29 Aralık 2016 Perşembe

NAKED LUNCH (1991) - EMRE KARA

Bill ve kankası olan yaratık

“Naked Lunch” (1991) bir David Cronenberg filmi. Filmi en iyi yönetmeni üzerinden tanımlayabiliriz diye düşündüm. Ama aynı zamanda tuhaf, saykodelik, sürreal, absürd gibi sıfatlarla da tanımlanabilir. Film, hem Beat kuşağının hem de postmodernizmin önemli temsilcilerinden William S. Burroughs’un 1959 tarihli aynı adlı romanından uyarlanıyor. Bu romanı filme aktarmayı birçok kişi düşünüyor ama hiçbiri yapamıyor, çünkü romanın filme dönüştürülmesi imkansız olarak görülüyor, ta ki Cronenberg bu işe soyunana kadar. Cronenberg filmin senaryosunu kendi kaleme alıyor. Ama belirtelim ki film, romanın direk bir adaptasyonu olmaktan çok hem romandan, hem yazarı Burroughs’un kendi yaşamından, hem de Cronenberg’in çılgın vizyonundan elementler içeren bir film. Böyle bir kombinasyon aslında kaçınılmaz gibi çünkü Burroughs’un eserlerinin büyük çoğunluğu hali hazırda yarı-otobiyografik bir özelliğe sahip, bilhassa uyuşturucu bağımlılığının etkilerini taşıyor. “Naked Lunch” da bunun en ünlü örneği.


"Naked Lunch" setinde William S. Burroughs ve David Cronenberg

Filmin konusuna gelelim. Bill, bir böcek imha edici olarak çalışıyor. Karısı Joan ise Bill’in böcek öldürmek için kullandığı toza bir bağımlılık geliştiriyor. Bunu fark eden Bill, Dr. Benway adlı bir adamdan yardım istiyor ve Benway, böcek ilacı bağımlılığını durduracağını söylediği bir toz veriyor Bill’e, ki bu toz egzotik bir siyah kırkayaktan elde ediliyor. Bill tozu alıp eve gidiyor, karısını en yakın iki arkadaşı Hank & Martin ile görüyor. Hem kendisi hem karısı uyuşturucu etkisi altındayken Bill karısına bir silah oyunu oynamayı teklif ediyor. Karısı kafasının üstüne bir bardak koyuyor fakat Bill’in kurşunu sekiyor, bardak sapasağlam! Bu aşamadan itibaren Bill’in yaşamı, algısı ve gerçekliği bambaşka boyutlara evrilirken öykü gittikçe absürdleşiyor. Gerçekle gerçek olmayanın sınırları yitirilirken film kafa karıştırıcı bir yolculuğa sürüklüyor izleyeni.

Şimdi filmi birkaç önemli başlık üzerinden inceleyelim:

FİLM İLE GERÇEK YAŞAM PARALELLİKLERİ
- Film 1953 New York’unda geçiyor, yani Burroughs’un romanı yazdığı seneden birkaç yıl evvel.
- Filmin baş karakterinin adı William (“Bill”) Lee. Peki William S. Burroughs’un bazı eserlerinde kullandığı takma adı? O da William Lee. Dolayısıyla baş karakterimiz yazarın alter egosu gibi.
- 1942’de Burroughs, II. Dünya Savaşı’nda cepheye gitmek için Amerikan ordusuna kaydolmak istiyor fakat ordu tarafından reddediliyor. Bunun üzerine uyuşturucu bağımlılığı başlıyor ve bu durum hayatının geri kalanında onu etkiliyor. Filmdeki Bill de gitgide bir uyuşturucu bağımlılığının içine sürükleniyor.
- 1943’te Burroughs, New York’ta yaşıyorken Allen Ginsberg ve Jack Kerouac ile arkadaş oluyor ve bu üç yazar Beat kuşağının belkemiğini oluşturuyor. 1960’lar karşı-kültürü üzerinde de çok etkili isimler oluyorlar kendileri. Filmdeki Bill de bir yazar ve kendisinin iki adet yazar arkadaşı var: Hank ve Martin. Bu ikili elbette Ginsberg ve Kerouac’ı temsil etmekte.
- 1951’de Burroughs Meksika’dayken bir gün sarhoş haldeki bir silah oyunu esnasında ikinci karısı Joan Vollmer’i kazara öldürüyor. Bu sahne bire bir filmde yer almakta. Filmdeki Bill’in karısının adı da bizzat Joan.
- Burroughs yaşamı boyunca birçok farklı yeri ziyaret ediyor, bunlar arasında Fas da var. Filmde de Bill karakterinin bir aşamada New York’tan Interzone adlı bir Kuzey Afrika bölgesine geçtiğini görüyoruz, Fas’ı anımsatan.
- Burroughs Fas’ta iken Kiki adlı genç bir adamla aşk yaşıyor. Filmde de Bill, Interzone’da Kiki adlı bir adamla ilişkiye giriyor.

BAĞIMLILIK
Yukarıda da belirtildiği gibi filmin öykü iskeleti aslında bağımlılık kavramı üzerine ilerliyor. Önce karısı, sonra Bill’in kendisi bağımlı hale geliyor. Dr. Benway’den yardım alınıyor ama onun verdiği madde de, en az böcek ilacı kadar bağımlılık yapıcı bir madde. Yani problem çözülemiyor, daha da sarpa sarıyor. Bağımlılık, Bill’in karısını öldürmesi şeklinde bir trajedi ile sonuçlanıyor. Filmde gerçekle hayalin sınırlarının yitirildiği sahneler, uyuşturucu etkisi altındaki bulanık bir zihnin halüsinasyonları ve sanrıları olarak yorumlanabilir.

KAFKAESK
Filmin hayli Kafkaesk olduğu söylenebilir. İçinden çıkılmaz bir durumda kalan baş karakterin, çaresizliğiyle ve yaşamın absürdlüğüyle yüzleşmesi. Bill karakteri bir nevi Gregor Samsa gibi. Özellikle “Metamorfoz”a hayli atıf var, filmin böceklerle ve böceğe dönüşen şeylerle dolu olduğunu düşünürsek. Bill karısını böcek ilacı enjekte ederken gördüğünde karısı “Çok edebi bir kafa yapıyor.” diyor. Bill “Ne demek edebi kafa?” diye sorunca karısı “Kafkavari bir kafa. Kendini bir böcek gibi hissediyorsun.” diye cevap veriyor.

INTERZONE
Bill karısını vurduktan sonra gizemli bir “yaratık” tarafından uyarılıyor. Bill’in, karısının ölümü üzerine bir rapor yazması gerekiyor ama bunu Interzone’da yapabilir. Yaratık Bill’e bilet veriyor Interzone için. Bu Interzone gizemli, sıra dışı, egzotik ve dünya dışı görünen bir mekan. Bill’in buraya girişi ile zihninin dağılışı ve parçalanışı hızlanıyor. Interzona’da Tarkovsky’nin “Stalker”ına da bir saygı duruşu var gibi geldi bana. Oradaki gizemli mekanın adı da yalnızca “Zone” olarak geçiyordu ve bu gizemli mekan, içine gireni değiştirip dönüştüren, kendine ait bir bilince sahip bir mekandı.

AMERİKA VS. EGZOTİK DÜNYA
Bill’in Amerika’dan kaçtığını görüyoruz ve gittiği yer, Afrika’daki egzotik bir yer. Bu egzotik yer el değmemişliği, gizemi, keşfi, özgürlüğü, sınırsızlığı temsil ederken Amerika bunların tam tersini ve korkuyu, paranoyayı temsil ediyor. Bill'in Interzone'da tanıştığı Tom Frost bir aşamada Bill’e “Hiçbir Amerikalı yabancı bir ülkede silahsız gezmemeli.” diyor. Bu replik Amerikan paranoyasını ve bireysel silahlanma sevdasını güzelce ele alıyor. Alman Hans da şöyle diyor: “Amerikalılar nasıldır bilirsin, Kiki. Hepsi seyahat etmeyi sever, ama tek yapmak istedikleri, gittikleri yerlerde başka Amerikalılarla tanışmak ve doğru düzgün bir hamburger bulmanın ne kadar zor olduğu hakkında konuşmaktır.” Bill bir yerde Amerika ile ilgili şöyle diyor: “Amerika genç bir toprak değil. Eski ve kirli, kötücül. Yerleşimcilerden de önce, Kızılderililerden de önce kötülük orada, bekliyor.

CİNAYET VE VİCDAN HESAPLAŞMASI
Tom Frost Bill'e “Karınızı öldürdüğünüz doğru mu?” diyor. Bill “Bu bir kazaydı.” deyince Frost “Kaza diye bir şey yoktur.” cevabını veriyor. Sonra da “Ben de birkaç yıldır karımı yavaş yavaş öldürmekteyim.” diyor. Ne tesadüftür ki Frost’un karısı bire bir Joan’a benziyor ve hatta onun adı da Joan!
Bill’in “konuşan” daktilosu da onun vicdanını rahatlatmak için elinden geleni yapıyor. Daktilo, Bill’in, karısını öldürmek üzere “programlanmış” olduğunu söylüyor, "Özgür iradenle yaptığın bir eylem değildi." diyor. Daktilonun bu tesellileri elbette ki Bill’in kendi kendisini teselli çabaları; işlediği cinayeti bir şekilde rasyonalize etme çabası.

KADIN KORKUSU
Daktilosu, Bill'in, karısını öldürmek üzere programlandığını söylediğinde Bill bunun nedenini soruyor, daktilo da Joan'in insan olmadığını söylüyor. Bill bu durumu yaratığa soruyor. Yaratık ise şöyle cevap veriyor. “Kadınlar insan değildir. Şu şekilde bak, onlar erkeklerden farklı bir türdür. Farklı iradeleri ve amaçları ile dünyada bulunan.” Bill “O zaman Joan neydi?” diye sorduğunda yaratık Joan’in insan görünümünde bir kırkayak olduğunu söylüyor.

BASTIRILMIŞ EŞCİNSELLİK
Interzone’da yer alan hemen herkesin eşcinsel ya da biseksüel olduğunu belirtelim. Bill’in “konuşan” daktilosu, “Homoseksüellik, bir ajanın en iyi kılıfıdır.” diyor. Bunun üzerinden çok geçmeden Bill, İsviçreli Cloquet ile tanışıyor. Cloquet bir eşcinsel ve açıkça Bill’e yürüyor. Bir önceki gün Bill’i üç Interzone genciyle birlike gördüğünü söyleyip “Gey olduğunuzu bilmiyordum.” diyor. Bill ise bunun üzerine “sapkınlığın” ailesi üzerindeki bir “lanet” olduğunu, homoseksüel olduğunu fark ettiğinde dehşete düştüğünü, utanç duyduğunu, kendinden nefret ettiğini söylüyor. Bill Cloquet'ye pas vermiyor ama Kiki adlı genç ve yakışıklı bir delikanlıyla bir hayli yakınlaşıyor. Veee sonunda Cloquet, dev bir kırkayağa dönüşerek Kiki’yi cinsel birleşme esnasında öldürüyor! Bu filmin en ürkütücü ve tuhaf sahnesi olabilir.

YAZMA EYLEMİ
Filmin başlarında Bill’in iki arkadaşı, Hank ve Martin, yazarken geri dönüp yazdığın şeyi gözden geçirip değiştirmek ya da her şeyi ilk çıktığı doğal halinde bırakmak ikilemi üzerine tartışıyorlar. Hank şöyle diyor: “Bir şeyi baştan yazmak, aldatmak ve yalan söylemektir. Kendi düşüncelerine ihanet etmiş olursun. Akışı ve ritmi, kelimelerin yuvarlanışını yeniden düşünmek bir ihanettir, bir günahtır Martin, bir günah.” Bill bu tartışmayı bir süre dinledikten sonra müthiş bir nokta koyuyor: "Bütün rasyonel düşünceyi yok et. Benim vardığım tek sonuç bu."
Filmin sonlarında doğru Bill Interzone sahilinde tek başınayken birden arkadaşlar Hank ve Martin çıkıp geliyorlar. Ona “Naked Lunch” adlı kitabını bir an önce tamamlamasını, basılacağını söylüyorlar. Bill'in konuşan daktilosunda sürekli karalayıp durduğu sanrı dolu metinlerin bir kitap olması umuluyor.

ANNEXIA
Filmin sonunda Bill Annexia adlı bir yere geliyor, Joan ile birlikte. Ama sınırdaki muhafızlar Bill’den, yazar olduğunu kanıtlamasını istiyorlar. Bill’in yaptığı şey ise çıkarıp kalemini göstermek. Muhafızlar ikna olmayınca Bill, Joan’e silah oyununu baştan oynamayı teklif ediyor. Tarih tekerrür ediyor, Joan ölüyor, bardak sapasağlam! Bu final birden farklı şekilde yorumlanabilir gibi geldi bana:
- Bill sonunda sanrı ve illüzyon dolu fantezi dünyasından çıkıp salt gerçeklikle yüzleşiyor.
- Bill vicdan hesaplaşmasını tamamlayıp suçuyla yüzleşiyor ve geçmişle barışıyor.
- Bill Interzona'da yaşadığı aydınlatıcı deneyimlerden sonra karısını bir kez daha öldürerek heteronormatif algıyı ve dayattığı aile sistemini, kendi kimliğinden duyduğu utanç ve nefretten kaçış olarak sığındığı evliliği metaforik anlamda yok ediyor.
- Yazarlık, yazma eylemi, bireysel acıyı kağıda dökmek ve okuyucuya "teşhir" etmektir bir nevi. Bill de bu yüzden karısını öldürerek, bireysel acısını teşhir ederek yazarlığını muhafızlara "kanıtlamış" oluyor.
- Ya da yalnızca: Hayatta bazen ikinci bir şans yoktur. Özgür iradenle seçtiğin eylemlerin sorumluluğuna sahipsindir ve sonuçlarına da katlanman gerekir. Vahim bir hatanın ardından ikinci bir şansa sahip olduğun düşüncesi yalnızca bir yanılgıdır. Aynı cinayeti ikinci kez işlediğinde fark edeceksin!

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

27 Aralık 2016 Salı

20 FİLM İLE SİNEMADA KARA MİZAH - EMRE KARA


Kara mizah genel tanımıyla ciddi, trajik, karanlık, ürkütücü, hatta tabu konuları komik bir tarzda ele alan mizahtır. Dolayısıyla onu ilginç ve hoş kılan şey, ele aldığı konular ile bu konuları ele alış biçimi arasındaki tezatın yarattığı tuhaf ama ilgi çekici ironidir. Kara mizah içerikli eserlerin bir başka önemli yanı da zekice bir alaycılık (cynicism) ve alttan alta eleştiri içermeleridir. Bu eleştiriler şiddet, ayrımcılık, psikolojik rahatsızlıklar, değişik cinsel eylemler, din gibi meselelere eğilebilir. Dolayısıyla hem güldürüp hem de rahatsız etme özelliğine sahiplerdir. Fransızca “humour noir” terimi Andre Breton tarafından oluşturuluyor ve kendisine göre Jonathan Swift, kara mizahın ilk örneklerini ortaya koyan kişi. Sinemada bence kara mizahı filmlerine en iyi yediren yönetmenler arasında Luis Bunuel, John Waters, Coen Kardeşler, Todd Solondz gibi isimleri sayabiliriz.

Şimdi sinemada kara mizah kullanımını, özenle seçmeye çalıştığım 20 film üzerinden özetlemeye çalışalım:

THE EXTERMINATING ANGEL (1962) LUIS BUNUEL
Bunuel’in bu filmi, bir üst-burjuva yemek partisinden bir türlü ayrılamayan bir grup insanı ele alıyor. Onları resmen iç mekana hapseden ve gitmelerine izin vermeyen, ama hiçbirinin farkında olmadığı ve karşı koyamadığı doğaüstü bir güç söz konusu ve bu da filmi ilginç bir fantastik film yapıyor. Bunuel’in bu filmi burjuva alışkanlıklarını, sahte nezaketi, gösterişçiliği, bütün rol yapmaların nasıl kısa sürede çöküşe uğrayabileceğini, insanların yapay yaşam biçimleriyle kendi kendilerini içine soktukları görünmez hapishaneleri ustalıkla eleştiriyor.

DR. STRANGELOVE (1964) STANLEY KUBRICK
Kubrick’in bu zekice komedisi, hem Amerika- Sovyetler rekabetini, hem nükleer felaket paranoyasını, hem de genel olarak savaşın absürdlüğünü muhteşem bir kurgusal öykü üzerinden ele alıyor.

POLYESTER (1981) JOHN WATERS
Bir banliyö ev kadınının hayatı bir anda dağılıyor: Porno yönetmeni kocası onu aldatıyor, kızı hamile kalıyor, oğlu ise cinsel tacizci çıkıyor. Söz konusu ev kadınını harika Divine’ın oynadığı film bence John Waters’ın en iyi filmi. Film hem banliyöde Amerikan rüyasını yaşayan idealize aile kavramını tepetaklak ederken hem de Douglas Sirk-vari melodramların müthiş bir parodisini yapıyor.

A FISH CALLED WANDA (1988) CHARLES CRICHTON
Film, birlikte soygun yapan dört kişinin daha sonra birbirlerinin arkasından kurnazca iş çevirmelerini ele alıyor. Kahkahalarla izlenebilecek film aynı zamanda son derece zekice yazılmış bir suç filmi.

MAN BITES DOG (1992) REMY BELVAUX, ANDRE BONZEL, BENOIT POELVOORDE
Bu “sahte belgesel” türündeki filmde bir film ekibimiz, acımasız bir katilin gündelik rutinini kameraya alıyorlar ancak zaman ilerledikçe kendileri de bu vahşetin içine çekilmeye başlıyorlar. Orijinal adının Türkçesi “Her şey sizin evinizin yakınında oldu.” olan bu film, oldukça gerçekçi yaklaşımıyla şiddetin aslında hayatın tam içinde, evimizin yakınında olduğunu ve onun içine çekilmemizin ne kadar kolay olduğunu bizlere hatırlatıyor.

BAD BOY BUBBY (1993) ROLF DE HEER
“Forrest Gump”ın daha sayko bir versiyonu. Annesi tarafından otuz yıl boyunca bir odada hapsedilmiş ve zeka geriliği olan Bubby bir gün buradan kaçar ve gerçek yaşamla tanışır. Ne dünya ona hazırdır, ne de o dünyaya.

WELCOME TO THE DOLLHOUSE (1995) TODD SOLONDZ
Todd Solondz filmleri bence kara mizahın belki de en kara, kapkara hali. Filmleri son derece rahatsız edici. Birbirinden eksantrik karakterlerin yer aldığı bu filmler hayli tabu konuları ve durumları ele alıyor ve Solondz asla gözünü budaktan sakınmıyor, asla politik doğruluğa kaçmıyor. Bu filminde herkes ama herkes tarafından ezilen, dışlanan küçük bir kızın hayatını izliyoruz.

GUMMO (1997) HARMONY KORINE
Bir kasırganın yerle bir ettiği harabe bir kasabada bir grup “white trash” olarak tanımlanabilecek insanın sıkıcı, boş, absürd ve nihilist yaşamlarını ele alan film hem hayli rahatsız edici, hem de çok net ve direkt.

THE IDIOTS (1998) LARS VON TRIER
Dogma akımının ilk filmlerinden olan bu filmde, aynı evde yaşayan bir grup insanın, toplumsal kodları ve sınırları aşabilmek adına dış ortamlarda birer geri zekalıyı oynadıklarına şahit oluyoruz.

SNATCH (2000) GUY RITCHIE
Gangsterlerle ve yer altı dünyasına ait insanlarla dolu, bol silahlı ve bol cinayetli bir suç filmi olsa da içinde hayli mizahi sahneler de içermekte.

SECRETARY (2002) STEVEN SHAINBERG
Akıl hastanesinden yeni çıkmış bir kadın, gizemli bir avukatın sekreteri olarak çalışmaya başlıyor ve ikili arasında absürd bir sadomazoşist ilişki gelişiyor. Film karanlık ve tuhaf olmayı başarırken bir yandan da romantik-komedi konvansiyonlarını kullanmaktan çekinmiyor ve bu iki tarz arasında ilginç bir denge kuruyor.

KISS KISS BANG BANG (2005) SHANE BLACK
Film bir cinayet gizemini çözmek üzere bir araya gelen bir dedektif, bir aktris ve bir hırsızı ele alıyor ve hem komik hem trajik olmayı ustalıkla başarıyor.

LARS AND THE REAL GIRL (2007) CRAIG GILLESPIE
Film yapayalnız ve iletişime kapalı bir adamın, internetten satın aldığı bir “sex doll” ile ciddi ciddi romantik bir ilişkiye girmesini ele alıyor.

IN BRUGES (2008) MARTIN McDONAGH
Temelde bir suç-dram filmi olan “In Bruges”, iki gangster arkadaşın Bruges’deki maceralarını anlatıyor ve kara mizah dokunuşları içeriyor.

A SERIOUS MAN (2009) JOEL & ETHAN COEN
Larry Gopnik adlı bir öğretmenin hayatı bir anda her yönden ve her açıdan kontrolden çıkıyor ve dağılmaya başlıyor. Ne yapsa, nasıl mücadele etse, nasıl temiz kalmaya çalışsa da işler çığırından çıkıyor. Coen’lerin en iyi filmlerinden biri olan bu film kesinlikle “underrated” bir modern zamanlar başyapıtı.

MARY AND MAX (2009) ADAM ELLIOT
Bu animasyon, sekiz yaşında bir kızla kırklarındaki bir adamın mektup arkadaşlığını anlatıyor. Bir animasyon olarak son derece depresip ve iç karartıcı olan bu film yalnızlığı, iletişim çabasını gri görsellerle çok çarpıcı bir biçimde ele alıyor.

IT’S SUCH A BEAUTIFUL DAY (2012) DON HERTZFELDT
Don Hertzfeldt’in daha önce çektiği ve Bill karakterine sahip üç kısa filminin birleştirilmesinden oluşan bu 62 dakikalık animasyon film hem son derece trajik, hem de bin bir absürdlükle dolu. Bill’in ya da başka karakterlerin asla konuşmadığı film tekdüze bir anlatıcının tuhaf anlatımıyla ilerliyor ve biz de ölümcül bir hastalığa sahip olan Bill’in buruk yaşam öyküsünü dinliyor ve izliyoruz.

THE WOLF OF WALL STREET (2013) MARTIN SCORSESE
Jordan Belfort’un biyografik öyküsü olan bu Scorsese filminde hırs, paragözlük, yozlaşma, kapitalizm, tüketim, aşırılık üzerine hayli gerçek bir portre görmekteyiz.

BIRDMAN (2014) ALEJANDRO GONZALEZ INARRITU
Bir zamanlar hayli popüler olan ama artık yitip gitmeye başlamış, geçmişinde kendisini üne kavuşturan rolünün gölgesinde kalmış, yeni Broadway oyunuyla tutunmaya çalışan bir aktörün öyküsü. Michael Keaton’ın muhteşem performansı etrafında şekillenen film şov dünyasının acımasızlığını, popülerliğin geçiciliğini, saplantılı nostaljiyi, tipik aktör triplerini çok iyi ele alıyor.

WILD TALES (2014) DAMIAN SZIFRON
Kendi içinde altı farklı öykü içeren bu film insanların uç düzeydeki öfkelerini ve bunun yol açtığı sonuçları hem şok edici hem güldürücü bir üslupla ele alıyor.

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

16 Aralık 2016 Cuma

ROGUE ONE (2016) - EMRE KARA



“Rogue One”, orijinal “Star Wars” (1977) filmine bir “prequel” niteliğinde, ancak ana serinin bir parçası değil, bu yüzden bir “spin-off” olarak nitelemek daha doğru. (Aynı zamanda ilk “spin-off” ama son olmayacak, çünkü “Star Wars” antoloji serisi fikri geliştirilmiş durumda ve 2018’de de bir Han Solo filmi çıkacak benzer şekilde.)

“Rogue One”ın fikri, bir özel efekt uzmanı olan John Knoll’dan çıkıyor. Kendisi başta bu öykü fikrini iş arkadaşlarına anlatıyor, onlar da Lucasfilm başkanına gitmesi hususunda cesaretlendiriyorlar, Lucasfilm de fikri beğenince filme start veriliyor. Senaryoyu Chris Weitz ve Tony Gilroy yazıyorlar. Filmin yönetmeni Gareth Edwards. Kendisinin üçüncü filmi bu ama aksiyon ve bilimkurgu türlerine yabancı değil. Önceki iki filmi “Monsters” (2010) ve “Godzilla” (2014).

Film, “Star Wars”un (1977) başında gördüğümüz Death Star planları meselesini ele alıyor ve isyancıların söz konusu planları çalma girişimini anlatıyor. Bu girişimin merkezinde çocukken ailesi dağılan Jyn Erso yer alıyor. Karakter, İngiliz oyuncu Felicity Jones tarafından canlandırılıyor. “The Force Awakens” filmindeki Daisy Ridley’nin Rey karakteri ardından yine merkezde bir kadın kahraman görmek hoş. Filmin kadrosu da hayli uluslar arası: Meksikalı Diego Luna, Çinli Donnie Yen ve Wen Jiang, Avustralyalı Ben Mendelsohn, siyahi Amerikalı Forest Whitaker, Pakistan asıllı Riz Ahmed, veee Danimarkalı Mads Mikkelsen. Mikkelsen, Jyn Erso’nun babasını oynuyor; Death Star’ı tasarlayan ama sistemi içerden bozmaya karar verip tasarımına bir zayıf nokta da ekleyen koca yürekli adam. Bu durumdan kızını haberdar edecek olan bir hologramı göndermesi sonucu Jyn’in mücadelesi de başlamış oluyor. Söz konusu zayıf nokta tespit edilir ve kullanılırsa Death Star yok edilebilir çünkü… Filmin baba-kız ortak mücadelesi, ortak bir amaca adanmışlık, kaybedilen ayrılık yılları üzerine duygusal anlamda güçlü bir öykü kurgusu oluşturduğu söylenebilir.

“Star Wars” filmlerinde hep ikonik robotlar olduğu için bu filmde de yeni bir robotla tanışıyoruz, kendisi filmin en sempatik, eğlenceli ve esprili karakteri olabilir: K-2SO. Robotu Alan Tudyk oynuyor, kendisi “I, Robot” (2004) filminde de yine ikonik bir robotu canlandırmıştı.

Filmde Darth Vader’ı kısa da olsa görmekteyiz, hatta filmde ışın kılıcının kullanıldığı yegane sahneler bu sahneler ve filmin sonlarında yer alıyorlar. Önceki filmlerde karakteri seslendirmiş olan James Earl Jones, bu filmde de Vader’ın sesi rolünü üstleniyor. Aynı zamanda R2D2 ve C-3PO da kısacık olarak görünüyorlar, üstelik C-3PO rolünde orijinal filmlerde de yer alan Anthony Daniels var yine. Oyuncular yönünden filmin en etkileyici yanı ise benim için şuydu: Orijinal “Star Wars” (1977) filminde Grand Moff Tarkin’i canlandıran Peter Cushing 1994 yılında ölmüş bir oyuncu, fakat “Rogue One”da kendisini görebiliyoruz! Özel efektlerin kullanımı ile Cushing’in yüzü yeniden oluşturulmuş ve başka bir oyuncunun üzerine yerleştirilmiş, son derece gerçekçi ve ikna edici bir biçimde. Aynı işlem Princess Leia karakterine de uygulanmış, ama kendisi çok kısacık görünüyor zaten.

Filmde inanç ve umut temaları ön plana çıkıyor. Kör karakterimiz Chirrut Imwe “Ben güçle birim, ve güç benimle.” diyerek iman power ile, göremediği halde savaşıyor. Asiler savaşa girme konusunda tereddüde düştüklerinde ve “Elimizde ne var ki?” dediklerinde Jyn onlara “Umudumuz var. İsyanlar umut üzerine kuruludur.” diyor. Filmin tek bir sahnesinde gördüğümüz Princess Leia’nın ağzından çıkan tek kelime “umut” oluyor. Bu şekilde de “Rogue One” ustaca bir biçimde “Star Wars”a (1977) eklentilenmiş oluyor.

“Star Wars” evreninde önümüzdeki yıllarda neler olacağını söyleyerek bitirelim. Ana serinin filmleri yani “Episode VIII” ve “Episode IX” 2017 ve 2019 yıllarında çıkacaklar. Bu iki filmin arasında 2018’de “Han Solo Antoloji Filmi” çıkacak. Filmde genç Han Solo’yu Alden Ehrenreich canlandıracak. İlk olarak “The Empire Strikes Back”te (1980) gördüğümüz ve Billy Dee Williams’ın oynadığı Lando Calrissian karakterini ise bu filmde Donald Glover oynayacak.

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)