküsünün anlatıldığı bütünlükten yoksun öyküler. O yüzden “Batman v Superman”de
bir Batman orijin öyküsü, “Justice League”de birer Cyborg ve Flash orijin
öyküleri izlemek zorunda kaldık. Çünkü bu karakterleri ilk defa bu filmlerde
görüyorduk! Bence yapılması gereken doğru hamle şuydu: Gerek Ben Affleck’in
Batman’i için, gerek Cyborg ve Flash karakterleri için solo filmler
çekilmeliydi önce, oldukları süper-kahramanlara nasıl dönüştüklerini anlatan. Bundan
sonra “Justice League” gibi bir film çekilseydi araya giren alakasız tanıtım
segmentlerinden kurtulmuş, ana öyküsüne odaklanabilen, bütünlüklü bir film
izlemiş olurduk. Superman’in “Batman v Superman”de öldürülüp bu filmde yeniden
diriltilmesi olayına girmek bile istemiyorum, son derece gereksiz bir yan
öyküydü zaten. Dediğim hamleler uygulanmış olsaydı “Justice League” şöyle bir
film olacaktı: “Bütün karakterleri zaten önceden tanıyorsunuz, tekrar
anlatmıyoruz, şimdi hepsinin bir araya geldiği yeni bir öykümüz var, ona
odaklanacağız!” Eyyy Warner Bros, ey Snyder, şu bloğu oku da biraz sinemasal
evren yaratma, pazarlama stratejisi öğren! Bahsettiğim problem “Suicide Squad”
filminde de yaşandı mesela. Neden yerden yere vuruldu film, çünkü hiç
tanımadığımız bir grup karakterin slayt gösterisi gibi hızlıca tanıtıldığı ve
sonra hooop önemli bir görev için bir araya getirildiği bir film izledik. Böyle
bir filmden önce hiç olmazsa, en azından, Harley Quinn ve Joker üzerine bir
film yapmak çok mantıklı olabilirdi. Burada da muhtemelen “Aman Heath Ledger’in
Joker’i üzerine solo Joker yapmayalım.” diye risk almak istemediler, halbuki
ben Jared Leto’nun Joker’inin oluşum sürecini, Harley Quinn’le tanışmasını ve
ikisi arasında gelişen tuhaf ilişkiyi ayrı bir film olarak izlemeyi gayet de
isterdim. Ve mesele risk almaksa Joaquin Phoenix’li “Joker” (2019) filmi,
stand-alone bir film olarak böyle bir riski aldı ve çok da başarılı oldu!
Neyse,
“Justice League”e geri dönelim. Yukarıda sözünü ettiğim sinemasal evren
kronolojisi ve bazı senaryo tercihleri bence birçok sorunu çözerdi. Cyborg ve
Flash’in önceden tanıtılmış olduğu, Superman’in hiç ölüp yeniden dirilmediği
bir “Justice League” filminin en basitinden 4 saat değil de 2 buçuk saat falan olduğunu
rahatlıkla hayal edebiliyorum. Sürenin kısalmasının ötesinde öykü anlamında da
çok daha odaklı ve bütünlüklü bir film görebilirdik. Şu haliyle fazlasıyla
dağınık ve çorba gibi. Hatta Snyder’a elindeki bu devasa öykü yetmemiş olacak
ki hızını alamayıp bir de filmin sonuna “epilog” koymuş, epilog 15-20 dakika
falan arkadaşlar, yüce Rabbim! Tam kötü adam öldü iyiler kazandı derken bir
sonraki filmden sinyaller ve kesitler sunuyor bize Snyder: Lex Luthor Arkham’dan
kaçıyor, Deathstroke onu ziyaret ediyor, Martian Manhunter Batman’i ziyaret
ediyor falan. Tam film bitti diyorsun, film uzuyor da uzuyor yani… Burada
hissettiğim basit bir sabırsızlık değil. Bir süper-kahraman filmini
galibiyetle, düzenin yeniden sağlanmasıyla bitirirsin arkadaşım; seyirciyi
iyi-kötü mücadelesi ile germişsindir, sonunda iyiler kazanmış, seyirci katarsis
yaşamıştır, orada toparla ve bitir. Sonrasında anlatacaklarını sonraki filmde
göreceğiz zaten. Bu bana sonraki filmin “fragmanını” şu anki filme yerleştirmek
gibi geliyor, bildiğin “ürün yerleştirme” yani, tamamen pazarlama kaygılı. “Epik
final” hissini alıp götüren bir şey. Altı süper-kahramanın yan yana dizilip
zafer ifadesi dolu yüzlerle uzaklara daldığı bir sahne epik bir final olabilir,
ondan sonra 15-20 dakika daha bir şeyler izlemek ise değil…
Toparlayacak
olursak, “Zack Snyder’s Justice League” devasa bir vizyon üzerinden hareket
eden, çok hırslı bir film. Kendi hırslarının, kendini aşırı ciddiye almasının
sonucu olarak da kendi üstüne yıkılıyor. Muhtemelen fanatik düzeydeki çizgi-roman/süper-kahraman
hayranları için “ıslak rüya” niteliğinde olacak kadar görsellik, karakter ve
olay zenginliğine sahip olan film, benim gibi çizgi-roman filmlerine fazla önyargılı
olmayan ancak fanatizm düzeyinde de bayılmayan, dolayısıyla böylesi bir filmi
temel olarak “sinemasal” açıdan değerlendiren bir izleyicinin naçizane bakış
açısından ise fazla dağınık, fazla hırslı, fazla uzun ve biraz da yorucu olarak
görünüyor. Meraklısına iyi seyirler. :)
EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder