19 Ağustos 2016 Cuma

KORKU NEREYE GİDİYOR? - EMRE KARA


Yakın zamanda çıkacak korku filmleri. Dikkat ettiyseniz hepsi ya devam filmi, ya yeniden çevrim vs. Bu çok acı bir durum, sinemanın gidiyor olduğu yön ile ilgili çok acı bir durum. İnsanlık olarak yaratıcı ruhumuzu mu kaybettik? Sadece korku türünde değil bu durum. Yeni çıkan filmlerin birçoğu devam filmi, yeniden çevrim, çizgiroman uyarlaması falan. Orijinalik öldü. Korku türünde şöyle de bir durum var aslında. Dünya daha da bilindik, sıradan, gizemsiz, kablolarla bağlantılı hale geldikçe ve insanlar hayal güçlerini kaybettikçe hiçbir korku filminden etkilenemiyor oldular, korkabilmek hayal gücü gerektirir çünkü bence. :) Böyle bir durumda yapımcılar hayal gücünü zorlayacak yeni korku anlatıları üretmek yerine, hayal gücünün daha etkili olduğu zamanlara ait korku anlatılarını nostaljik hislerle yeniden yorumlayarak seyirciye sunuyorlar, ama bu sevgi dolu bir nostalji değil, eskinin mirasından nemalanma çabası, ölmekte olan bir şeyleri diriltme çabası, son bir direniş. "The Exorcist"in dizisi yapılıyormuş duydum mesela. Halbuki "demonic" korkular 60'lar ve 70'lerde "Rosemary's Baby", "The Exorcist", "The Omen" gibi filmlerle zirve yapıp sonrasında öldü, insanlar şeytandan korkmamaya başladılar. "The Exorcist"e özenen her film alay konusu edildi, hatta bir sürü parodi filmi çekildi. Bu saçmalama sürecinden sıyrılan yalnızca James Wan olabildi "The Conjuring" filmleri ile, onda da yönetmenin dehasının ve çektiği filmlerin gerçek olaylara dayanıyor olmasının payı olduğunu düşünüyorum. "Slasher"lar da öldü. 90'larda bir "Scream" sıçramasıyla bu alt-tür yeniden canlandırıldıysa da bu da kısa süre içinde kendisini saçmalığa ve parodiye veren bir geleneğe dönüştü. Peki son yıllarda kaç başarılı vampir filmi çıktı Hollywood'dan: "Let Me In" (ki bir İsveç filminin yeniden çevrimi), "Only Lovers Left Alive". Günümüzde korku türünün en çok ürün çıkaran alt-türü "zombi" filmleri ve "kaos" filmleri gibi geliyor bana. Çünkü küresel krizlerin tam gaz devam ettiği, kitlesel ölümlerin yaşandığı, nükleer/kimyasal silahların konuşulduğu, herkesin hızla delirdiği bir dünyada insanlara en gerçekçi gelen korku, insanları değişip dönüştürecek ve onları birbirine kırdıracak bir süreç.

Korku türü ölmemeli, sinemanın "janr" tanımına en çok uyan ve en kendine ait köşede duran türü ölmemeli. Gereği yapılsın. Hayal gücünün sınırları zorlansın. Üretenler zorlayacak ki sınırı seyirciler de bunu yapmaya mecbur kalsın.

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

12 Ağustos 2016 Cuma

SUICIDE SQUAD - EMRE KARA



“Suicide Squad”i sinemaya girdiği gün hemen izleyeyim dedim, çünkü uzun süredir merakla bekliyordum. Dünya çapında eleştirmenler ve seyircilerden aldığı olumsuz tepkileri göz ardı ederek ve ön yargısız izlemeye çalıştım. Sonuç olarak bu kadar yere vurulmasının haksızlık olduğunu düşünüyorum, ama kusursuz bir film olmadığını da kabul ediyorum. O halde başlayalım…

Öncelikle filmin biraz “kafası karışık” durmasına neden olmuş olabilecek teknik detaylardan söz edelim: “Batman v Superman: Dawn of Justice” filminin eleştirmenler ve seyirciler tarafından aşırı karanlık ve kasvetli bulunmasının ardından, “Suicide Squad”in nasıl bir modda olacağı konusunda farklı görüşler ortaya atılmış. Yapımcılar bu filme daha çok mizah ve hafif sahneler eklemek istedikleri için, yönetmen Ayer’in orijinal kurgusuna yeni sahneler çekilip eklenmesini talep etmişler. Bu mizahi dokunun genel itibariyle hoş bir ekleme olduğunu söyleyebiliriz sanırım, ama zaman zaman tuhaf kaçtığını da söylemek gerek. Şimdi “Lan karanlık yapınca karanlık, mizahi yapınca tuhaf?” diyorsanız eğer ben “Batman v Superman”in karanlığından ya da genel olarak DC karanlığından hiç rahatsız değilim. Ha “Suicide Squad”deki mizahtan da rahatsız değilim, ama stüdyo sırf daha çok seyirciye yaranmak için yönetmenin orijinal vizyonuna müdahale ediyorsa bu etik değil bence. :)

Ayrıca Ayer’e, filmin son halini 5 Ağustos’a hazır etmesi için hayli baskı yapılmış stüdyo tarafından. Bu süreçte bir de sürekli değişen editörler ile çalışmak zorunda kalmış yönetmen. Filmin kurgusundaki kusurluluğun önemli bir nedeni bu bence. Ah stüdyolar ve onların, ceplerine girecek paradan başka hiçbir şeyi düşünmeyen yöneticileri. Yönetmenleri kendi hallerine, kendi vizyonlarına bırakmayan köpekler! :)

Bunun yanı sıra filmin, tamamen bağımsız bir film olmaktansa “Batman v Superman: Dawn of Justice” filmine bir devam filmi işlevi de gördüğünü belirtmek gerek. Tabi direkt bir devam filmi değil ama olayların, o filmdeki olaylardan hemen sonra geçiyor olduğunun sinyalleri diyaloglar içerisinde veriliyor ve o filme birçok referansta bulunuluyor. Batman ve Flash karakterleri, filmin flashback sahnelerinde karşımıza çıkıyorlar. Dolayısıyla önce o film izlenmezse kafa karışıklığı yaşanabilir yer yer.

Gelelim benim için en önemli problematik noktaya. Film çok çok çok karakterli olduğu için, bu kadar fazla karakter içeren bir öyküyü yazmak ve bunu bütünlüklü bir biçimde yapabilmek zorlaşıyor. Filmin süresinin de iki saat olduğunu göz önüne alırsak, film sürekli değişen odak noktaları zincirine dönüşüyor ve açıkçası dağınık duruyor. Karakterlerin her birine, onları iyice özümsememiz için yeterli zaman tanınamıyor. Mesela Jared Leto bir röportajda, Joker’in birçok sahnesinin filmin son halinden kesildiğini ve bundan pek memnun olmadığını belirtmiş. Joker gibi önemli bir karakter, filmde yalnızca “damsel in distress” Harley Quinn’i lanet olası federallerden kurtarmayı misyon edinen ama bunu da başaramayan bir karakter olarak yer alıyor. Halbuki bu kadar önemli bir karakter daha iyi manipüle edilebilirmiş. Diğer bazı karakterlerin geçmişlerine odaklanan daha fazla flashback sahneleri çekilmiş ama filmin son halinde yer bulamamış. Geçmişlerine iyi hakim olduğumuz karakterler arasında Deadshot, Harley Quinn, Diablo yer alıyor. Ama Boomerang, Killer Croc, Slipknot, Katana karakterleri sanki hızlıca es geçiliyor. Bir de bazı flashback sahneleri, Amanda Waller’ın, kötüleri içeren dosyayı özet geçmesi içerisinde verilirken diğer bazı flashback sahneleri filmin içerisine biraz rastgele serpiştirilmiş gibi duruyor. Şu an ile geçmiş arasındaki geçişlerin daha yumuşak, yapısal ve kurgusal anlamda daha ritimli ve filmin temposunu doğal kılacak şekilde olmasını tercih ederdim.

Tam da burada hemen çok önemli bir noktaya değinmek istiyorum. Son dönemde genel olarak Marvel filmlerinin DC filmlerinden daha başarılı bulunduğu bir gerçek. Ama bence bundaki en önemli faktör, Marvel’in film üretirken izlediği kronoloji. Ne yaptı Marvel? Önce “Iron Man”i (2008) tanıttı seyirciye, sonra “Captain America”yı (2011) ve “Thor”u (2011), en son bunları “The Avengers”ta (2012) bir araya getirdi. Yani önce her bir karakteri ayrı ayrı sunup seyircinin onları sindirmesini sağladı, daha sonra onları bir araya getirdi. Gel gelelim yakın zaman DC filmlerine. Bu filmlerin, Christopher Nolan’ın üçlemesinden bağımsız olduğunu biliyoruz, oyuncular değişiyor çünkü. Dolayısıyla “Man of Steel” (2013) adlı solo Superman filminden hemen sonra “Batman v Superman: Dawn of Justice” (2016) çekildi ve içinde kimler yoktu ki: Batman, Superman, Lex Luthor, Wonder Woman, Flash, Aquaman vs. Dolayısıyla film biraz çorba gibiydi ve sanki “Justice League”de olacaklar için bir ön hazırlık, bir intro havası taşıyordu. Ha ben yine de sözümün arkasındayım, filmi seviyorum ama Marvel’in stratejisiyle karşılaştırdığımızda bu durumun bir hata olduğunu fark etmemiz gerekiyor. Dolayısıyla “Suicide Squad”de de bir çorbalık hali yok değil, çünkü birçok karakteri ilk defa bu filmde görüyoruz.

Karakterlerin bazı flashback sahnelerinin de biraz fazla sentimentalliğe kaçtığını düşünmedim değil. Deadshot gibi gözü kara ve gaddar bir tetikçinin, küçük kızı üzülmesin diye kendisini Batman’e teslim etmesi ve hapse girmeyi göze alması mesela. Ya da Diablo’nun bir öfke nöbetinde tüm ailesini yakıp sonra bir daha ateş çıkarma gücünü kullanmamaya karar vermesi. Tabi burada ufak bir senaryo kurnazlığı var. Diablo ateş gücünü kullanmaya istekli olsaydı zaten vurdulu kırdılı, bol aksiyonlu sahnelere pek gerek kalmazdı, çünkü Diablocuğumuz ortalığı yakıp yıkarak tüm problemi çözerdi. Takımın her üyesini ön plana çıkarabilmek için Diablo tövbekâr yapılmış yani. :)

Bir de bir başka önemli nokta: Amanda Waller ekibimizi toplayıp onları kötülüğe karşı savaşma misyonunda kullanacağını söylerken, bu misyonun ne olduğu bir türlü belirtilmiyor. Yok “büyük tehditler” deniyor, yok Tahran’dan bir belge masa üstüne fırlatılıyor falan. Ama sonradan görüyoruz ki karakterlerimiz, gücü eline alan Enchantress karakterine karşı savaşıyorlar. Fakat Enchantress’ın büyük güce kavuşması zaten filmin akışı içerisinde gerçekleşen bir olay. Hal böyleyken, bizim ekibin ilk toplanma amacı neydi, neyle mücadele edeceklerdi onu bilemiyoruz.

Biraz da övgü. Bence oyunculuklar hayli iyiydi ve herkes karakterini en iyi şekilde yansıtmıştı. Ancak filmin yıldızının Margot Robbie/Harley Quinn olduğunu ve filmi en çok onun götürdüğünü itiraf etmeliyim. Yarabbim aşık oldum. <3 Ayrıca Jared Leto’nun Joker yorumunu da hayli beğendim. Jack Nicholson, Heath Ledger, Jared Leto hepsi kendi içinde iyi ve hepsi orijinal Joker'ler oldular benim gözümde. Leto orijinal olmak ve taklit olmamak için özellikle çaba harcamış ve işe de yaramış. Filmin sinematografisi ve o stilize havası da güzeldi. Karakterlerin görünümleri özenli ve orijinaldi. “Bohemian Rhapsody” ile müthiş bir müzik tercihi yapılmıştı. Karakterlerin kendileri için hayal ettikleri ideal hayatların gösterildiği sahneler tam anlamıyla muhteşemdi ve filmdeki favori bölümümdü.

Bence siz de kimin ne dediğine fazla takmaksızın “Suicide Squad”i izleyin. Kritik bir gözle filmi iyi mi kötü mü bulacağınızı bilemem ama çok eğleneceğiniz garanti, ayrıca DC evreninde önemli bir noktada duran, “hero” değil “villain” ya da belki “antihero” filmi olan bir eser izlemiş olacaksınız. Ha bir de Margot Robbie. :)

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

11 Ağustos 2016 Perşembe

STRANGER THINGS - EMRE KARA


“Stranger Things”, televizyon dünyasına bomba gibi düştü. Ben dizi izleyen bir insan değilim (çünkü entellique) ve açıkçası bundan önce izlediğim tek dizi, bir başka muhteşem dizi olan “Penny Dreadful” idi. Sonra baktım bu dizi de korku türünde ve hayli ses getirdi, büyük bir sansasyon oldu, dedim izleyeyim. Gerçekten sekiz bölümü hayranlıkla izledim. Küçük bir kasabada, küçük bir erkek çocuğunun gizemli bir biçimde kaybolmasının ardından annesi ve ağabeyinin, üç arkadaşının ve bir polisin, çocuğu bulma çabalarını ve bu esnada keşfettikleri korkunç ve sıra dışı gerçekleri ele alıyor dizi. Hayli gizemli ve gerilimli bir atmosferi olan dizimiz, janr olarak en sevdiğim ikiliye ait: korku ve bilimkurgu. Öykünün 80’lerin başında geçiyor olmasından mütevellit, dizinin, hem 70’lerin hem de 80’lerin meşhur korku ve bilimkurgu filmlerine atıflarda bulunması kaçınılmaz oluyor. Ama izledikçe anlıyoruz ki olay sırf öykünün 80’lerde geçiyor olmasından ötürü araya sıkıştırılan mecburi atıfların çok ötesinde. Dizinin tüm öyküsü aslında bu zengin kaynaktan baştan sona beslenen, onunla şekillenen bir doğaya sahip. Ne de olsa 70’ler ve 80’ler (kanımca) korku sinemasının en efsane dönemi. Diziyi bu kadar beğenmemin en önemli nedenlerinden biri de elbette ki bu incelikli ve dahiyane nostaljisi. O halde dizinin bu nostaljik elementlerini detaylıca bir masaya yatıralım.

Diziye ilham veren en önemli figür olarak, korku ustası Stephen King çıkıyor karşımıza. King’in ünlü eserleri dizide birçok atıf buluyor kendilerine. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz.

Carrie (1976)
Carrie'nin nesneleri hareket ettirme yeteneği var ve dizide de Eleven'ın böyle bir yeteneği var. Her iki karakter de içine kapanık, az konuşan karakterler.

Firestarter (1984)
Bu filmde, tıbbi bir deneye katılan bir çift daha sonra çocuk sahibi oluyor ve çocuklarının pirokinezi (zihinle ateş yakabilme ve kontrol edebilme) yeteneği var. Bu konsept, dizideki El karakterinde önemli yansımalar buluyor.



Stand by Me (1986)
King’in “The Body” adlı kısa romanından uyarlanan bu filmde, dört erkek arkadaşın, bir cesedi aramak için çıktıkları yol öyküsünü izliyorduk. “Stranger Things”te de üç erkek arkadaş, gizemli bir biçimde kaybolan arkadaşlarını arıyorlar. Hem filmde hem dizide çocukların sürekli karşılarına çıkan ve onlara korku salan “bully” (zorba) figürler var. Her ikisinde de çocukların tren rayı üzerinde yürüdükleri sahneler görmekteyiz.

It (1990)
Bu TV mini-dizisinde, yedi çocuğun, şeytani bir güce karşı birlikte mücadele edişini izliyoruz. Dizinin temel konsepti de aslında bir grup çocuğun kötücül güçlerle mücadelesi.



The Mist (2007)
Bu filmde, küçük bir kasabada birden ortaya çıkan korkunç yaratıkları izliyoruz ve bu yaratıkların, boyutlar arası bir yırtılma/açılma sonucu dünyaya giriş yaptıklarını öğreniyoruz. Dizide de buna son derece benzer bir durum söz konusu.

Stephen King atıflarının yanı sıra 70’ler ve 80’lerin diğer önemli korku ve bilimkurgu filmlerine de birçok atıf bulunmakta. Bunların en önemlilerini şu şekilde özetleyebiliriz:

- “Jaws” (1975) filminin posteri dizide defalarca kadraja giriyor. Dizideki yaratığın kan kokusu alma konusundaki ustalığı ve kokuyu alınca hemen gelivermesi, bir köpekbalığı analojisi kurulmasını sağlıyor. Ayrıca dizideki yerel polis departmanının kıyafetleri ve araçları, “Jaws”takilerin aynısı.

- Dizide Joyce, başka boyuttaki oğlu Will ile iletişim kurabilmek için ışıkları ve ışıklar üzerinden kurduğu bir kodlama sistemini kullanıyor. Spielberg’ün “Close Encounters of the Third Kind” (1977) filminde de uzaylılar, insanlarla iletişim kurabilmek için ses ve ışık kullanıyorlar. Joyce aynı zamanda Spielberg filminin başkarakteri Roy Neary'ye de benziyor. Başkaları onlara inanmasa ve bazıları deli gibi görse de, başka bir boyutla iletişim kurma çabalarından vazgeçmiyor her iki karakter de.



- “Star Wars” serisine (1977, 1980, 1983) birçok yerde referans bulunmakta. Önemli olarak bir sahnede El’in, Millennium Falcon modelini havada tuttuğunu görüyoruz ve bir başka sahnede, özel yetenekleri nedeniyle Yoda’ya benzetiliyor.

- “Alien” (1979) filminde yumurta önemli bir imge, öyle ki filmin posterinde bile yer alıyor. Dizide Joyce ve Jim diğer boyutta gezinirlerken Jim buna çok benzeyen kırılmış bir yumurta görüyor.



- Dizide El karakterinin “sensory deprivation” (duyumsal yoksun bırakma) deneylerine maruz bırakıldığını ve bu deneylerin silindir şeklindeki bir su tankı içinde gerçekleştirildiğini görüyoruz. Buna çok benzeyen bir deneyi ve sulu deney tankını “Altered States” (1980) filminde görmekteyiz.



- “The Evil Dead” (1981) filminin posterini Jonathan’ın odasında görüyoruz.

- Spierlberg’ün “E.T.” (1982) filminde küçük bir erkek çocuğunu, evinde bir uzaylıyı gizlerken görüyoruz. Dizide de Mike, El’i (uzaylı olmasa da sıra dışı ve gizemli bir figür) kendi evine getiriyor ve onu gizliyor. Filmde E.T. dışarıda fark edilmesin diye üzerine kız elbisesi giydiriliyor ve kafasına bir peruk takılıyor. Dizide de aynı işlem El’e uygulanıyor. Hem filmde hem dizide çocukların bisiklet sürdükleri sahnelere sık rastlıyoruz.

- “Poltergeist” (1982) filminde bir ailenin küçük kızları, başka boyuttan hayaletler tarafından kaçırılıyor ve aile kızlarını geri getirmeye çalışıyor. Dizinin temel konsepti buna çok benziyor. Hatta dizinin bir sahnesinde Joyce, oğlu Will’e “Poltergeist” için aldığı sinema biletleri ile sürpriz yapıyor. Filmde küçük kız ailesiyle televizyon yoluyla iletişim kurmaya çalışırken Will de bunu ışıklar yardımıyla yapıyor.

- John Carpenter’ın “The Thing” (1982) filminin posteri dizide Mike’ın evinin bodrumunda birçok kez görünüyor. Bir sahnede de, öğretmenin ve eşinin televizyonda bu filmi izlediklerini görüyoruz. Ayrıca dizideki yaratığın tuhaf başı, filmdeki yaratığın başına benziyor. Bu arada dizinin girişindeki elektronik müzik, birçok Carpenter filminin müziklerini anımsatıyor.

- Dizinin önemli genç kız figürünün adı Nancy. Kendisi bir bölümde diğer boyuta geçip yaratıkla yüz yüze dahi geliyor. “A Nightmare on Elm Street” (1984) filminin başkarakterinin de adı Nancy ve öyküsü benzer.

Çok zengin bir korku-bilimkurgu geleneğini çok ustalıklı bir biçimde kullanan ve bunu yeni ve ilginç bir biçimde bizlere sunmayı başaran “Stranger Things” dizisini herkese tavsiye ederim. Burası bir sinema blogu ama dizi de çok sinemasal bir dizi. Olmasa üzerine yazı yazmazdım. :)

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)