5 Haziran 2022 Pazar

MEN (2022) - EMRE KARA










“Ex Machina” ve “Annihilation” gibi hayli başarılı bilimkurgu filmlerinin yönetmeni Alex Garland’ın son filmi “Men”. İngiltere yapımı film, alternatif sanatsal filmlerin ikonikleşen stüdyosu A24 tarafından dağıtıldı ve başrollerinde iki harika oyuncu; Jessie Buckley (Chernobyl, I’m Thinking of Ending Things, The Lost Daughter) ve Rory Kinnear (Penny Dreadful) var. Film, kocasının intiharının ardından tek başına İngiliz kırsalında bir evde tatil yapmaya giden genç bir kadının, oraya varmasının ardından yaşadığı tuhaf olaylara odaklanıyor. Filmin temel temaları olarak post-travmatik stres, toksik maskülenlik ve doğum-ölüm dualitesi gösterilebilir. Film bu temaları ele alırken hayli metaforik-sembolik bir anlatım kullanıyor. Görsel ve işitsel dokusuyla (sinematografisiyle ve müzikleriyle) son derece artistik ve stilize bir film. Psikolojik korkudan bedensel korkuya doğru kayan bir izleğe sahip. Aynı zamanda, genellikle kırsal alanlarda geçen ve bu alanların karanlık yönüyle baş başa kalan karakterleri ele alan “folk horror” türüne de dahil edilebilir. (Bu açıdan “The Wicker Man”, “The Witch” ve “Midsommar” gibi filmlerle karşılaştırılabilir.) Filmin tematik analizini birkaç başlık altında toplayabiliriz:


POST-TRAVMATİK STRES

Film, flashback’ler üzerinen Harper’ın, kocası James ile olan problematik ilişkisini bize gösteriyor. James duygusal olarak dengesiz biri. Boşanmak isteyen Harper’ı, kendisini öldürmekle tehdit ediyor ve bu, Harper’ı yıkan bir duygusal şantaj biçimi. James sonunda Harper’a şiddet de uyguluyor ve bunun ardından kendini öldürüyor. İntiharından önce, kendi ölümünün, Harper’ın vicdanı üzerinde sürekli taşıyacağı bir yük olacağını ve bundan asla kurtulamayacağını söylüyor. Harper’ın solo tatili, aslında bu travmayı kendi başına aşma çabası, ancak yalnızlık ve dingin kırsal fikri ona iyi gelmekten çok, post-travmatik ruh halini daha da tetikleyen etkenlere dönüşüyor.


TOKSİK MASKÜLENLİK

Harper zaten evliliğinde toksik maskülenlikle sürekli yaşamış biri. Bundan kurtulup boşanma kararı aldığında kocasının intihar etmesi ise, Harper’ın planladığı kurtuluş ve özgürleşme sürecini baltalayan bir dönüm noktası oluyor. Ancak kırsalda karşılaşacağı adamlar, onu toksik maskülenlikle her yönden yüzleştiren yeni ürkütücü figürlere dönüşüyorlar. Film, buradaki erkek karakterleri çok iyi seçmiş ve hepsi üzerinden, toksik maskülenliğin aslında hayatın her alanında bulunduğunu, kadınların hayatın her alanında onunla yüzleşmek durumunda kaldığını vurguluyor. Harper’ın kaldığı evin sahibi olan Geoffrey patavatsız ve tuhaf bir adam. Daha sonra Harper, kendisini takip eden çıplak bir adamla karşılaşıyor. Kiliseye gittiğinde ergen bir çocukla karşılaşıyor. Çocuğun saklambaç oynama teklifini reddedince çocuk ona “aptal sürtük” diyor. Kilisedeki papaz, James’in Harper’a uyguladığı şiddeti normalize etmeye çalışıyor, James’e özür dileme fırsatı sunmadığı için Harper’ı suçluyor, ve James’in intiharından bir şekilde Harper’ı sorumlu tutuyor. Harper bara gittiğinde, çıplak adamı tutuklayan polis, adama karşı önemli bir suçlama olmadığı gerekçesiyle adamın salıverildiğini söylüyor. Kısacası Harper film boyunca erkek karakterler tarafından tuhaf iletişim biçimlerine, takip edilmeye, sözlü tacize, suçlanmaya, “mansplaining”e, “gaslighting”e, fiziksel tacize, hatta bir tecavüz teşebbüsüne maruz kalıyor. Bu erkek karakterler üzerinden film, kadınların eğitim (ergen çocuk), barınma (ev sahibi), açık alanlar (stalker), din (papaz), adalet (polis) ve evlilik (koca) gibi hayatın her alanı ve sistemi içerisinde yüzleştiği toksikliği, öz ve çarpıcı bir biçimde sunmayı başarıyor.


DOĞUM-ÖLÜM

Film, doğum ve ölümü, insan varoluşunun en kilit iki kavramı olarak konumlandırıyor. Ve bu kavramları son derece bedensel, fiziksel bir bakış açısıyla ele alıyor. Doğum, bedenlerin başka bedenler ürettiği, mucizevi, doğaüstü, şiddetli, kanlı, hatta tiksindirici bir süreç olarak bütün çıplaklığıyla sunuluyor. Ölüm ise kırılan kemikler, yarılan deriler, parçalanan organlar üzerinden yine şiddetli ve travmatik bir biçimde gösteriliyor. Film, doğumdan ölüme olan kronolojik süreci takip etmek yerine ölümden doğuma doğru ters bir izlek sürmeyi tercih ediyor. Bu hayli manidar, çünkü Harper’ın çıktığı tatil aslında bir ölümden sonra (James’in intiharı) bir yeniden doğum (Harper’ın travmayı atlatma çabası) yolculuğu bir anlamda. Ve bu sembolik yeniden doğum teşebbüsü de, gerçek bir doğum kadar travmatik bir süreç.


Ölümün travmatize ediciliği, başta James’in intihar sonrası parçalanmış bedeninin bütün detaylarıyla gösterilmesi üzerinden veriliyor, ancak film bununla yetinmiyor. Daha sonra cama çarpıp kanadı kırılan bir karganın, boynunun kırılarak öldürüldüğünü görüyoruz. Ormanda ölü bir geyiğin bedeninin kurtlar tarafından istila edilme sürecini görüyoruz. Ölüm, varlıkları bütün gerçekliğiyle “beden”e indirgeyen bir süreç. Bu sürecin sonunda insanla karganın, ya da geyiğin bir farkı kalmıyor. Boynu kırılan kargada, düşünce ayağı kırılan James’i bulabiliriz. Gözleri yenmiş ve bedeninde kurtlar gezinen geyikte, James’in bedeninin de aynı süreçten geçtiğini görebiliriz. Doğa, kentsel yaşamımızın travmalarından kaçıp sığındığımız bir cennet olmaktan çok, bize ölüm kavramını tüm çiğliğiyle gösteren ve travmalarımızla yüzleşmeye zorlayan tekinsiz bir mekana dönüşür böylece.


Filmin ölümle olan bu obsesyonu, film ilerledikçe yerini doğum kavramına bırakıyor. Doğuma ilişkin semboller filmin içine yayılıyor, ancak bunlara da hayatı ve çoğalmayı olumlayan sıcak bir havadan çok, doğumun ve hayatın da ölüm kadar travmatik olduğunu vurgulayan tekinsiz bir hava hakim. Karahindibalar tohumlarını rüzgarda havaya tekinsiz bir biçimde salıyorlar. Tohumlardan biri ölü geyiğin yenmiş gözünün boşluğuna girerken, bir diğeri Harper’ın ağzından içeri giriyor. Ölüm ve yaşamın zıtlığı ve birbirinden ayrılamazlığı.


Filmdeki çıplak adam, yine tekinsiz bir doğum sembolü. Kendisi, “Green Man” adlı efsanevi bir figürden esinlenilmiş. Bu figür her bahar gerçekleşen yeniden doğum sürecinin sembolü, yani bir tür doğa ya da doğurganlık tanrısı, ve genelde yüzü yapraklarla kaplı bir figür olarak tasvir ediliyor. Bu figürün bir erkek olduğunun altını çizelim. Doğurgan bir erkek tanrı figürü üzerinden film, Freudyen “penis kıskançlığı” kavramının karşısına “vajina kıskançlığı”nı koyuyor. Dominant patriyarkal söylemin kadını ve kadınlığı en çok kutsadığı alan, kadının doğurganlığı ve anneliğidir. Film Harper’a doğurganlık ve annelik rollerini yüklemeyi reddederken çıplak adama doğurganlık özelliği vererek, klasik cinsiyet rollerini ve patriyarkal bakış açısını alt üst ediyor. Çıplak adam, doğurganlığa erişmeden önce yüzüne çeşitli bitkiler ekliyor. Doğanın da genelde kadınlıkla ve doğurganlıkla (doğa “ana”, “mother” nature/earth) eşlendiğini hatırlayalım. Bitkileri vücuduna entegre ederek çıplak adam, sanki feminen doğanın doğurganlığını çalıp kendi bedeninin bir parçası haline getiriyor gibi.


Ancak bu erkek doğurganlığı son derece rahatsız edici bir biçimde sunuluyor filmde. Çıplak adam yalnızca kendisine, kendisinin formlarına yaşam verebiliyor. Oksimoronik bir doğurganlık bu, kısır bir doğurganlık. Çıplak adam ergen çocuğa, ergen çocuk papaza, papaz Geoffrey’e can verebiliyor. Filmin Cronenberg-vari bedensel korkuya en fazla kaydığı bu anlarda doğum sahneleri hayli sürreal, rahatsız edici ve hatta mide bulandırıcı bir biçimde sunuluyor. Bir soğanın iç içe geçmiş katmanları gibi her katman, bizi meselenin özüne, kaynağına daha da yaklaştırıyor. Bu yüzden en son doğumun sonucunda doğan kişi yine James. Harper’ın makro düzeyde erkeklikle yaşadığı travma, sonunda mikro düzeyde James ile yaşadığı travmaya indirgeniyor yeniden. James’e “Benden ne istiyorsun?” diye sorduğunda aldığı cevap “Sevgini.” oluyor. Erkeklik, sevgi kavramını yeniden bir duygusal şantaj aracı olarak kullanıyor. Üstelik daha kötüsü belki de bunu soğukkanlı bir manipülasyon biçiminde değil de, gerçekten hakkı olduğuna inanarak yapıyor. Kadının elinde ise bir balta. Benliğini feda edip geçmişe, travmaya, yıkıma boyun mu eğecek, yoksa kendi yaptığı bir yıkımla, geçmişi ve travmayı yıkarak, benliğine ve özgürlüğüne yeniden mi kavuşacak?


SON SÖZ

“Men”, tam bir görsel ve işitsel şölen. Sinematografisi, ses tasarımı ve müzikleriyle hayli estetik bir film. Birçok kişi tarafından “style-over-substance” (içerikten çok biçime önem veren) bir film olarak görülecektir. Öykünün hayli metaforik, sembolik, yoğun ve sürreal olması, geleneksel öykü anlatımını tercih edenler için yabancılaştırıcı bir faktör olacaktır. Ancak yoruma alan bırakan, bir bilmece gibi çözülmeyi talep eden filmleri ve psikolojik korku türünü seviyorsanız, bu filmden keyif alacaksınız. Bana yakın dönem filmlerinden en çok “Mother!”ı anımsattı ve benzer bir tat verdi. Alex Garland, kesinlikle gözünüzü üzerinde tutmanız gereken bir yönetmen. Jessie Buckley ise daha çok yükselecek, muhtemelen alternatif ve orijinal filmlerin yıldızı olacak çok yetenekli bir oyuncu. “Men”, korku türünün kendisini daima yeniden üretmeyi (ya da “doğurmayı” mı diyelim) başaran bir tür olduğunun kanıtı niteliğinde. Orijinal, sarsıcı, düşündürücü ve hayli rahatsız edici.


EMRE KARA

Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder