31 Aralık 2013 Salı

SİNEMANIN EN KARİZMATİK KADIN KARAKTERİ: THE BRIDE (GELİN) - EMRE KARA

Böyle bir yazıyı yazmak zorundaydım; gerek "Kill Bill" ikilisine, gerek Tarantino'ya, gerek Uma Thurman'a, ama en çok da Gelin karakterine duyduğum büyük sevgiden ötürü! :)

Efenim bilirsiniz ki Uma Thurman, Tarantino beyin "muse"u, ilham perisidir, bunu beyefendi dile de getirmiştir çeşitli mecralarda. İkilinin ilk birlikteliği "Pulp Fiction"da gerçekleşiyor, orada Thurman yine çok çılgın, hatta tuhaf, ama yine de sempatik bir karakter olan Mia Wallace'ı canlandırıyor. Gerçekte sahip olduğu sarı dalgalı saçlar yerine siyah, düz saçları var bu filmde ve John Travolta ile karşılıklı sahneleri, diyalogları gerçekten muhteşem. Örneğin:





















Mia: Sen de bundan nefret etmiyor musun?
Vincent: Neyden?
Mia: Rahatsız edici sessizliklerden. Neden rahat hissedebilmek için saçma sapan şeyler hakkında konuşmamız gerektiğini düşünürüz ki?

Bir de kendilerinin şöyle müthiş bir dans sahneleri var:

















Hatta linkini de verelim o dansın efem:


Ama yine de bana kalırsa "Pulp Fiction"ın en unutulmaz sahnesi, Uma Thurman'ın, Urge Overkill-Girl, You'll Be a Woman Soon eşliğinde icra ettiği solo dansıydı:

Dansın sonunun üzücü olması ne yazık, canım Uma'cım :..(

"Pulp Fiction"da Tarantino, ilerde Uma Thurman’la çekeceği “Kill Bill”in ipucusunu da veriyor muhteşem bir şekilde; Mia-Vincent ikilisi arasında geçen bir diyalog içerisinde:


Mia, Vincent’ta zamanında oynadığı bir filmden bahsediyor ve sözünü ettiği film karakterleri ilerde “Kill Bill”de göreceğimiz karakterler. :) Tarantino “Pulp Fiction”a böyle bir diyalog koyarken ilerde “Kill Bill”i çekme fikri kafasında var mıydı yoksa daha sonra Uma Thurman’la kafa kafaya verip “Hadi o diyalog üzerinden bir film yazalım.” diye mi karar aldılar bilemiyoruz tabi, ama her nasıl olduysa iyi ki “Kill Bill” yapılmış. :)

Tarantino & Thurman ikilisinin daha efsane ikinci birlikteliği böylece "Kill Bill" ile gerçekleşmiş oluyor. Daha efsane diyorum çünkü "Pulp Fiction"da nispeten ikincil bir karakteri oynayan Uma Thurman bu defa filmin tam merkezinde. Hatta Gelin karakterini de Tarantino ile birlikte yazıyorlar, ilk filmin sonunda "The Bride character created by Q & U" yazıyor, ne hoş di mi? :)

Nedir bu Gelin karakterini bu kadar karizmatik yapan, maddeleyelim:

1) Kendisi intikam peşindedir ama bu öyle sıradan bir Holivud intikam öyküsü değildir. “İntikam soğuk yenen bir yemektir.” sözüyle başlayan film çok orijinal bir öyküye sahiptir film ve Gelin'in intikamı en usta şekilde haklılaştırılmıştır, ona müthiş bir sempati duyarız. Birinci filmin açılışından hoş bir kare:















Bill: Beni sadist mi görüyorsun? Şu an eminim kafanın üstünde bir yumurta pişirebilirim istesem. Biliyor musun çocuk, şu an bile eylemlerimde sadist hiçbir yanın olmadığını anlayacak kadar ayık olduğuna inanmak istiyorum. Belki başkalarına karşı sadist olmuş olabilirim, ama sana karşı asla. Hayır çocuk, tam da şu an en mazoşist halimdeyim...

2) Gelin çok klas, kendi tarzına sahip bir karakterdir. Ne bileyim o sarı kostümü, o sarı kaskı, “Pussy Wagon” adlı sarı arabası, motorsikleti, Hattori Hanzo kılıcı ile tam bir orijinallik abidesidir. Pai-Mei üstaddan ve Bill’den zamanında aldığı dersler sayesinde son derece gözü pek ve profesyonel bir hanıma dönüşmüştür.
























Gelin hanım harika sarı saçlarını kombinleyen sarı elbisesi ve bu elbisenin üzerinde hoş bir aksesuar görevi gören kan izleriyle görülüyor.


























“İntikam için kusursuz kıyafet”. Gelin’in takımı. :)

3) Gelin’in söylediği sözler de yine kendisi kadar orijinaldir, replikler çok iyi yazılmış gerçekten. Favorilerimi listeliyorum:

(komadan yeni çıkınca ayaklarını canlandırmaya çalışırken) “Ayak baş parmağını oynat.” (Bu sahnede uzun süre Thurman’ın ayaklarını yakın çekim olarak görüyoruz ve Tarantino, önceki filmlerinde de şahit olduğumuz ayak fetişini bir kez daha göstermiş oluyor.)

(Copperhead’e) “Merhamet, şefkat ve affetme hissinden yoksunum, ama mantıktan asla.”













(Çılgın 88’liler takımını hakladıktan sonra) “Hala hayatta olacak kadar şanslı olanlar, hayatlarınızı da alın gidin. Ama kaybettiğiniz organlarınızı bırakın. Onlar artık bana ait.”

(Sofie Fatale’ı haklarken) “Sana bazı sorular soracağım. Ve cevap vermediğin her seferde, pir parçanı keseceğim. Ve sana söz veriyorum, onlar özleyeceğin parçalar olacak.”

(Sofie Fatale’i Bill’e geri yollamadan önce) “Onun neler bildiğimi bilmesini istiyorum. Bilmesini istediğimi bilmesini istiyorum. Ve hepsinin çok yakında O-Ren kadar ölü olacaklarını bilmelerini istiyorum.”

4) Gelin'in rakipleri de kendisi gibi orijinal, gözü pek, iyi yazılmış karakterlerdir. Bu da Gelin'in intikam sürecini daha bir heyecanla izleyip, başarılarında onu daha bir takdir etmemizi sağlar.














“Deadly Viper Assassination Squad”















Gelin tarafından parça pinçik edilen Çılgın 88’liler takımı :)

















Gelin tarafından parça pinçik edilmiş Çılgın 88’liler takımı :)

Aynı sahnenin bir Türk sanatçı tarafından minyatür şeklinde çizilmiş halini internette görüp çok beğenmiştim, onu da burada paylaşayım:



















Tamam "Kill Bill" gayet şiddet ve vahşet dolu bir filmdir ve Tarantino'nun filmlerindeki şiddet bana rahatsız edici gelmiyor açıkçası. Özellikle de bu filmde kasten biraz gerçekdışı ve abartılı hale getirilmiş şiddet sahneleri rahatsız edici olmaktansa görsel bir şölene dönüşüyor, filme hem epik hem de mizahi bir tat katıyor.

5) Bu ikincil düşmanların üstünde, filmde adını da vermiş olan Bill ile Gelin arasında muhteşem bir kimya oluşturulmuştur. Bill’in geline olan hisleri arasında sevgi, nefret, takıntı, çekinme bir aradadır. Gelin ise zamanında Bill’i seven, sonra onun zalimliğinin boyutlarıyla şaşkınlığa uğrayan, en sonda da ona karşı yalnızca ve yalnızca bir öldürme arzusu duyan bir kadındır. Bu kompleks ilişki, iki filmde son derece iyi örülmüştür.


















İki karakter arasında geçen hoş diyaloglar:

Gelin: Düğünüme gelecek misin?
Bill: Yalnızca gelinin tarafında oturursam.
Gelin: Benim tarafımda biraz yalnız hissedebilirsin.
Bill: Senin tarafında hep biraz yalnız hissettim. Ama asla başka bir yere oturmam.

Bill: Tepkim gerçekten o kadar da şaşırtıcı mıydı?
Gelin: Evet, öyleydi. Yaptığın şeyi yapabilir miydin? Elbette yapabilirdin. Ama bunu bana yapacağını ya da yapabileceğini asla düşünmezdim.
Bill: Üzgünüm, çocuk. Ama yanlış düşünmüşsün.

Gelin: “Aşırı tepki” mi gösterdin? Açıklaman bu mu?
Bill: Sana bir açıklamada bulunacağımı söylemedim. Sadece gerçeği anlatacağımı söyledim. Ama bu pek açık olmadıysa, hadi daha açık konuşalım. Ben pislik bir katilim, bunu biliyorsun. Ve pislik bir katilin kalbini kırmanın belirli sonuçları vardır. Sen bunlardan bazılarını deneyimledin.

6) Gelin bildiğin olağanüstü güçlü ve yeteneklidir. Kedi gibi dokuz canlıdır. Kolay pes etmez, kolay yenilmez, kolay ölmez. Mezardan bile çıkabilir evelallah. Ben sinemada güçlü kadın karakterleri çok severim, Gelin ise bu kavramın nirvanaya ulaşmış halidir. Bu yönüyle feminist okumalara da gayet açıktır. :)













7) Gelin soğukkanlı bir intikamcı olmasının ve bu işte de çok muvaffak olmasının yanı sıra sevgi dolu bir annedir de, zaten onun intikamının en önemli sebebi küçük kızıyla kendisine yapılmış olanlardır. Aşağıda Gelin ve kızı B.B.’yi görüyoruz efem, kaneviçeli yastıkları babaanneme yaptırıp ben göndermiştim Tarantino’ya hediye olarak. :)













(Gelin Bill’e bebeğinden bahsederken) “O hamilelik testinin rengi maviye dönmeden önce yalnızca bir kadındım. Senin kadının. Senin için öldüren bir katil. O çizgi mavi olmadan önce, senin için bir motorsikletle hızlı bir trenin üstüne atlayabilirdim. Ama o çizgi maviye dönünce, artık o şeylerin hiçbirini yapamazdım. Artık olmazdı. Çünkü bir anne olacaktım. Bunu anlayabiliyor musun?”

Efendim burada yazımızı bitirelim ve düşük bir ihtimal olmasına rağmen eğer izlemediyseniz bir an önce “Kill Bill” ikilemesini izlemenizi salık verelim. Nitekim üçüncü filmin bu yıl çıkacağı şeklinde kuvvetli iddialar var, hazır olun ona. :) Tarantino-Thurman ikilisi öyküyü nasıl devam ettirirler tam kestiremiyorum ama bu ikiliden yine iyi bir şeyler çıkacağına son derece eminim. Altta muhteşem bir resimleri. :)






















EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde... :)

28 Kasım 2013 Perşembe

SİNEMADA ORTAÇAĞ YANSIMALARI - EMRE KARA

Evet, "Aklına nereden geldi böyle bir konu?" deyu sorabilirsiniz. "Aldığım Ortaçağ Edebiyatı dersi nedeniyle bu döneme olan ilgimin artması nedeniyle gardaş." diye cevap veririm. :) Kafasında tam net tanım olmayanlar için çok basit bir biçimde ortaçağı 5. ve 15. yüzyıllar arasında kalan dönem olarak tanımlayabiliriz, ki bilirsiniz ki bu çağı Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u fethederek kapatmıştır. Biz çağ kapatıp çağ açan bir milletin torunlarıyız lililili! Tamam sustum. :)

Filmleri üç farklı başlık atında topladım; ortaçağdaki gerçek olaylar/kişiler üzerine yapılmış filmler, ortaçağda geçen ama kurmaca öyküler anlatan filmler ve son olarak ortaçağda yazılmış edebi eserlerden uyarlanmış olan filmler. Keyifli okumalar canlarım. :)

A. Ortaçağdaki Gerçek Olaylar/Kişiler Üzerine Yapılmış Filmler
Efenim bu filmlerin hangi gerçek olayı ya da kişiyi anlattığını parantez içlerinde verdim.
1. Alexander Nevsky (1938) Sergei M. Eisenstein & Dmitri Vasilyev (Prens Alexander Nevsky ve 13. yüzyıl Rusya'sı)
2. Andrei Rublev (1966) Andrei Tarkovsky (ressam Andrei Rublev ve 15. yüzyıl Rusya'sı)
3. Becket (1964) Peter Glenville (İngiliz kralı II. Henry ve arkadaşı Thomas Becket, 12. yüzyıl)
4. Braveheart (1995) Mel Gibson (İngiliz-İskoç savaşı, 13. yüzyıl)
5. Destiny (1997) Youssef Chahine (İbn Rüşd, 12. yüzyıl Endülüs'ü)
6. Fetih 1453 (2012) Faruk Aksoy (Fatih Sultan Mehmed ve İstanbul'un fethi, 15. yüzyıl)
7. Hacıvat Karagöz Neden Öldürüldü? (2006) Ezel Akay (Hacıvat & Karagöz, 13. yüzyıl)
8. Henry V (1944) Laurence Olivier (İngiliz Kralı V. Henry, 14. & 15. yüzyıllar)
9. Henry V (1989) Kenneth Branagh (İngiliz Kralı V. Henry, 14. & 15. yüzyıllar)
10. Kingdom of Heaven (2005) Ridley Scott (haçlı seferleri, 13. yüzyıl)
11. Lancelot du Lac (1974) Robert Bresson (Kral Arthur efsanesi)
12. Macbeth (1948) Orson Welles (İskoçya kralı Macbeth, 11. yüzyıl)
13. The Adventures of Robin Hood (1938) Michael Curtiz & William Keighley (Robin Hood)
14. The Flowers of St. Francis (1950) Roberto Rossellini (St. Francis, 12. & 13. yüzyıllar)
15. The Lion in Winter (1968) Anthony Harvey (İngiliz Kralı II. Henry, 12. yüzyıl)
16. The Message (1977) Moustapha Akkad (Hz Muhammed, İslam'ın doğuşu, 7. yüzyıl)
17. The Passion of Joan of Arc (1928) Carl Theodor Dreyer (Jeanne d'Arc, 15. yüzyıl)
18. The Tragedy of Macbeth (1971) Roman Polanski (İskoçya kralı Macbeth, 11. yüzyıl)
19. The Trial of Joan of Arc (1962) Robert Bresson (Jeanne d'Arc, 15. yüzyıl)


The Passion of Joan of Arc (1928) Carl Theodor Dreyer

B. Ortaçağda Geçen Ama Kurmaca Öyküler Anlatan Filmler
1. Marketa Lazarova (1967) Frantisek Vlacil (Paganizm'den Hıristiyanlık'a geçiş; Çekoslavakya)
2. Pathfinder (1987) Nils Gaup (cinayet & intikam; İskandinavya)
3. Sansho the Bailiff (1954) Kenji Mizoguchi (sürgün; Japonya)
4. Shadows of Forgotten Ancestors (1965) Sergei Parajanov (köy hayatı, aşk, büyü; Rusya)
5. The Name of the Rose (1986) Jean-Jacques Annaud (rahipler, manastırlar, esrarengiz cinayetler; İtalya)
6. The Return of Martin Guerre (1982) Daniel Vigne (köy hayatı & savaş; Fransa)
7. The Seventh Seal (1957) Ingmar Bergman (1300'lerin ortalarındaki kara veba, ölüm; İsveç)
8. The Virgin Spring (1960) Ingmar Bergman (cinayet & intikam; İsveç)


The Seventh Seal (1957) Ingmar Bergman

C. Ortaçağda Yazılmış Edebi Eserlerden Uyarlanmış Filmler
Bu başlığa geldiğimizde karşımıza ünlü bir yönetmen çıkıyor: İtalyan Pier Paolo Pasolini. Kendisi "Yaşam Üçlemesi" adını verdiği üç filmiyle, üç ünlü ortaçağ eserini sinemaya uyarlamış oluyor.
1. The Decameron (1971)
Bu ilk filmle İstalyan Giovanni Boccaccio'nun ünlü eserinden 9 hikayeyi bir filmde sunuyor.
2. The Canterbury Tales (1972)
Serinin ikinci filminde bu sefer İngiliz edebiyatının "babası" Geoffrey Chaucer'ın eserini sinemaya uyarlamış oluyor.
3. Arabian Nights (1974)
Bu son filmde ise oryantale çeviriyor bakışını Pasolini, 1001 Gece Masalları'ndan esinlenerek.
Pasolini'nin bu filmlerinin canlılık, hareketlilik ve erotizm dolu olduğunu belirtmeye gerek yok sanırım. :)

EMRE KARA (Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde.) :)

24 Kasım 2013 Pazar

ÖĞRETMENLER GÜNÜ SEBEBİYLE: ÖĞRETMENLERİ ANLATAN 10 FİLM - EMRE KARA

Evet efem, bugün 24 Kasım Öğretmenler Günü. Şahsım da meslekteki (ve blog yazmaktaki) ilk yılı olan bir öğretmen olarak bugün öğretmenleri anlatan 10 ünlü filmi listelemek istedim ve bunu yaptım, enjoy! :)
(Filmler alfabetik olarak sıralandı.)

Dead Poets Society (1989) Peter Weir
"İnsanlar size ne derse desin, kelimeler ve fikirler dünyayı değiştirebilir."

1. Blackboard Jungle (1955) Richard Brooks
Şiddet ve düzensizliğin hakim olduğu bir okulda işini inatla yapmaya çalışan öğretmenimizi Glenn Ford canlandırıyor.

2. Children of a Lesser God (1986) Randa Haines
Bir sağırlar okuluna yeni gelen ve içine kapanık, biraz da vahşi Sarah ile iletişim kurmaya çalışan James örtmen rolünde William Hurt var. Kendisi, gerçek hayatta da sağır olan Marlee Matlin ile karşılıklı döktürüyor.

3. Dead Poets Society (1989) Peter Weir
Eğitimle ilgili filmlerden oluşan hiçbir liste bu filmsiz olmaz. :) Erkek lisesine gelen çılgın, sıradışı, ilham verici öğretmen rolünde Robin Williams var.

4. Election (1999) Alexander Payne
Bu hayli eğlenceli filmde, okul başkanı seçilmeyi kafasına koymuş hırslı kız öğrencisiyle başa çıkmaya çalışan öğretmen rolünde Matthew Broderick var.

5. Freedom Writers (2007) Richard LaGravenese
Yine şiddet dolu bir ortamda öğretmenliğe başlayan ve öğrencilerine başka bir hayat fikrini sunmaya çalışan öğretmen rolünde Hilary Swank ablamız var.

6. Half Nelson (2006) Ryan Fleck
Özel hayatı sorunlu sıradışı genç tarih öğretmeni rolünde Ryan Gosling var.

7. Like Stars on Earth (2007) Aamir Khan
Bir Hint efsanesi olan Aamir Khan, bu filmde disleksik öğrencisine her anlamda yardım etmeye çalışan fedakar kedicanlı bir öğretmeni canlandırıyor.

8. The Chorus (2004) Christophe Barratier
"Aksiyon-reaksiyon" felsefesiyle işleyen sıkı yönetimli erkek okuluna gelen ve öğrencilerin hayatını büyüleyici bir biçimde değiştiren tonton müzik öğretmenimiz Gerard Jugnot.

9. The Class (2008) Laurent Cantet
François Begaudeau bu filmde, ırk çeşitliliğine sahip bir okulda öğretmenlik yapan Parisli bir adamı canlandırıyor.

10. To Sir, with Love (1967) James Clavell
Sinemanın en iyi siyahi oyuncularından Sidney Poitier bu filmde, bir grup saygı-seviyeden yoksun beyaz öğrenciyi adam etmeye çalışan öğretmen rolünde.

EMRE KARA (Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde.) :)

16 Kasım 2013 Cumartesi

EN ÇOK ŞAŞIRTAN 50 FİLM - EMRE KARA

Bazı filmler vardır ki bitirdiğinizde sizi ağzı açık ayran delisi gibi bırakırlar. İşte onların en etkililerinden oluşan bir seçki, bendeniz tarafından listelenmiş olan. Filmler alfabetik olarak listelenmiştir, ay uğraşamam öyle tek tek sıraya dizmekle. :) Enjoy! :)

The Sixth Sense (1999) M. Night Shyamalan

1. A Clockwork Orange (1971)
2. A Tale of Two Sisters (2003)
3. Carnival of Souls (1962)
4. Chinatown (1974)
5. Citizen Kane (1941)
6. Dogville (2003)
7. Don’t Look Now (1973)
8. Dr. Strangelove (1964)
9. Fight Club (1999)
10. Freaks (1932)
11. Friday the 13th (1980)
12. Funny Games (1997)
13. Hidden (2005)
14. High Tension (2003)
15. Identity (2003)
16. Inception (2010)
17. Jacob’s Ladder (1990)
18. Kill Bill: Vol. 1 (2003)
19. Les Diaboliques (1955)
20. Memento (2000)
21. Night of the Living Dead (1968)
22. No Country for Old Men (2007)
23. Oldboy (2003)
24. Primal Fear (1996)
25. Psycho (1960)
26. Reservoir Dogs (1992)
27. Rosemary’s Baby (1968)
28. Saw (2004)
29. Scream (1992)
30. Se7en (1995)
31. Star Wars: The Empire Strikes Back (1980)
32. The Blair Witch Project (1999)
33. The Descent (2005)
34. The Game (1997)
35. The Innocents (1961)
36. The Mist (2007)
37. The Orphanage (2007)
38. The Others (2001)
39. The Piano Teacher (2001)
40. The Prestige (2006)
41. The Ring (2002)
42. The Seventh Continent (1989)
43. The Silence of the Lambs (1991)
44. The Sixth Sense (1999)
45. The Skeleton Key (2005)
46. The Tenant (1976)
47. The Usual Suspects (1995)
48. The Village (2004)
49. The White Ribbon (2009)
50. Vertigo (1958)

EMRE KARA (Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde.) :)

15 Kasım 2013 Cuma

RAHATSIZ EDİCİ AMA YİNE DE İZLEMEYE DEĞER FİLMLER (KORKU TÜRÜ HARİÇ) - EMRE KARA

Sizler için fütursuzca listeledim. Başlıktan anlayacağınız üzere rahatsız edici bulup kötü de bulduğum filmleri yazmadım buraya, dolayısıyla bazı filmleri bu listede görmek isteyip de göremediyseniz, onları izlemiş olmam ama izlemeye değer bulmamış olmam hayli muhtemeldir. Ayrıca korku filmlerinin birçoğu halihazırda rahatsız edici olarak nitelenebileceği ve korku filmleri üzerine mevcut bir yazım da olduğu için bu listede korku filmleri de yok. Filmler alfabetik sıralı. Filmlerin altına birer cümleyle, rahatsız edici oluş sebeplerini de yazdım. :)

Eyes Wide Shut (1999) Stanley Kubrick

127 Hours (2010) Danny Boyle
Bir adam hiçliğin ortasında tek başına bir kanyon yarığında hapis kaldığı ve kolunu da sıkıştırdığı için. Üstüne öykü gerçek bir öykü olduğu için.

A Clockwork Orange (1971) Stanley Kubrick
Nedensiz şiddeti, bunu yok etme çabasını ve bu çabanın boşluğunu anlattığı için.

A History of Violence (2005) David Cronenberg
Temiz bir hayata sahip olmak isteyen bir adamın peşini kirlilikler bırakmadığı için.

A Serious Man (2009) Joel & Ethan Coen
Hayatınızda her şeyin nasıl da bir anda engellenemez bir biçimde ters gitmeye başlayabileceğini gösterdiği için.

American Beauty (1999) Sam Mendes
Dışarıdan Amerikan rüyasının tipik bir örneğini teşkil eden bir banliyö evinin içinde ve bireyler arasında dönen tuhaflıkları bütün çıplaklığıyla gözler önüne serdiği için.

American History X (1998) Tony Kaye
Amerika'daki ırkçılık sorununu ve korkunç hapishane şartlarını gösterdiği için.

American Psycho (2000) Mary Harron
Paraya, prestije, güzel bir işe, güzel bir eve ve güzel kıyafetlere sahip insanların içinde varolabilecek psikopatları gösterdiği için. Rekabet ve yok etme güdüsünü ilkelliğiyle sunduğu için.

An American Crime (2007) Tommy O’Haver
Büyük küçük her insanın içinde var olan kötülük potansiyelini gösterdiği için. Ve gerçek bir öykü olduğu için.

Apocalypse Now (1979) Francis Ford Coppola
"The horror... The horror..." için.

Benny’s Video (1992) Michael Haneke
Medyanın şiddet arzusu üzerindeki etkisi, bu arzunun eyleme dökülüşü, eyleme dökülünce de hemen örtbas edilmeye çalışılışı. Bunları çatır çatır anlattığı için.

Black Swan (2010) Darren Aronofsky
Takıntıları, gerçekle kabusun korkunç birlikteliğini süper sunduğu için.

Blue Velvet (1986) David Lynch
Sinemanın en garip psikopatlarından birini içerdiği için.

Changeling (2008) Clint Eastwood
Bir kadının, kaybolan küçük oğlunu bulma mücadelesinde başına gelen bin bir zalimce olay için. Ve gerçek bir öykü olduğu için.

Chinatown (1974) Roman Polanski
"Forget it Jake, it is Chinatown." olduğu için.

City of God (2002) Fernando Meirelles & Katia Lund
Fakir ve şiddet dolu bir gettodaki gençlerin, kendilerini yok eden o sistemin birer parçasına dönüşüşünü anlattığı için. Ve gerçek bir öykü olduğu için.

Cries & Whispers (1972) Ingmar Bergman
Karanlık yönetmen Bergman'ın en karanlık filmi olduğu için. Üç kız kardeşin nefret ve soğukluk dolu ilişkisini, ölümü ve ölüme yakın anlam arayışını anlattığı için.

Deliverance (1972) John Boorman
Kent hayatından uzaklaşıp kırsalda doğaya ve ilkel doğalı insanlara karşı mücadele veren bir grup adamın gitgide zavallılaşmasını anlattığı için.

Dogville (2003) Lars von Trier
Karanlık geçmişinden kaçan bir kadın, sığınma talebiyle geldiği Dogville kasabasında her talebin bir karşılığının olduğunu öğrendiği için.

Doubt (2008) John Patrick Shanley
"Şüphelerim var. Öyle şüphelerim var ki..." için.

Eastern Promises (2007) David Cronenberg
Rus mafyasının dönderdiği katakullileri anlatırken kurban edilen masum insanlarla bizi şok ettiği için.

Elephant (2003) Gus Van Sant
Lise öğrencilerinin dönüşebildiği katliamcıları gösterdiği için. Ve gerçek bir öykü olduğu için.

Eyes Wide Shut (1999) Stanley Kubrick
Belaya kendi isteğiyle bulaşan ama kendi isteğiyle sıyrılamayan bir adamın ürepertici öyküsü için. Jocelyn Pook - Masked Ball için. Korkunç balo/ayin için. Yastığın üstünde görülen maske için.

Fight Club (1999) David Fincher
"Modern" insanın buhranları için. Kanlı dövüşler için.

Full Metal Jacket (1987) Stanley Kubrick
İlk yarısında askeriye sistemini ve onun insanların psikolojileri üzerindeki yıkıcı etkisini, ikinci yarısında da bizzat cephede gerçekleşen yıkımları çarpıcı bir gerçekçilikle sunduğu için.

Hidden (2005) Michael Haneke
Kapının önüne bırakılmış korkunç resimler için.

Hotel Rwanda (2004) Terry George
Kutuplaşmanın oluşturduğu korkunç trajedi için. Ve gerçek bir öykü olduğu için.

Identity (2003) James Mangold
Kimlik parçalanışı olayına getirdiği orijinal ve çarpıcı yorum için.

Irreversible (2002) Gaspar Noe
"Le temps detruit tout." için. Bazı yaşananların geri dönüşü olmadığı için.

Leaving Las Vegas (1995) Mike Figgis
Adım adım ölüme giden bir adam ve ölümle oynamaktan korkmayan bir kadının kasvetli öyküsünü anlattığı için.

Lilya 4-ever (2002) Lukas Moodysson
Masumiyetin yok edilişini anlattığı için.

Lolita (1962) Stanley Kubrick
"Annesiyle evleneyim, kızı için." için.

Lord of the Flies (1963) Peter Brook
Küçük çocukların küçük vahşilere dönüşmesini anlattığı için.

Monster (2003) Patty Jenkins
Bir hayat kadınının bir seri katile dönüş(türülüş)ünü anlattığı için. Ve gerçek bir öykü olduğu için.

Mulholland Dr. (2001) David Lynch
İki kadının resmen kabusvari yolculuğunu anlattığı için.

Mysterious Skin (2004) Gregg Araki
Geçmişin travmalarının gelecekteki çarpıcı etkileri için.

Mystic River (2003) Clint Eastwood
Geçmişin travmalarının gelecekteki çarpıcı etkileri için.

Natural Born Killers (1994) Oliver Stone
Doğuştan katil olanların öyküsü için.

Notes on a Scandal (2006) Richard Eyre
Başa bela olan yakınlaşmalar için.

Pi (1998) Darren Aronofsky
Matematik için.

Platoon (1986) Oliver Stone
Vietnam'da iyi-kötü çizgisinde yalpalayan genç bir adam için.

Requiem for a Dream (2000) Darren Aronofsky
Bağımlılığın farklı türlerinin insanları nasıl tükettiğini aşama aşama anlattığı için.

Rope (1948) Alfred Hitchcock
İki genç kendilerini "übermensch" olarak görüp bir arkadaşlarını öldürdükleri, bunula da kalmayıp cesedin saklandığı eve arkadaşlarını davet ederek "übermensch"liklerini test ettikleri için.

Schindler’s List (1993) Steven Spielberg
Soykırımı bütün gerçekliğiyle anlattığı için. Kırmızı mantolu küçük kız için. Ve gerçek bir öykü olduğu için.

Se7en (1995) David Fincher
Yedi ölümcül günaha uygun olarak kurbanlarını seçen bir garip seri katili ve onun peşindeki biri toy biri deneyimli iki polisi anlattığı için, şok edici öykü ve görsellikle.

Shadow of a Doubt (1943) Alfred Hitchcock
En kötüler bazen en yakınımızdakiler olabildiği için, reddetmeye çalışsak da.

Sophie’s Choice (1982) Alan J. Pakula
İnsan bazen korkunç seçimler yapmak zorunda kaldığı için.

Stoker (2013) Park Chan-wook
Hayli garip bir aileyi anlattığı için.

Strangers on a Train (1951) Alfred Hitchcock
Siz beladan uzak durmaya çalışsanız da belanın bazen gelip sizi bulabileceğini, hatta size yapışıp kalabileceğini anlattığı için.

Straw Dogs (1971) Sam Peckinpah
Siz beladan uzak durmaya çalışsanız da belanın bazen gelip sizi bulabileceğini, hatta size yapışıp kalabileceğini anlattığı için.

Sympathy for Mr. Vengeance (2002) Chan-wook Park
İntikamın ne kadar kuvvetli bir his ve kanlı bir oyun olabildiğini anlattığı için.

Taxi Driver (1976) Martin Scorsese
Kokuşmuş bir New York ve onu kendince düzeltmeye karar kılmış bir adam için.

The Accused (1988) Jonathan Kaplan
Adaletin karşısındayken bile kadın olmanın zorluğunu anlattığı için.

The Butterfly Effect (2004) Eric Bress, J. Mackye Gruber
Oynadıkça daha da bozulan bir kaderin içinde girdaba kapılmış genç adam için.

The Cook, the Thief, His Wife & Her Lover (1989) Peter Greenaway
Zalim "hırsız"ın zalimlikleri için. Pişmiş ve zorla yedirilmeye çalışılan bir insan bedeninin varlığı için.

The Devil’s Advocate (1997) Taylor Hackford
Şeytanın manipüle ettiği insanları ve insanın şeytani yönlerini anlattığı için.

The Devils (1971) Ken Russell
17. yüzyılın meşhur cadı avlarını, psikopat bir rahibe ve takıntılı platonik aşkı olan rahip üzerinden çarpıcı bir biçimde anlattığı için.

The Experiment (2001) Oliver Hirschbiegel
Deney gerçeğe dönüştüğü için. Ya da gerçek, deneyle tetiklendiği için.

The Game (1997) David Fincher
Her oyun eğlenceli olmadığı için.

The Girl Next Door (2007) Gregory Wilson
Büyük küçük her insanın içinde var olan kötülük potansiyelini gösterdiği için. Ve gerçek bir öykü olduğu için.

The Machinist (2004) Brad Anderson
Kopan kol için. Buzdolabının üstündeki kağıt için.

The Night of the Hunter (1955) Charles Laughton
İki çocuğun peşindeki bir psikopat için.

The Passion of the Christ (2004) Mel Gibson
Hz. İsa'nın son gününü çok kanlı bir sunumla anlattığı için.

The Pianist (2002) Roman Polanski
Savaşın yok ettikleri için.

The Piano Teacher (2001) Michael Haneke
Bir kadının garip, mazoşistik cinsel fantezilerini ve onu umutsuzca anlamaya çalışan genç bir adamla olan tuhaf ilişkisini anlattığı için.

The Proposition (2005) John Hillcoat
Vahşi kırsalın vahşi yaşamları ve ölümleri için.

The Seventh Continent (1989) Michael Haneke
Anlamı kaybediş ve kendini yok ediş için.

The Silence of the Lambs (1991) Jonathan Demme & Red Dragon (2002) Brett Ratner
Kötü oluşu nedensiz olan zeki, karizmatik ve acımasız psikopat Hannibal Lecter için. Buffalo Bill için. Francis Dolarhyde için.

The White Ribbon (2009) Michael Haneke
Baskı ve istismarın doğurduğu şiddet için.

Trainspotting (1996) Danny Boyle
Tavanda yürüyen bebek için. Klozete dalış yapan adam için.

Turtles Can Fly (2004) Bahman Ghobadi
Irak işgali mağdurları küçük çocuklar için.

Welcome to the Dollhouse (1995) Todd Solondz
Sürekli hor görülen bir öğrenci olmanın zorlukları için.

Zodiac (2007) David Fincher
Bir seri katili bulma takıntısı ama bulamama çaresizliği için. Ve gerçek bir öykü olduğu için.

EMRE KARA (Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde.) :)

5 Kasım 2013 Salı

GRAVITY (2013) - ÖMER FARUK GÜNAYDIN

GRAVITY (Yerçekimi) belki de son zamanların en ilgi çekici bilimkurgu filmlerinden biri. Filmin başarısı tabi ki en çok yönetmen ve oyuncularında. Yönetmenin sinemadaki en zor konulardan birini 2 kişilik bir kadroyla sinemaya uyarlaması ve seyirciyi heyecanıyla birlikte ekrana bağlaması gerçekten filmin takdire şayan olduğunu ortaya koyuyor. Filmin 2 kişilik bir kadroyla başarılı olmasının en büyük unsuru da oyuncuların sinema sektöründeki kalitelerini ekrana yansıtmalarıyla izah edilebilir. Tabi göz ardı edilmemesi gereken bir diğer konu da seyircinin filmin tadını en iyi şekilde alabilmesi için filmin kesinlikle I MAX kalitesiyle izlenmesi gerektiği gerçeğidir. (Tabi Türkiye'de I MAX sinemanın sadece belli illerde olması da üzücü bir nokta!!! Belki bu göz ardı edilebilecek bir nokta olsa da filmin daha birçok ilde sinemaya bile çıkmamasının ve insanımızın sinemaya özel bir bütçe ayıramamasının, sinemayla arasındaki bağı koparmasında ve bu sektörde daha başarılı fikirlerin ortaya çıkmamasında önemli bir etken oluşturduğunu düşünüyorum.) Film IMDb'den (Internet Movie Database) de azımsanamayacak bir puan alarak (8.5) izlenmesi gerektiği gerçeğini bir kez daha ortaya koymuş. Filmin yönetmenine bakınca aslında çok fazla şaşırmamak gerekiyor. Daha önce de birçok başarılı filme imza atmış olan ALFONSO CUÂRON (Harry Potter ve Azkaban Tutsağı adlı filmin yönetmenliğini de yapmıştır.) bu filmde de seyirciye istediğini vermeyi başarıyor. Alfonso Cuaròn aynı zamanda filmin senaristi ve bu koltuğu genç yaştaki oğlu Jonas Cuaròn ile paylaşıyor. Filmin başrollerini ise Sandra Bullock ve George Clooney üstleniyor. Filmde ilgi ve beğeniyle karşılayacağınız birçok görsel efekt var.

Dünyanın uzaydan çekilmiş  görüntülerini izlediğinizde ve 3 boyutlu sistemle filmi, filmin 3. karakteri gibi izlemeniz söz konusu olduğunda, verdiğiniz paranın karşılığını almanın mutluluğunu hissediyorsunuz. Ve tabi ki filmdeki birçok gerilim sahnesi sizi yerinizden hoplatıyor olsa da çaresiz bir şekilde Sandra Bullock'un ölümü kabullenmesi sizi hüzünlendirmeyi başarıyor. Ve aynı şekilde Sandra'nın uzaydaki tek arkadaşını çaresizce ölüme terk etmesi de dramatik sahnelerden biri.

Filmin son anlarındaki çaresizlik ve durumun dramatize edilerek anlatılması insanı derinden etkiliyor. En derinden etkileyen sahnelerden biri olan "Sandra Bullock'un köpek gibi havladığı sahne" filmde sözün bittiği yer oluyor. Seyircinin birçok sahnede kendisini oyuncunun yerine koyma ihtiyacı duyması ve böyle bir durumun kendi başına geldiğinde ne yapması gerektiğini düşünmeye zorlanması, yönetmenin seyirciyi etkilediğini ve seyircide iz bıraktığını gösteriyor. Tabi filmin sonu yine mutlu bitiyor ve Sandra Bullock Dünya'ya tek başına dönmeyi başarıyor. Ve bu da en çok sizi sevindiriyor. Keyif alarak izleyeceğiniz bir film olması temennisiyle!!!


NOT: Yazılarımdaki amacımın filmi anlatmak olmadığı, sadece filmleri okuyucularımıza tanıtmak ve ekstrem noktaları sizlerle paylaşmak olduğunu ifade etmekten mutluluk duyarım!!!
(Yazılarımın tüm hakları saklıdır!)
ÖMER FARUK GÜNAYDIN

4 Kasım 2013 Pazartesi

KORKU SİNEMASI TARİHİ ÜZERİNE DEV BİR YAZI - EMRE KARA

(Bu yazım ilk önce, Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi'nin -ki kendisi Boğaziçi'nde okumuş olmanın en önemli artılarından biridir benim için- çıkarmış olduğu öğrenci sinema dergisi "Sinefil"de yayımlanmıştı. Şimdi de burada sizlerle paylaşmak istedim. İyi okumalar korkuseverler.)

İtiraf edelim, birçoğumuz “korkmak”tan hoşlanıyoruz. Bir korku filminin karşısındayken, gerilimin tırmandığı bir sahnede kalp atışlarımızın hızlanması, adrenalini tüm vücudumuzda hissetmek bize heyecan veriyor, ve bu heyecanı yaşamayı istiyoruz! Öyle olmasaydı, korku janrı en sevilen ve en çok izlenilen türlerden biri olmazdı tüm dünya genelinde... Şimdi sevdiğimiz bu korku filmlerinin tarihine hızlı bir giriş yapalım ve vampirlerle, kurtadamlarla, zombilerle, hayaletlerle, katillerle dolu ürpertici ama keyifli bir yolculuğa çıkalım...

Sinema tarihinde çekilen ilk korku filminin yılı nedir sizce? 1896 olabilir mi? Evet, ilk korku filmi olan “Le manoir du diable” öncü Fransız sinemacı Georges Melies tarafından çekilen, film hilelerinin zekice kullanıldığı bir film ve eski bir şatoya uçup Mephistopheles’e dönüşen bir yarasayı konu alıyor. Tarihte çekilen ilk filmin 1800’lü yılların sonlarında yapıldığını biliyoruz, ve 1896’da bir korku filminin çekilmiş olması da, sinemanın ortaya çıkışı ile korku türünün ortaya çıkışı arasında çok az bir zaman olduğunu gösteriyor bize...

1800’lerle yaptığımız girizgahtan sonra 1910’lu yıllara geçelim. 1910’larda birkaç Alman filmi göze çarpıyor. Bunlardan ilki, çift kişilik konusundaki ilk filmlerden biri olan “Der Student von Prag” (1913) adlı film. Bir diğer örnek ise, 16. yüzyılda canlanan bir heykelle ilgili Yahudi efsanesine dayanan “Der Golem” (1915).

1920’lere geçtiğimizde çok ünlü olmuş ve klasikleşmik bazı filmlerle karşılaşıyoruz. Bunlardan ilki, yine bir Alman filmi olan ve Robert Wiene tarafından yönetilen “Das Cabinet des Dr. Caligari” (1920). Aynı yıl ayrıca Golem efsanesi de “Der Golem, wie er in die Welt kam” adıyla, ilk filmin de yönetmeni olan Paul Wegener tarafından yeniden çekiliyor. 1921’de ünlü İsveçli yönetmen Victor Sjöström “The Phantom Carriage”i yapıyor. 1922’de ise Dracula efsanesinin sinemaya ilk uyarlanışı olan “Nosferatu: eine Symphonie des Grauens” ile karşılaşıyoruz, film Almanya’nın çıkardığı en iyi yönetmenlerden biri olan F.W. Murnau tarafından yönetiliyor. (Murnau 1926’da da “Faust”u sinemaya başarılı bir şekilde aktarıyor.) Nosferatu’yla aynı yılda, Danimarka’da da Benjamin Christensen tarafından bir başka başarılı film çekiliyor: “Haxan”. Cadılığın tarihini anlatan, belgesele kayan bir film... 20’li yılları, “binbir suratlı adam” diye tanınan ve korku sinemasının en önemli oyuncularından olan Lon Chaney’i anarak bitirelim. Chaney’in oynadığı en ünlü filmler arasında defalarca yeniden çevrimi yapılmış olan Rupert Julian imzalı “The Phantom of the Opera” (1925) ve Tod Browning imzalı “The Unknown” (1927) sayılabilir.


Nosferatu (1922) F.W. Murnau

1930’lar korku filmleri açısından oldukça zengin... 1931 yılında, korku tarihinin en ünlü karakterlerinin öyküleri çıkıyoruz karşımıza. Bunlardan ilki, Boris Karloff’un başarıyla canlandırdığı “Frankenstein” (Filmin yönetmeni James Whale.), diğeri de Bela Lugosi tarafından canlandırılan “Dracula”(Tod Browning)... Bir de “Dr. Jekyll and Mr. Hyde” var elbette ki, bu filmin yönetmenliğini de Rouben Mamoulian yapıyor, başrolünde ise Fredric March var. 1932’de Tod Browning, bir sirkteki hilkat garibelerini konu alan “Freaks” adlı filmini çekiyor. Aynı yıl Almanya’da ünlü yönetmen Carl Theodor Dreyer “Vampyr” adlı filmi yapıyor. Amerika’da Boris Karloff ve Bela Lugosi’nin oynadığı filmler gittikçe artıyor. Karloff “The Mummy” (1932), “The Old Dark House”(1932) gibi filmlerde rol alırken, Lugosi’yi de “Island of Lost Souls” ve “White Zombie” gibi filmlerde görüyoruz. İkisinin bir arada olduğu film yok mu? Var elbette. Edgar G. Ulmer’in “The Black Cat” (1934) filminde ikiliyi bir arada görebiliyoruz. 30’larda çekilen diğer iyi filmler arasında, başarılı efektleriyle şaşırtan ve Hitler’in de favori filmi olduğu söylenen “King Kong” (1933), James Whale’in yönettiği “The Invisible Man” (1933), Fritz Lang filmi “Das Testament des Dr. Mabuse” (1933), bir Sherlock Holmes öyküsü olan “The Hound of the Baskervilles” sayılabilir. Bir de Frankenstein’in devam filmleri olan, yine Boris Karloff’lu “Bride of Frankenstein”ı (1935) ve “Son of Frankenstein”ı (1939) da unutmamak gerek...


Frankenstein (1931) James Whale

1940’lara geçelim ve açılışı da sinemanın en iyi kurtadam filmlerinden biri olarak kabul edilen “The Wolf Man” (1941) ile yapalım. Filmde kurtadam rolünü, babasının yolundan giden Lon Chaney Jr. canlandırıyor. 40’larda, oldukça başarılı korku filmleri çekmiş olan yönetmen Jacques Tourneur’un da ünlü filmleriyle karşılaşıyoruz: “Cat People” (1942), “I Walked with a Zombie” (1943) gibi... 1944’te Robert Wise “Cat People”ın devam filmini çekiyor: “The Curse of the Cat People”. 1945’te 4 yönetmen tarafından çekilen ve 6 bölümden oluşan “Dead of Night” filmi yapılıyor.

1950’lere geldiğimizde, korku sineması üzerinde bilimkurgunun etkisini görmeye başlıyoruz. Bunun en iyi örnekleri arasında “The Thing from Another World” (1951), “Creature from the Black Lagoon” (1954), Japonya’dan çıkan ünlü “Gojira” (1954), “The Quatermass Xperiment” (1955), Don Siegel’in yönettiği oldukça başarılı “Invasion of the Body Snatchers” (1956) ve ilerde Cronenberg’in yeniden çekeceği “The Fly” (1958) filmlerini gösterebiliriz. Bunlar dışında, 1955 yılında bir şaheserle karşılaşıyoruz. Bunlardan ilki, başarılı Fransız yönetmen Henri-Georges Clouzot’nun çektiği Hitchcockvari bir film olan “Les Diaboliques”... Zalim bir okul müdürünün karısı ve metresinin, adamı öldürmek için yaptıktları zekice plan ve sonrasında yaşananları işleyen filmde gerilim her daim ayaktayken sürekli sürprizlerle karşılaşıyoruz. Filmin uyarlandığı romanın film haklarını satın almak için Hitchcock da teşebbüste bulunmuş zamanında ama Clouzot daha erken davranmış... 50’lerin diğer göze çarpan filmleri arasında “House of Wax” (1953), Mervyn LeRoy’un yönettiği “The Bad Seed” (1956), Tourneur’un “Night of the Demon”u (1957), ve yine başarılı korku filmlerine imza atmış olan İngiliz yönetmen Terence Fisher’ın “The Curse of Frankenstein” (1957) ve “Horror of Dracula” (1958) filmleri sayılabilir. 1956’da ölen ve hatta vasiyeti üzerine Dracula peleriniyle gömülen Bela Lugosi, Dracula karakterini artık başarılı İngiliz oyuncu Christopher Lee’ye devretmiş oluyor böylece...


Les Diaboliques (1955) Henri-Georges Clouzot

1960’lara geçtiğimizde karşımıza en ilk, korku türünün tartışmasız başyapıtı olan ve tüm zamanların da en iyi filmlerinden biri olarak kabul edilen Alfred Hitchcock imzalı “Psycho” (1960) çıkıyor. Gerilim sinemasının en iyi yönetmeni Hitchcock bu filmiyle biraz daha korku janrına kayıyor ve 50’lerde artmış olan dünyadışı/doğaüstü varlıkların korku unsuru olarak kullanıldığı filmlerden seyirciyi alıp, ona en büyük korku unsurunun “insan”ın ta kendisi olduğunu gösteriyor. Son derece profesyonel psikolojik analizler içeren film, kişilik bölünmesini işleyen filmler arasında da en başarılı birkaç tanesinden biri... Başrolde Anthony Perkins hayatının performansını verirken, film unutulmaz kanlı duş sahnesiyle, Bernard Hermann’ın iç gıcıklayan müzikleriyle ve şaşırtıcı finaliyle akıllara kazınıyor... Aynı yılda İngiltere’den de bir başka başyapıt çıkıyor: “Peeping Tom”. Ünlü yönetmen Michael Powell’ın yönettiği filn, yine psikolojik sorunları olan ve kadınları öldürerek cinayetleri kameraya alan bir adamın öyküsünü anlatıyor. Yine İngiltere’de bilimkurgu ögeleri içeren ve ileride Carpenter tarafından yeniden çekilecek olan “Village of the Damned”, İtalya’da türün önemli yönetmenlerinden Mario Bava imzasını taşıyan “Black Sunday”, Fransa’da ise çılgın bir cerrahı konu alan “Eyes Without a Face” çekiliyor. 1961’de, “perili ev” temalı korku filmlerinin en başarılısı kabul edilebilecek olan, Jack Clayton imzalı ve Deborah Kerr’li “The Innocents” yapılıyor. Aynı yıllarda, kült statüsüne ulaşmış B filmleriyle tanınan Roger Corman, Edgar Allan Poe’nun öykülerinden uyarladığı “House of Usher” ve “Pit and the Pendulum”u çekiyor. Her iki filmin de başrolünde, korku sinemasının en bilindik ve başarılı simalarından biri olan Vincent Price yer alıyor. Price, ününü en çok Corman’a borçlu... 1962’ye geldiğimizde Robert Aldrich imzalı “What Ever Happened to Baby Jane?” adlı başarılı filmle karşılaşıyoruz. Filmin başrollerinde, birbirlerine nefret duyan iki kızkardeşi canlandıran yaşlanmış Bette Davis ile Joan Crawford’u görüyoruz ve ikili, son derece gerçekçi performanslar sergiliyorlar. Hatta söylentilere göre ikili gerçekte de birbirlerinden nefret ediyormuş... Yine aynı yıl, adı sanı pek bilinmeyen, gizli kalmış bir hazineyle karşılaşıyoruz: “Carnival of Souls”. Yönetmen Herk Harvey’nin çektiği tek uzun metrajlı film olan bu eser, ileride çekilecek “The Sixth Sense”e de ilham kaynağı olan film... 1963 yılına geldiğimizde iki korku klasiği daha çıkıyor karşımıza: İlki Hitchcock imzalı “The Birds”. Hitchcock bu sefer de hepimizin sevdiği masum kuşları bir korku ögesine dönüştürüyor ve bunda da gayet başarılı oluyor. İkinci film ise Robert Wise imzalı bir perili ev öyküsü olan “The Haunting”. 1964’te Roger Corman yine Vincent Price ile Poe uyarlaması “The Masque of the Red Death”i çekedursun, Japonya’dan iki harika film çıkıyor: Bunlardan ilki, 14. yüzyıl Japonya’sında savaş esnasında geçen bir öykü olan “Onibaba”, diğeri ise içinde 4 farklı hikaye barındıran “Kwaidan”. Aynı yıl İtalya’da da Mario Bava, mankenleri kanlı metodlarla öldüren bir katilin öyküsü olan “Blood and Black Lace”i çekiyor. 1965 yılına geldiğimizde Roman Polanski imzalı psikolojik gerilim filmi “Repulsion” ile karşılaşıyoruz. Düşük bütçeyle siyah-beyaz çekilen film, Catherine Deneuve’ün başarılı performansıyla ve yalnız, sorunlu bir bireyin deliliğe doğru itilişini aşama aşama çok iyi anlatışıyla başarıyı yakalıyor. Film ayrıca, Polanski’nin “Apartman Üçlemesi”nin de ilk ayağı... 1967’de, James Bond filmleriyle tanıdığımız Terence Young, orta yaşlı bir Audrey Hepbürn ile “Wait Until Dark” adlı gerilim filmini yapıyor. 1968 yılına geldiğimizde yine türün şaheserleriyle karşılaşıyoruz. Bunlardan ilki, bizi korku sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri olan George A. Romero ile tanıştıran film: “Night of the Living Dead”. Yönetmenin çok düşük bir bütçeyle ve profesyonel olmayan oyuncularla çektiği filmin tüm zamanların en iyi zombi filmi olduğu, birçok korku tutkunu tarafından desteklenir sanıyorum... Yine aynı yıl Polanski, üçlemesinin ikinci ve belki de en iyi parçası olan “Rosemary’s Baby”yi çekiyor. Gizemli bir apartmana yeni taşınan karı-koca rolünde Mia Farrow ile John Cassavetes’i izliyoruz ve apartman sakinlerine ilişkin tüyler ürpertici gerçekleri masum Mia Farrow ile birlikte bir bir keşfediyoruz. Aynı yıl Ingmar Bergman kariyerindeki tek korku filmi olan “Hour of the Wolf”u çekiyor. Max Von Sydow ve Liv Ullmann’lı filme, Bergman’ın diğer filmlerinden alışık olduğumuz siyah-beyaz kasvet ve karanlık hakim... 1968’de başka neler oluyor? Yaşlanmış bir Vincent Price “Witchfinder General”da rol alırken, hayli yaşlanmış bir Boris Karloff, Peter Bogdanovich imzalı “Targets”da oynuyor. Bir yıl sonra da hayata gözlerini yumuyor emektar aktör... 1969’da Çekoslavakya’dan çıkan “The Cremator” filmini de anarak 60’ları kapatalım.


Psycho (1960) Alfred Hitchcock

1960’lardaki bu uzun gezintiden sonra 70’lere geçebiliriz, ki 70’ler de korku filmleri yönünden en az 60’lar kadar zengin... 1970 yılında yeni bir korku üstadıyla tanışıyoruz: Dario Argento. İtalyan yönetmen, “The Bird with the Crystal Plumage” filmiyle başarılı bir giriş yapıyor sinema kariyerine... Bu sırada yine kariyerinin başlarında olan ve televizyon için filmler çeken Steven Spielberg, “Duel”’i (1971) çekiyor. Manyak şoförünü hiç görmediğimiz dev bir kamyon tarafından otoyolda terörize edilen Dennis Weaver’i izlediğimiz filmde gerilim her saniye ayakta... Yine 1971’de Vincent Price “The Abominable Dr. Phibes” adlı filmde rol alırken, Mario Bava “Bay of Blood”ı çekiyor. 1972’de korku sineması, en iyi yönetmenlerinden bir diğeriyle tanışıyor: Wes Craven. Craven’ın ilk filmi, bir grup psikopat tarafından kaçırılan genç kızları anlatan kültleşmiş “The Last House on the Left”. 1973 yılında William Friedkin, türün başyapıtlarından “The Exorcist”i çekiyor. Linda Blair’in, içine şeytan girmiş küçük kız rolünde muhteşem oynadığı filmde, anne rolünde Ellen Burstyn’i ve rahip rolünde de yaşlanmış bir Max von Sydow’u görüyoruz. Aynı yıl İngilitere’den de üç başarılı film çıkıyor: Christopher Lee’li “The Wicker Man”, Nicolas Roeg imzalı, Donald Sutherland ve Julie Christie’li “Don’t Look Now”, ürkütücü bir evde geçen “The Legend of Hell House”. 1973’te ünlü yönetmen Brian De Palma, ilk filmlerinden biri olan “Sisters”ı çekiyor, filmde Margot Kidder iki kız kardeşi başarıyla canandırıyor. 1975 yılına gidelim ve bir başka korku ustasıyla tanışalım: Tobe Hooper. Hooper, en iyi filmi olan, sonraları yeniden çekilen ama verdiği dehşete asla ulaşılamayan filmi “The Texas Chainsaw Massacre”ı çekiyor 1975’te... Ünlü seri katil Ed Gein’in öyküsünden esinlenen film birçok yerde yasaklanmış, son derece gerçekçi ve vahşet dolu bir korku filmi... Aynı yıl çekilen “Black Christmas”ın da eksik kalır yanı yok, film Noel’de genç kızları öldüren manyak bir katilin öyküsü... 1975’te Steven Spielberg, kendisine gerçek ünü kazandıracak olan 3 Oscarlı “Jaws”ı çekiyor, film bir sahil kasabasını kana boyayan dev bir köpekbalığını anlatıyor. Aynı yıl, çok iyi filmlere imza atmış yönetmen Peter Weir, 1900’de okul arkadaşları ve öğretmenleriyle pikniğe gidip kaybolan 4 kızın öyküsünün anlatıldığı “Picnic at Hanging Rock”ı çekiyor ve oluşturduğu gizemli atmosfer sayesinde başarlı bir film ortaya çıkarıyor. Yine aynı yıl Argento da, en iyi filmlerinden biri olan “Deep Red”i çekiyor. 1976’ya geldiğimizde Brian De Palma’nın en başarılı filmlerinden biri olan “Carrie” ile karşılaşıyoruz. Psişik güçleri olan asosyal bir kızın öyküsünü anlatan film, sinemadaki ilk Stephen King uyarlaması. Carrie rolünde Sissy Spacek inanılmaz bir oyunculuk sergiliyor ve Oscar’a aday gösteriliyor. Yine 1976’da Gregory Peck’li “The Omen” çekiliyor, film evlat edindikleri çocuğun şeytanın oğlu olduğu gerçeğinden habersiz bir karı-kocanın ürpertici öyküsünü anlatıyor. Aynı yıl Polanski, apartman üçlemesini “The Tenant” filmi ile kapatıyor. Başrolde kendisinin oynadığı bu film, üçlemenin diğer iki filmi kadar popüler olmasa da çok kaliteli bir film ve muhteşem bir senaryosu var. 1977’de Argento en ünlü filmi “Suspiria”yı çekiyor ve cadılık temasını işliyor, aynı yıl Romero “Martin” adlı filmini çekiyor. Tanıdık ustalar bu filmlerle uğraşırken yeni bir gizemli yönetmen de aynı yıl piyasaya çıkıyor: David Lynch – “Eraserhead”. 1978’e geçip yeni bir korku ustasıyla tanışalım mı: John Carpenter. Carpenter, sinema tarihinin en korkunç filmlerinden birini, “Halloween”i çekiyor. Film bir yılbaşı gecesi deliler hastanesinden kaçan ve genç kızlara dehşet saçan psikopat Michael Myers’ın öyküsünü anlatıyor. Aynı zamanda Jamie Lee Curtis’in de sinemaya ilk adım attığı film... Aynı yıl Romero, zombi üçlemesinin ikinci filmi olan “Dawn of the Dead”i çekiyor. Bu sefer daha büyük bir bütçeyle çalışan yönetmen, ilk filmde verdiği tadı yakalamayı başarıyor. Philip Kaufman, Donald Sutherland ile “Invasion of the Body Snatchers”ı yeniden çekiyor. 1978’de bir de B sınıfı çok popüler olmuş bir filmle karşılaşıyoruz: “I Spit on Your Grave”. Film, bir grup maganda tarafından tecavüz ve işkenceye uğrayan bir kadın yazarın intikam öyküsünü anlatıyor. 1979’da ünlü yönetmen Ridley Scott, ardından devam filmleri getirecek olan başarılı bilimkurgu/korku eseri “Alien”ı yapıyor. Filmin başrolündeki Sigourney Weaver muhteşem bir performans sergiliyor. Aynı yıl ünlü Alman yönetmen Werner Herzog, Nosferatu öyküsünü “Nosferatu the Vampyre” adıyla yeniden çeviriyor. İtalyan yönetmen Lucio Fulci de “Zombi 2”yi çekiyor. “Bunun birincisi nerede?” diye soracak meraklılara cevap verelim: Romero’nun “Night of the Living Dead” filmi İtalya’da “Zombi” adıyla gösterilmiş. Kendi filminin izlenilirliğini garantiye almak isteyen Fulci de filmine “Zombi 2” adını vermiş. 79’un göze çarpan diğer filmleri arasında “Phantasm”, “When a Stranger Calls”, Tobe Hooper imzalı “Salem’s Lot” ve David Cronenberg’in yönetip Oliver Reed’in oynadığı “The Brood” sayılabilir.


The Exorcist (1973) William Friedkin

1980’lere geçtiğimizde, tüm zamanların en iyi birkaç yönetmeninden biri olan Stanley Kubrick’in, en iyi birkaç korku filminden biri olan “The Shining”i (1980) yaptığını görüyoruz. Bir Stephen King uyarlaması olan filmde Jack Nicholson “Here’s Johnny!” repliğiyle hafızalarımıza kazınırken, Shelley Duvall da onun savunmasız eşini oynuyor. Nicholson’ın banyo kapısını bir baltayla parçaladığı o meşhur sahne, sinema tarihinin en korkutucu anlarından biridir belki de... Yine 1980’de, “teen-slasher” türünün en bilindik örneklerinden biri olan ve sayısı belirsiz devam filmi bulunan “Friday the 13th”i çekiyor Sean S. Cunningham ve sinema dünyasına en ünlü seri katillerinden birini daha kazandırıyor: Crystal Gölü katili Jason Voorhees... John Carpenter yine bir King uyarlaması olan “The Fog”u çekerken, De Palma da başrolünde başarılı oyuncu Michael Caine’in yer aldığı “Dressed to Kill”i çekiyor. Aynı yıl İtalya’dan, oldukça sansasyonel ve rahatsız edici bir film olan “Cannibal Holocaust” çıkıyor. Film İtalya’da ve başka 50’yi aşkın ülkede yasaklanıyor, yönetmeni edebe aykırılık ve hatta cinayet suçlamalarıyla mahkemelik oluyor. 1981 yılında sinema dünyası, bir başka usta yönetmenle daha tanışıyor: Sam Raimi. Vücutların parça parça olduğu, ağaçların bir kıza tecavüz ettiği hayli kanlı bir film çekiyor Raimi: “The Evil Dead”. Başrolde de yakın arkadaşı Bruce Campbell yer alıyor. Aynı yıl iki başarılı kurt adam filmiyle de karşılaşıyoruz: İlki John Landis’in yönettiği “An American Werewolf in London”, ikincisi de Joe Dante imzalı “The Howling”. Cronenberg de aynı yıl, ünlü filmlerinden “Scanners”ı çekiyor. 1982’de dört ayrı ustadan dört film görüyoruz: John Carpenter’ın Kurt Russell’lı “The Thing”i, Tobe Hooper’ın başarılı görsel efektlere sahip “Poltergeist”i, George A. Romero’nun senaryosu Stephen King tarafından yazılan “Creepshow”u ve Dario Argento’nun “Tenebre”si... 1983’te Cronenberg’den iki başarılı film daha geliyor: İlki Christopher Walken’lı “The Dead Zone”, ikincisi de James Woods’lu “Videodrome”. 1984’e geldiğimizde Wes Craven bizleri, sinemanın en popüler katillerinden biri olan, kırmızı-yeşil çizgili kazağı, bıçaktan yapılma parmakları, karizmatik kahkahaları ve yanmış suratıyla zihinlerimize kazınan Freddy Krueger ile tanıştırıyor. Arkasından bir sürü devam filmi getiren “A Nightmare on Elm Street”, en ünlü korku filmlerinden birine dönüşüyor. Film ayrıca Johnny Depp’in de sinemaya giriş yaptığı film olma özelliğini taşıyor. Aynı yıl, korku ve komediyi başarılı bir şekilde harmanlayan Joe Dante’nin “Gremlins” filmiyle de karşılaşıyoruz. 1985’te bir kaçık doktor öyküsü olan “Re-Animator” ve bir vampir öyküsü olan “Fright Night” göze çarpıyor. Aynı yıl Romero, zombi üçlemesinin son halkası olan “Day of the Dead”i çekerken, Dan O’Bannon da “The Return of the Living Dead” ile ölüleri geri döndürüyor. 1986’da Cronenberg, Jeff Goldblum ve Geena Davis ile “The Fly”ı çekerken, gişe hasılatı kıran filmleriyle tanınan James Cameron da en az ilk film kadar güzel olan “Aliens”ı çekiyor, başrolde yine döktüren Sigourney Weaver ile... 1986’da karşımıza çıkan diğer ilginç filmler ise, seri katil Henry Lee Lucas’ın gerçek yaşam öyküsünü anlatan “Henry: Portrait of a Serial Killer” ve Rutger Hauer’li “The Hitcher”... 1987’de Sam Raimi, “Evil Dead II: Dead by Dawn”ı çekiyor yine Bruce Campbell’la ve belki de ilkinden daha başarılı bir filme imza atıyor. Aynı yıl iki başarılı vampir filmi de görüyoruz: İlki, 2008’de çektiği “The Hurt Locker” ile Oscar alan ve bu ödülü kazanan ilk kadın yönetmen olan Kathryn Bigelow’un “Near Dark” adlı filmi. İkincisi de Joel Schumacher’in Kiefer Sutherland’li filmi “The Lost Boys”. 1987’de, çok ünlü olamamış ancak bizlere hayli yaratıcı ve değişik öyküler sunmuş olan Clive Barker’la da tanışıyoruz. Barker, ileride ardından birçok devam filmi getirecek olan “Hellrasier” ile bizi korkutmayı başarıyor. Yine aynı yıl, Robert De Niro ve Mickey Rourke da “Angel Heart”ta rol alıyorlar.1988’de iki başarılı gerilim filmiyle karşılaşıyoruz: Bunlardan ilki Hollanda yapımı bir film olan ve sevgilisini kaçıran adamdan üç yıl sonra mektuplar almaya başlayan bir adamın öyküsünün anlatıldığı “The Vanishing”, ikincisi de David Cronenberg’in yönettiği, Jeremy Irons’ın ikiz jinekolog kardeşler rolünde başarılı bir performans sergilediği “Dead Ringers”... Yine aynı yıl, sıradışı filmleriyle tanınan yönetmen Alejandro Jodorowsky de “Santa Sangre” adlı filmini çekiyor.


The Shining (1980) Stanley Kubrick

1990’ların açılışını iki başarılı gerilim filmiyle yapıyoruz: İlki, Rob Reiner’ın Stephen King’den uyarladığı, Kathy Bates’in psikopat hemşire rolündeki muhteşem perfromansıyla Oscar kazandığı Hitchcockvari gerilim filmi “Misery”. İkincisi de, travmalar yaşayan Vietnam gazisi rolünde Tim Robbins’i izlediğimiz Adrian Lyne filmi “Jacob’s Ladder”. Aynı yıl Stephen King’in “It”i de 192 dakikalık bir TV filmi olarak çekiliyor. 1992’de, Peter Jackson ilk filmlerinden biri olan zombi öyküsü “Braindead”i çekerken, Sam Raimi de “Evil Dead” üçlemesinin son halkası olan “Army of Darkness”ı yapıyor. Yine aynı yıl, başarılı yönetmen Francis Ford Coppola, Dracula öyküsünü “Bram Stoker’s Dracula” filmiyle yeniden beyazperdeye taşıyor, muhteşem bir kadro ile: Gary Oldman, Winona Ryder, Anthony Hopkins, Keanu Reeves, Monica Bellucci... 1992’de göze çarpan bir diğer film ise, Clive Barker’ın bir öyküsünden uyarlanan, şehir efsanelerini konu alan “Candyman” adlı film. 1994’e geldiğimizde, İtalya’dan başarılı bir zombi filmi çıkıyor karşımıza: “Cemetery Man”. Aynı yıl Hollywood’da da bol yıldızlı bir vampir filmi izliyoruz: Neil Jordan imzalı “Interview with the Vampire”. Brad Pitt, Tom Cruise, Antonio Banderas gibi üç yakışıklının vampirleri canlandırdığı filmde ayrıca küçücük bir Kirsten Dunst da görüyoruz. Yine 1994’te ünlü Danimarkalı yönetmen Lars Von Trier de, 4 bölümden oluşan “The Kingdom”ı yapıyor. 1996’da Wes Craven, 80’lerde bayağı yaygınlaşmış ancak 80’lerin sonuna doğru popülaritesini yitirmiş olan “teen-slasher” türüne taptaze bir soluk getiriyor “Scream” ile. 10 dakikayı aşan giriş sahnesiyle bizleri hayli korkutan film, gerilimi hep ayakta tutmasıyla ve ünlü korku filmlerine yaptığı harika atıflarla keyifli bir seyirliğe dönüşüyor. Aynı yıl, ileride çok iyi filmlere imza atacak olan Alejandro Amenabar, “Tesis” filmiyle başarılı bir çıkış yakalıyor. 1997’de Laurence Fishburne ve Sam Neill’in oynadığı, Paul W.S. Anderson’un yönettiği “Event Horizon”ı izliyoruz. 1998’de ise uzakdoğudan muhteşem bir film çıkıyor: Japon yönetmen Hideo Nakata’nın yönettiği, izleyen herkesin 7 gün içinde öldüğü lanetli bir videonun gizemini anlatan “Ringu”. 1999’da izleyenleri hayli şaşırtan üç film çıkıyor karşımıza: İlki, M. Night Shyamalan’ın yönettiği, Bruce Willis ve 11 yaşındaki Haley Joel Osment’in muhteşem oynadığı, finaliyle hepimizin ağzını açık bırakan “The Sixth Sense”. İkincisi, “korkunç bir şehir efsanesiyle ilgili bir belgesel yapmak üzere ormana gidip kaybolan üç gencin bir yıl sonra ormanda bulunan filmleri” etiketiyle sinemaya giren “The Blair Witch Project”. El kamerasıyla çekilen korku filmlerinin öncüsü olan bu film hayli gerçekçi oluşuyla bizleri ürpertmeyi başarıyor, ve 22 bin dolara çekilen film 240 milyon dolar hasılat elde ediyor! Üçüncü şaşırtıcı film ise Japonya’dan geliyor: Takashi Miike’nin yönettiği “Audition”, sakin bir romantik film gibi başlayıp, sinemanın en canice cinayet sahnelerinden biriyle bitiyor.


Scream (1996) Wes Craven

Son olarak günümüze, 2000’lere bakalım: Açılışı, kurt kızların öyküsünü anlatan “Ginger Snaps” (2000) ile yapıyoruz ve 2001’e gidiyoruz. Alejandro Amenabar, başrolde Nicole Kidman’ın muhteşem oynadığı, en az “The Sixth Sense” kadar şaşırtıcı olan “The Others”ı çekiyor. Aynı yıl Meksikalı yönetmen Guillermo del Toro “The Devil’s Backbone”u, Brad Anderson ise korkunç bir geçmişe sahip bir akıl hastanesini anlattığı “Session 9”ı çekiyor. Bir de Japonya’dan, hayli orijinal senaryosuyla dikkat çeken “Battle Royale” filmi var tabi ki... 2002’de hayli başarılı korku filmleri bizleri bekliyor: 2008’de “Slumdog Millionaire” ile Oscar alan Danny Boyle’un zombi filmi “28 Days Later”, Angela Bettis’in başarılı oyunculuğuyla öne çıkan modern bir “Carrie” öyküsü “May”, Shyamalan’ın Mel Gibson’lı filmi “Signs”, İngiliz yönetmen Neil Marshall’ın yönettiği “Dog Soldiers”... Yine aynı yıl uzakdoğudan da başarılı filmler geliyor: Danny & Oxide Pang kardeşlerin yönettiği “The Eye” ve Hideo Nakata’nın yönettiği “Dark Water”. Yine 2002’de ünlü yönetmen Gore Verbinski de, “The Ring”i Naomi Watts ile yeniden çekiyor ve en az Japon orijinali kadar başarılı bir filme imza atıyor. 2003’te Fransa’dan hayli kanlı bir film geliyor: “High Tension”. Başrolde Cecile De France’ı izlediğimiz filmi, 2006’da Craven’ın 1977 tarihli “The Hills Have Eyes”ını da yeniden çekecek olan Alexandre Aja yönetiyor. Aynı yıl Güney Kore’den de oldukça farklı bir öyküye sahip olan “A Tale of Two Sisters” adlı film çıkıyor. 2004’te Edgar Wright, zombi öyküsüne komedi tadı da katarak çok eğlenceli bir film ortaya çıkarıyor: “Shaun of the Dead”. Aynı yıl Fruit Chan, Takashi Miike ve Chan-wook Park, üç ayrı öyküden oluşan “Three... Extremes”i yapıyorlar. 2004’te en çok yankı uyandıran korku filmi hangisi peki? Elbette ki James Wan’ın yönettiği “Saw”. Pis bir banyoda ayaklarından zincirlenmiş halde uyanan iki adamın öyküsünü anlatan gerilim ve gizem dolu film, arkasından tam 6 devam filmi getirdi! 2005’te Neil Marshall, hem klostrofobiyi hem de korkunç etçil yaratıkları muhteşem bir şekilde kullandığı “The Descent”i çekiyor. Aynı yıl Rob Zombie de “The Devil’s Rejects” filmini yapıyor. 2007 yılında çok başarılı korku filmleri izliyoruz: Muhteşem bir senaryoya sahip İspanyol filmi “The Orphanage”, yine İspanya’dan Jaume Balaguero & Paco Plaza imzalı [Rec], Fransa’dan Beatrice Dalle’li ve bol kanlı “Inside”, başarılı yönetmen Frank Darabont’tan bir Stephen King uyarlaması olan “The Mist”, Mikael Hafström’den bir başka King uyarlaması “1408”, Quentin Tarantino’nun “Death Proof” ve Robert Rodriquez’in “Planet Terror” filmlerinden oluşan “Grindhouse”. 2008 yılında da biri İspanya’dan biri Fransa’dan iki başarılı korku filmi izliyoruz: İlki küçük bir vampir kızla asosyal bir oğlanın sıradışı arkadaşlığını anlatan “Let the Right One in”, ikincisi de Pascal Laugier’in yönettiği, tüm zamanların en vahşet dolu filmlerinden biri olan “Martyrs”... 2009’da Woody Harrelson ve Jesse Eisenberg’li “Zombieland” göze çarpıyor.


The Others (2001) Alejandro Amenabar

Korku sineması tarihinde yaptığımız bu uzun yolculuk boyunca birçok iyi yönetmene, oyuncuya ve filme değindik. Şimdi yapmanız gereken, buradan ilginizi cezbeden filmleri gidip almak, koltuğunuza yaslanmak, ve korkuya hazır olmak... İyi seyirler!

EMRE KARA (Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde.) :)

KORKUNUN KRALİÇELERİ - EMRE KARA

Sizi bilmem ama ben bir korku filmi manyağıyım. Tabi önüme gelen her klişe teen-slasher'ı izliyor değilim ama korkunun iyi örneklerini büyük bir keyifle izlerim. Korkuyu B sınıfı bir tür olarak gören, burun kıvıranlarla da münazaralar yapmaya hazırımdır. :) Korku filmlerinin başrollerinde genelde kadınlar vardır bilirsiniz, yani protagonist olarak. Kırılgan görünen ama aslında çok güçlü olabilen, kötü güçlere karşı dimdik ayakta duran ve yenilmeyen, sempatik, kedicanlı ya da karizmatik bir baş kadın karakterin olduğu korku/gerilim filmlerini hep daha heyecanla izleriz, çünkü o karakterle müthiş bir özdeşlik kurar, ona zarar gelmesini istemeyiz.

İşte bunlar da bana göre "sinemanın en iyi 30 korku/gerilim kraliçesi" (Alfabetik sıraya göre yazdım gençler):

1. Alien & Aliens – Sigourney Weaver
2. Charade – Audrey Hepburn
3. Fargo – Frances McDormand
4. From Hell – Heather Graham
5. Halloween – Jamie Lee Curtis
6. Murder by Numbers – Sandra Bullock
7. Notorious – Ingrid Bergman
8. Planet Terror – Rose McGowan
9. Psycho – Vera Miles
10. Rear Window – Grace Kelly
11. Rebecca – Joan Fontaine
12. Red Eye – Rachel McAdams
13. Scream – Neve Campbell
14. See No Evil – Mia Farrow
15. Shadow of a Doubt – Teresa Wright
16. Suspiria – Jessica Harper
17. Tesis – Anna Torrent
18. The Birds- Tippi Hedren
19. The Exorcist – Linda Blair
20. The Gift – Cate Blanchett
21. The Innocents – Deborah Kerr
22. The Last House on the Left – Sara Paxton
23. The Man Who Knew Too Much – Doris Day
24. The Others – Nicole Kidman
25. The Ring – Naomi Watts
26. The Shining – Shelley Duvall
27. The Silence of the Lambs – Jodie Foster
28. The Texas Chainsaw Massacre – Marilyn Burns
29. The Village – Bryce Dallas Howard
30. Zombieland – Emma Stone & Abigail Breslin

Sizi şu muhteşem Hannibal Lecter & Clarice Starling ikilisi fotoğrafı ile başbaşa bırakıyorum, konuya uygunluğu açısından:


EMRE KARA (Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde.) :)

SİNEMADA EDEBİYAT UYARLAMALARI ÜZERİNE MANİFESTO - EMRE KARA

Bir konuda naçizane fikrimi belirtmek isterim: Edebi eser uyarlaması filmlerin, uyarlandıkları edebi eserle karşılaştırılıp kötü/yetersiz/sadakatsiz vb. diye damgalanmaları bence saçma, çünkü türlerin anlatı şekilleri farklı. Bir edebi eser anlatı için kelimeleri kullanırken, bir film öyküyü görsellik üzerinden vermek durumundadır. Anlatı türü farklı iki şeyin birbiriyle bire bir aynı olması mümkün değildir. O kötü hissi uyandıran şey de ilk deneyimlenenin edebi eser oluşu, filmde ise o deneyimin bire bir aynısını bulamayıştır. Bu filmin yetersizliği değildir. Mesela Kieslowski'nin Üç Renk filmlerinden birini, atıyorum "Mavi"yi bir kitaba dönüştürmeyi deneseler bu da birçok insan için hayal kırıklığına uğratıcı olacaktır, ilk deneyimlenen olan filmdeki olağanüstü sinematografi ile karşılaştırılırsa eğer. Ayrıca bence bir uyarlamanın, uyarlandığı eserin birebir aynısı olması, yani ona "sadık kalması" gibi bir zorunluluk da kesinlikle yoktur. Yüzde yüz sadık olmayışı filmi kesinlikle kötü yapmaz. Filmin sadık olup olmadığı apayrı bir soru, iyi bir film olup olmadığı apayrı bir sorudur ve bu iki soru birbirinden son derece bağımsızdır. Mesela ünlü "Batı Yakasının Hikayesi" filmi de gayet serbest bir "Romeo ve Juliet" uyarlamasıdır ama çok iyi bir filmdir. Bir filmin iyi bir film olup olmadığı, tamamen kendi içinde, bir "film" olarak değerlendirilmesi sonucu verilmesi gereken bir karardır. Söyleyeceklerim bu kadar.

Son olarak: Hadi şu sahneyi sayfalar dolusu anlat, hadi! :)


EMRE KARA (Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde.) :)

LARS VON TRIER, NYMPHOMANIAC VE SANSASYONELLİK - EMRE KARA

Selam ederim okur, içimi dökeceğim sana. Şu sıralar sosyal medyada hep "Nymphomaniac"tan bahsediliyor oluşunu fark etmişsindir. Bu bana, "Sansasyonel olursan hep popüler olur, hep konuşulursun." savını bir kez daha kanıtlıyor. Film için başrol oyuncularının orgazm anlarını gösteren posterler falan hazırlanmış, aman bir reklamlar bir reklamlar, pazarlama hayli sıkı. Aha şöyle posterler. (O değil de bazı tipler çok komik durmuyo mu be. Uma Thurman ablamıza asla laf yok tabi.) :)



Lars von Trier'i severdim, ta ki sadece sansasyonel olmak adına film yapmaya başlayıncaya kadar. O zamana kadar gerçekten severdim ama benim von Trier sevgim "Manderlay" filmine kadardır, sonrası yukarıda tarif ettiğim gibidir. "Antichrist" neydi öyle, izlediğim en rahatsız edici ve en gereksiz filmlerdendi! Bir de caaanım Trakovsky'ye atfetmiş filmi Lars, Tarkovsky'nin o şiirsel ve düşsel filmlerinin yanından asla geçemeyecek filmini. "Melancholia" da beklentilerimin altındaydı, çünkü fikir çok orijinaldi ve çok daha sağlam bir öyküyle sunulabilirdi. Arkaya klasik müzik eserleri koyup filmin çeşitli yerlerine sansasyonel sahneler koymakla bitmiyor sinemacılık Lars'cım. Öptüm. :)

Ha Lars von Trier'in önceki filmleri de sansasyoneldi ama şöyle bir durum var: Ben sinemada sansasyonelliğe karşı değilim, filmin felsefi bakış açısını çarpıcı ve akla kazınıcı bir biçimde sunmaya hizmet ediyorsa eğer bu. Tamamen kendisi için var olan bir sansasyonellik ise gereksiz. Von Trier film yapmayı bırakabilir, ben de onu "Dalgaları Aşmak", "Karanlıkta Dans", "Dogville" ve "Manderlay"nin yönetmeni olarak hatırlarım hep. Ki bu filmler izlediğim en iyi filmler arasındadır. Özellikle de "Dogville" ve "Karanlıkta Dans". ("Manderlay"de keşke Nicole Kidman ve James Caan ile devam edilebilseydi ve "Dogville"de gördüğümüz bazı yüzleri farklı rollerle yeniden görmek yerine bu yeni rollerde farklı oyuncular görseydik.) Neyse, ben Lars'ın beğendiğim bu filmlerini şiddetle tavsiye edeyim ve sizi "Dogville"in trailer'ıyla başbaşa bırakayım. Seni böyle hatırlayacağım Lars. :)

http://www.youtube.com/watch?v=8rPllm4WEXw

EMRE KARA (Tüm yazılarmın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde.) :)