- Anne, büyükannem ve büyükbabamla ilgili yanlış bir şeyler var.
- Onlar sadece… yaşlılar.M. Night Shyamalan, “The Sixth Sense” (1999) ile kariyerinin başlarında efsane oldu ve sinema tarihinin en iyi filmlerinden birini çıkardı. Sonrasında “Unbreakable” (2000), “Signs” (2002) ve “The Village” (2004) gibi dikkat çekici filmler geldi. Bunların sonrasında yaptığı filmler ise kötü eleştiriler aldı ve pek beğenilmedi. Ama bence bu yılki filmi “The Visit” ile Shyamalan’ın dönüşü muhteşem olmuş. Üstelik bu film, yönetmenin en düşük bütçeli stüdyo filmi imiş. Son filmleri fazla stüdyo kontrollü olduğu için, kendisinin filmlerin son hallerini oluşturmasına izin verilmediği için bu filmi kendi parasıyla finanse etmiş, amacı bu filmle artistik kontrolü yeniden eline almakmış. İyi ki de böyle bir karar vermiş.
“The Visit”te hiç görmedikleri büyükanne-babalarını görmeye giden iki kardeşin öyküsünü izliyoruz: Becca ve Tyler. Çocukların annesi olan kadın, zamanında anne-babasıyla kavga ediyor evlenmek istediği adamı onaylamayışları nedeniyle, ve onlara karşı çıkarak evi terk ediyor. O zamandan beri ne kendisi görüşüyor anne-babasıyla, ne de çocukları tanıyor onları. Bu öykü iskeleti bakımından film V.C. Andrews’un “Flowers in the Attic” romanına son derece benziyor. Hatta Shyamalan bu kitabı okuduysa kesin esinlenme var derim ben. Gizemli yaşlılar ve bihaber iki kardeş.
Kardeşlerin anneleri olmaksızın bilinmez bir dünyaya yaptıkları giriş, filmin atmosferik tansiyonunu kuran bir an öyküde. Ağaçlar arasında, şehir hayatından uzak ev, sanki başka bir zamana ve dünyaya ait gibi. Tyler orada telefonunun çekmeyeceğinden ve mesajlaşamayacağından yakınıyor mesela. Ayrıca annelerinden ayrı olarak ilk defa yolculuğa çıkan çocukların, korunmalı, tanıdık ev ortamından uzaklaşmaları da var. Tabi yanlarına gittikleri yaşlıları daha önce hiç görmemiş olmaları, onların en nihayetinde birer “yabancı” olmaları da tansiyonu artıran şeyler.
Büyükanne ve baba onları sevgiyle karşılıyor, onlara güzel bir oda ve güzel yiyecekler sunuyor, fakat 9:30’dan sonra odalarından dışarı çıkmamalarını da salık veriyorlar. Öyküdeki gizemi ve gerilimi artıran bir başka faktör. Daha başka, daha yaşlı bir dünyanın parçası olan bu ev, aynı zamanda zihinsel ve psikolojik travmanın da bir beşiği. Büyükanne “sundowning” (günbatırma) adlı rahatsızlıktan muzdarip. Bu rahatsızlık, hastanın günbatımı sonrasında kafa karışıklığı, huzursuzluk ve akli dengesizlik tepkileri vermesiyle kendini gösteriyor. Aynı zamanda gerginlik, mod değişimleri, gürültüye karşı duyarlılık, sinirlilik, saldırganlık, zihinsel ve fiziksel yorgunluk, titreme, uykusuzluk, geceleri gezinme gibi tepkiler de söz konusu. Shyamalan, filminde muhteşem kadın oyuncusuyla (Deanna Dunagan) bu tür tepkileri başarılı birer gerilim unsuru olarak kullanmayı başarmış. “Sundowning” filmde o kadar önemli bir öge olarak yer alıyor ki filmin adının “Sundowning” olması bile düşünülmüş bir aşamada. Büyükbabada ise çoğu zaman tekinsiz bir suspusluk ve alttan alta kendini belli eden güçlü bir öfke var. Sokakta gördüğü adamın kendilerine baktığını düşünerek ona saldırması, paranoyak-saldırgan doğasını ele veriyor. Ayrıca birkaç akşam, üzerine güzel kıyafetler giyip bir davete gittiğini söylemesi, sonra davetin o gün olmadığını söyleyip elbiseleri geri çıkarması ya da Becca’ya, çalışırken iş yerinde yalnızca kendisinin gördüğü bir figürün olduğunu ve bunu anlatınca işten çıkarıldığını söylemesi de bu gizemli hallere ekleniyor. Ayrıca büyükbabanın altına tuvaletini yapması, yaşlı bezi kullanması detayı da birçok insanın alttan alta sahip olduğu “kirli ve sevimsiz yaşlı bedeni” fikrini seyirciye sunuyor.
Böyle tekinsiz, gizemli, karanlık bir biçimde bize sunulan yaşlılar var ama gençlerin dünyası da o kadar güllük gülistanlık değil. Babaları onları terk etmiş ve anneleriyle beraber bu travmayı aşmaya çalışıyorlar, özellikle Becca. Belki büyük kardeş olduğu için, belki o da bir kadın olduğu ve annesini daha iyi anladığı için. Bu travmaya karşı Becca’nın verdiği tepki duygularını dizginlemek, kendi inşa ettiği bir zırhın arkasına sığınmak, ve güçlü kalmaya çalışmak oluyor. Aynı zamanda bir sinemacı olmayı amaçlıyor, hatta yaşlıların evine giderken kamerasını yanına alıyor bir belgesel çekmek düşüncesiyle. Filmde gördüğümüz görüntülerin çoğu onun kamerasından. Yani film büyük ölçüde, son yıllarda popülaritesi iyice artan amatör kamera çekimli korku filmi furyasına da göz kırpıyor. Buna uyumlu olarak filmde efekt amaçlı müzik de kullanılmıyor. Ama bu amatör kamera kullanımı olayının yer yer parodisi de yapılıyor ve sürekli buna referanslarda bulunuluyor. Becca’nın kardeşini çekerken “Kameraya bakma. Normalde nasıl yapıyorsan öyle yap.” demesi ya da Tyler’ın “Şunu çekelim, bunu çekelim, filminde iyi durur.” demesi gibi. Hatta en önemli ironik dokunuş, Tyler’ın Becca’ya, oturma odasına gizlice kamera yerleştirmeyi önermesi ile geliyor. Becca bunun etik olmayacağını söylüyor ama sonunda yine de bunu yapıyorlar. Film izleyicisi olarak yaptığımız şey, etik olmayan bir kamera yerleştirme sonrasında elde edilen görüntüleri merakla izlemek oluyor. Film izlemek = röntgencilik, meraklılık, burnunu sokanlık oluyor. Bu tür dokunuşlar filmin “metafiction”ı oluyor ve filmin eninde sonunda yapay bir kurgu olduğu gerçeğine dikkati çekiyor zaman zaman. Becca geleceğin filmcisi rolü ile film içinde yönetmenin alter egosuna ya da yönetmenin sesine de dönüşüyor bir şekilde. Tyler ise daha çocuksu ve daha komik. O da rap ile ilgileniyor, hatta anında yazdığı rap şarkılarını büyükannesine bile söylüyor. Şarkıları hep “hoe” (orospu) kelimesiyle biten misojinist türden şeyler. “Hoe” sözünü duyan büyükanne o kadar da abartılı bir tepki vermeyip yalnızca gülümsese de Becca bu şarkılardan pek hoşlanmıyor. İki kardeş arasında bir cinsiyet gerilimi de söz konusu gibi. Becca Tyler’ın şarkılarını “kadın düşmanı” olarak niteliyor. Tyler ise Becca’yı umutsuzca aşık olduğu çocuğa olan bastırılmış hisleriyle yüzleştiriyor. Ayrıca neden hiç aynaya bakmadığı sorusu ile. Becca için katartik bir an oluyor bu, ağladığını görüyoruz. Babası, aşık olduğu o çocuk, birer travmatik deneyim tetikleyicisi erkek figürler olarak yer alıyor genç kızın hayatında. Kendisini reddedilmiş hissettiği için ve kendi yüzünden nefret etmemek için aynaya bakmıyor. Tyler biraz daha babacı bir figür gibi. Bir keresinde futbol oynarken saçma hareketler yaptığını ama babasının bu yüzden kendisini hiç yargılamadığını falan söylüyor.
İki yaşlı ve iki genç arasında başarılı kontrastlar da kurmayı başarıyor Shyamalan. Tıpkı oynadıkları masa oyununda büyükbabanın “yaşlılara karşı gençler” şeklinde grupları oluşturması gibi. Mesela altına pisleyen dede ile temizlik hastası olan Tyler zıtlığı. Gerçi temizlik hastalığı Tyler için, babasının gidişinden sonra ortaya çıkmış bir semptom aslında. Eksantrik yönleri olan çocuk karakterleri ve onların psikolojilerini iyi kullanıyor Shyamalan. “The Sixth Sense”deki ölü insanlar gören çocuk, “Signs”daki bir bardaktan iki defa su içmeyen küçük kız gibi. Tyler evin önündeki barakada dedesinin biriktirdiği kirli bezlerle karşılaşıyor ve bu onun için gerçekten travmatik bir deneyim oluyor. (Tabi bu bezlerle yaşayacağı en travmatik deneyim bu olmayacak.) Büyükanne Tyler’a büyükbabasının o bezleri orada biriktirip sonra da yaktığını mahcup bir üslupla anlatıyor. Küçük çocuk ve kirli, tiksinç, travmatik yaşlı bedeni! Benzer bir tepkiyi yine Tyler, gece büyükannesini çırılçıplak olarak görünce de veriyor. Şok olmuş bir ifadeyle bağırıyor ve bunun zihninden silinmeyecek bir görüntü olduğunu söylüyor. Yine zihinsel rahatsızlığa teslim olmuş büyükanne ile tüm travmatik deneyimlere karşı güçlü bir şekilde ayakta durmaya çalışan Becca arasında da bir kontrast bulabiliriz. Hatta Becca olayı bir adım ileri götürüp büyükannesine kendince bir terapi yapmayı bile düşünüyor. Onu geçmişle, kızıyla olan ilişkisi ve ayrılığı ile yüzleştirmeye çalışıyor ancak bu kendince rasyonel ve hatta biraz da kurnazca çaba, büyükannenin kendine zarar verici ve saldırgan bir çıkışıyla son buluyor. Sırların gömülü kalması gerekiyor.
Yaşlılara karşı alınan bu mesafeli, bu biraz korkulu yaklaşım elbette onların tuhaf, trajik, travmatik ve yer yer grotesk halleriyle ilişkili ama belki de aynı zamanda bir gün onlara benzeme korkusunu da içermekte. Belki bu yüzden bir erkek çocuk bir erkek yaşlı, bir kız çocuk bir kadın yaşlı vardır filmde.
Filmin küçük evreninde yaşlılık ve zihinsel rahatsızlık, önemli birer kasvet ve gerilim unsuru olarak kullanılıyor. Bu yönden film bazı klasik korku filmlerini çağrıştırıyor zihnimizde. "What Ever Happened to Baby Jane?"deki (1962) nevrotik ve zarar verici Bette Davis mesela. Ya da "Rosemary's Baby"deki (1968) genç çift ve onların gizemli, tekinsiz yaşlı komşuları. Sam Raimi de yakın zamanda "Drag Me to Hell" (2009) filminde yaşlı bir kadını korku unsuru olarak kullanmıştı mesela. Hatta yaşlı karı kocanın kasvetli, sessiz ve trajik yaşamı teması yönünden film, Haneke'nin "Amour"unu (2012) bile andırır bir halde. "The Visit"te yaşlılık ve zihinsel rahatsızlığın yanı sıra kendisinden kaçılan geçmiş, gece ev içinde dolaşmalar, kusmuk, dışkı, çığlıklar ve fısıltılar birer korku unsuru olarak kendilerine yer buluyorlar. Yer yer komik anlar da yok değil filmde. En çok Tyler ve şarkıları üzerinden verilen bu komiklikler, sanırım yaşlıların karanlık dünyasıyla kurulan kontrastın altını biraz daha çizmek için oraya konulmuş ama bence olmasalarmış da olurmuş. Filmin ustalıkla kurulmuş atmosferini hafiften baltalar bir etkileri olmuyor değil. Ama yine de film kesinlikle komedi-korku değil. Yer yer komik anları olan bir korku-gerilim filmi. Hatta bence aynı zamanda çok sağlam bir dram filmi de. Shyamalan’ın ilk şaheseri “The Sixth Sense” beni hem gerip hem de sonunda ağlatmıştı, bu filmde de aynısı oldu bende.
“The Visit”le dönüşü muhteşem olan Shyamalan’a şans verin ve bu filmi hemen görün. 2015’in en iyi filmlerinden biri kesinlikle. Hem korku türü içinde, hem de türü değerlendirirken kullandığımız kriterlerin dışında yalnızca bir film olarak.
EMRE KARA
Tüm yazılarım tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder