10 Aralık 2022 Cumartesi

KURAK GÜNLER (2022) – EMRE KARA









Emin Alper’in yeni filmi “Kurak Günler”, Yanıklar adlı küçük bir yerleşim yerine atanan genç savcı Emre’nin, kasabaya gelmesinin ardından kendisini yerel politik entrikaların içinde bulmasıyla gelişen olayları ele alıyor. Kasabanın su sorununu çözmeye çalışırken jeolojik yapısını tahribata uğratan bir belediye başkanı, babasının pozisyonuna güvenerek kasabada borusunu öttüren oğlu, statükonun bir parçası olan bir hâkime, tecavüze uğrayan ve mental problemleri olan genç bir çingene kız, ve son olarak da muhalif bir gazeteci üzerinden bu mikro-kozmos içerisinde minik bir Türkiye politik iklimi alegorisi inşa etmeyi amaçlıyor film.

POLİTİK TEMALAR

Filmin değindiği çok gerçek, çok bizden politik temalar oldukça zengin: Politikacılar, kendi kişisel çıkarları için ülke toprağını ve vatandaşların güvenliğini/refahını tehlikeye atmaktan çekinmezler. Politik açıdan arkası güçlü olan insanlar, çeşitli suçlar işlemekten geri durmazlar, çünkü başlarının belaya girmeyeceğinden eminlerdir. Güç ve yetki sahibi olan, adalet ellerine teslim edilen insanlar çoğu zaman var olan düzene karşı çıkamaz ve kendilerini, onun istekli bir parçası ya da kurbanı olarak bulurlar. Fakir, korumasız, “öteki” olan insanlar daima sömürülür ve onlara yapılan sömürü karşısında toplum sesini çıkarmaz. Ezilenlerin sesi olmaya çalışan muhalif bireyler, politik güçler tarafından şeytana dönüştürülür. Kitleleri galeyana getirmek, onları yalanlara inandırmak çok kolaydır. Gerçek kötüler manipülatiftir ve halk kitlelerine kendi yarattıkları suni kötüler sunarak dikkatleri üzerlerinden atmayı kolaylıkla başarırlar. Bütün bu temaları ele alması, filmi gerçekten cesur kılıyor. Ancak benim için tatmin edici olmayı başaramayan yönlerine daha detaylı değinmek isterim.

KUİR TEMA?

Film, içerdiği kuir tema ile Türkiye’de yankı uyandırdı. Cannes’da da hem “Un Certain Regard” ödülü için, hem de “Queer Palm” ödülü için yarıştı. Heyhat, filmin net ve cesur bir biçimde kuir bir yanı olduğunu söylemek çok zor. Politik temalar açısından gösterdiği cesareti, kuir tema açısından gösterebildiğini asla düşünmüyorum. Günün sonunda Türkiye gibi Ortadoğulu bir ülkede sanırım yerleşik cinsiyet kodları/normları üzerine aykırı söylem üretmek, iktidar/güç kavramları üzerine muhalif söylem üretmekten çok daha tehlikeli ve korkulan bir şey olarak görülüyor. Savcı Emre karakteri ile gazeteci Murat karakteri arasında bir tür cinsel gerilim inşa ediliyor, ama bu neredeyse yok sayılabilecek (ya da zor bir durumda reddedilebilecek?) kadar belli belirsiz bir biçimde yapılıyor. Üstelik söz konusu çekimin, birbirine doğru romantik/cinsel anlamda ve karşılıklı olarak çekilen iki erkek şeklinde değil de çok daha karanlık ve tehlikeli bir şey olarak inşa edildiğini görüyoruz. Murat karakteri tekinsiz, manipülatif, plancı, hatta belki içten pazarlıklı bir karakter olarak resmedilirken Emre karakteri daha naif ve manipüle edilen, dış etkilere istemsizce “kapılan” bir karakter olarak inşa ediliyor. Şefkat ve sevgi gibi pozitif duygular üzerinden değil de av-avcı, etkileyen-etkilenen, plancı-naif gibi güç dinamikleri üzerinden inşa edilen bu kuir gerilimin ne kadar kuir-pozitif olabileceğini siz düşünün… Filmi izleyen ortalama bir Türkiye izleyicinin, Murat karakteriyle ilgili olarak “Vay hileci ibne!” falan diye düşüneceğine eminim. Şefkatli, tehlike tınısı içermeyen, birbirleriyle savaşmak yerine topluma karşı birlikte durabilen bir kuir çift resmetmeye cesaret edememiş bence film. Murat’ı böylesine tekinsiz bir karakter olarak inşa etmesi de, kuir tema ele almasına karşın yapılan bir “özür” gibi adeta. “Tamam yaptık ama bakın yüceltmedik, olumlamadık.” gibi korkak bir duruş. Murat’ın banyoda Emre’nin kapatmaya çalıştığı kapıyı zorladığı, eliyle Emre’nin boynunu boğarcasına kavradığı, gölde birden delirip onu boğmaya çalıştığı sahnelerde göz devirdim ben açıkçası. Üstelik film, Emre’nin sarhoş ve bilinçsiz olduğu o olaylı gecede onu evine götüren Murat’ın, Emre’ye cinsel anlamda yaklaşmış olma ihtimaline bile açık kapı bırakıyor. (Duşta onu soyuyor. Emre, ertesi sabah Murat’ın evinde boynunda gizemli bir “hickie” ile uyanıyor.) Bakın, bir filmde kuir bir karakter var diye o ille de tatlı ve sevimli bir karakter olarak sunulmak zorunda demiyorum. Ancak Türkiye sineması gibi nadiren bir kuir karakter görebildiğimiz bir sinemada, ihtiyacımız olan kuir portresi bu mu, düşünelim bakalım…

BELİRSİZLİK

Suç/gizem/gerilim türlerini harmanlayan film, belirsizlik kavramından oldukça besleniyor. Bu, film boyunca ilginizin uyanık kalmasını, kafanızda soru işaretleriyle cebelleşmenizi sağlayan hoş bir teknik, ancak film sonunda, hem de böylesi ciddi temaları ele alan bir film sonunda, soru işaretlerinin cevaplanmasını istiyorsunuz. Ancak film, bunu yapmayı reddediyor. Burada kast ettiğim, bir seyirci olarak “katarsis” yaşama ihtiyacı gibi basit bir şey değil. Bence bu, filmin sahip olduğu etik bir sorumluluk. Film, güç/iktidar kavramı üzerinden gerçekleştirilen kötülüklere parmak basıyor, ancak finalinde belirsizlikleri koruyarak adeta şöyle diyor: “Herkes potansiyel bir kötü olabilir. Çünkü her insan özünde kötüdür. Dünya berbat bir yerdir.” Tamam, anlıyoruz da senin esas meselen bu mu kardeşim? Böylesi evrensel bir nihilizme ve mizantropiye varırken, aynı zamanda sorguladığı o güçle ilişkili suçların ve günahların da içini boşaltmış oluyor. Durum tam olarak şöyle: Belediye başkanının oğlu, arkasındaki güce güvenerek her istediğini yapan biri, ama bak, günün sonunda tecavüz eden o olmayabilir, çünkü bu belirsiz! Savcı, yolsuzluklar gördüğü bir dünyada kendince adaleti sağlamaya çalışan biri, ama bak, o da tecavüzcü olabilir, bu belirsiz! Gazeteci, iktidara karşı durma cesaretini gösterebilen, onurlu, aykırı, muhalif bir tip, ama bir dakika, o da potansiyel bir tecavüzcü olabilir, bu da belirsiz!

Bu kadar belirsizlik içinde film nihayetinde cesur bir politik söylem yapmayı başaramıyor. Kötüye kötü, karaya kara diyemiyor. Onun yerine “Eh canım, herkes zaten potansiyel bir kötü, herkes biraz kara.” gibi kulağa çok entelektüel ve şiirsel gelen, ancak reel ve pratik yaşamda var olan hiçbir güç dengesine o kadar da dokunmayan, o kadar da güçlü, cesur ve önemli bir söylem üretmeyen bir tür romantik nihilizme teslim olmayı tercih ediyor. “Gerçek elle tutulamaz, kaygandır. Herkesin farklı bir gerçek versiyonu vardır. Bunların hangisinin objektif gerçeklik olduğunu saptamak imkansızdır.” falan gibi post-modern bir gerçeklik algısı sunabilmek adına, reel politik söylemlerinin hepsini feda ediyor ve önemsizleştiriyor. Şu örnek yeterli olacaktır: Filmin sonunda Emre ve Murat, galeyana gelmiş o kitleden kaçarken, “Belki de şu an iki tecavüzcüyü kovalıyor o kitle.” diye düşünüyorsunuz teknik olarak, düşünmek zorundasınız, çünkü film asla aksini iddia etmedi. Belki o gece Emre çingene kıza tecavüz etti, Murat da onu alıp evine götürüp ona tecavüz etti?

Yahu tamam en nihilist sizsiniz, en mizantropik sizsiniz, en post-modern sizsiniz, karakterlerinin hepsine en eşit mesafede durabilen, romantik taraf tutmaların en üzerinde olabilen sizsiniz. Tamam da bunu gözümüze sokarken, içinde yaşadığımız toplumun son derece reel problemleri üzerine ne söylemiş oldunuz? İktidar üzerine, tecavüz üzerine, örtbas üzerine, linç kültürü üzerine, homofobi üzerine ne söylemiş oldunuz? Kesin ve net bir dille ne söylemiş oldunuz? Maalesef pek bir şey değil. Belirsizlikten duyduğum rahatsızlık tamamen bundan kaynaklı. Politik ve etik bir kaygıdan kaynaklanıyor yani, klasik “serim-düğüm-çözüm” anlatı iskeletinde “çözüm”süz kaldığım için değil. Çözümsüz kalan şey benim zihnimden çok, ortaya atılan sorunlar. Belirsizlik sayesinde, cesur bir politik söylemden mahrum bırakılmışlar çünkü.

EMRE KARA

Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır.

22 Haziran 2022 Çarşamba

CRIMES OF THE FUTURE (2022) - EMRE KARA
















“Crimes of the Future”, beden sineması denince akla ilk gelen isim olan David Cronenberg’in yazıp yönettiği son filmi. Aslında bu film Cronenberg’in 1999’daki “eXistenZ” filminden beri hem korku ve bilimkurgu türlerine hem de beden sinemasına yeniden dönüşünü, bir tür “öze dönüş”ü simgeleyen de bir film. Sırf bu nedenle bile oldukça heyecan verici ve izlenesi. Yakın gelecekteki insan bedenine, bedenin dönüşüm ve değişimine odaklanan filmin temel öyküsü, mutasyonlar geçiren bir bedene sahip Saul (Viggo Mortensen) ile onun partneri Caprice’in (Lea Seydoux) birlikte gerçekleştirdikleri beden şovları üzerine kurulu. Timlin (Kristen Stewart) ve Wippet (Don McKellar), “National Organ Registry” (Ulusal Organ Kaydı) adlı bir hükümet kurumunda çalışan, bedendeki evrimleri ve yeni oluşan organları kayıt altına almaktan sorumlu iki çalışan, ve yolları Saul ile kesişiyor. Lang (Scott Speedman) ise, insan bedeninin evriminin bu yeni aşamasını kucaklayan ve savunan gizli bir grubun lideri niteliğinde bir figür, ve o da kendi amaçları için Saul’le bağlantı kuruyor.

BİR BEDEN FİLMİ

“Crimes of the Future”ın dünyası, insan bedeni üzerinden şekillendirilmiş bir dünya. Bedenlerin tuhaf biçimde evrimleştiği, daha önce var olmayan ve işlevi bilinmeyen yeni organlar üretebildiği, plastik gibi sentetik maddeleri sorunsuz biçimde sindirebildiği, fiziksel acının artık var olmadığı bir dünya. Film bunu, “accelerated evolution syndrome” (ivme kazanmış evrim sendromu) olarak tanımlıyor. Aynı zamanda bedenin teknolojiyle, makinelerle iç içe geçtiği bir dünya görüyoruz: Daha iyi uyumanıza yardım eden teknolojik yataklarla, daha iyi yemenize yardım eden teknolojik sandalyelerle, ameliyat ve otopsi gerçekleştiren uzaktan kumandalı makinelerle dolu bir dünya. Filmin anlatısı, bu yeni bedensel anormalliklerin, teknolojinin de yardımını alarak fetişize edilmesi ve gösteri unsuruna dönüştürülmesi fikri üzerinden şekilleniyor.

BİR ŞOV UNSURU OLARAK BEDEN

Film, bedeni şov dünyasının temel unsuru olarak sunuyor bizlere. Bunun neden böyle olduğunu da bizzat o şovlar üzerinden açıklıyor. Mesela şovlardan birinde “Body is Reality” (Beden Gerçekliktir) sloganı kullanılıyor. Hiçbir şey, insan bedeninin fizikselliği, somutluğu kadar derinden etkilemiyor bizi. Onun içinin açıldığını görmek, içsel gerçekliğine nüfuz etmek, bedenin sırlarına ve sınırlarına tanık olmak, aşkın ve sarsıcı bir deneyime dönüşüyor. Bu deneyimin son derece erotik bir yanı da var elbette: Beden üzerinde gerçekleştirilen bu ekstrem işlemler, kesip biçmeler, erotik biçimde heyecan verici bir doğaya da sahip. Filmdeki Timlin karakterinin dediği gibi, “Surgery is the new sex.” (Ameliyat, yeni seks.) Film zaten şov sahnelerinde cinsel açıdan çok sembolik bir imgelem kullanıyor: Bedenin içine giren fallik objeler, bedende oluşturulan yeni vajinamsı yarıklar, fiziksel acı vermesi gereken kesiklerin orgazmik bir zevkle karşılandığı sahneler…

SANAT-BEDEN İLİŞKİSİ

Film tüm bunlar üzerinden daha genel bir düzlemde sanatın bedenle olan ilişkisini de sorguluyor. Bedene dair ekstem gösterilerden neden zevk alıyoruz? Filmde çeşitli karakterler bu soruya cevaplar sunmaya çalışıyor. Router, “Sanatın yaratılışı çoğu zaman acıyla ilişkilidir.” diyor. Burada kast edilen acı, duygusal olduğu kadar fiziksel de olan bir acı. Caprice, Saul ile gerçekleştirdiği performanslara ilişkin, “Boşluktan anlam yaratıyoruz.” diyor. Kimlikten, kişilikten, ruhtan arındırılmış olan beden, çoğu zaman anlamdan yoksun olarak görülür. Artık yaşamayan birinin bedenine baktığımızda orada bir ‘insan’ değil bir ‘ceset’ görürüz. Bedeni anlamlı kılanın yaşam, düşünme, konuşma gibi ‘insani’ atfettiğimiz şeyler olduğuna inanırız. Caprice ve Saul’ün performansları, belki de ‘salt beden’e yüklediğimiz anlamdan yoksunluğu sorgulamaya açıp, bedenin muhtemel anlamları ve anlamlılığı üzerine düşünmeye sevk ediyor bizi. Bu her ne kadar tekinsiz ve ürkütücü bir yüzleşme bile olsa. Bu yüzden Caprice, “İçerdeki kaosun haritasını çıkarmaktan korkmayalım.” diyor. Kast ettiği kaos, insan bedeninin içindeki, deriyle ve kıyafetlerle gizlenen, açıp bakmaya korktuğumuz o kaos.

BEDENİN EVRİMİ

Film, beden-sanat ilişkisinin yanı sıra, insan bedeninin evrimi üzerine de sorgulamaya itiyor bizi. Bu evrim rastgele bir evrim mi, yoksa düşünen, bilinci olan, anlamlı bir süreç mi? Saul’ün bedeninin ürettiği yeni anormal organlar, işlevleri anlaşılmadan bedeninden kesilip atılıyor. Bu organların bütünüyle gelişmelerine izin verilse yeni işlevleri ortaya çıkabilir mi, ya da kendi içlerinde yeni bir tür sisteme dönüşebilirler mi diye sorguluyor çeşitli karakterler. Adrienne bununla ilişkili olarak Saul’e, “İçsel güzelliğin yaratılışı bir kaza olamaz.” diyor. Lang de bu organların gelişmesine izin verilmesi gerektiğini düşünüyor. Aynı şekilde Lang ve ekibinin plastikleri sindirebilen insanlara dönüşmelerini Lang, insanoğlunun kendi ürettiği endüstriyel atıkları tüketme vaktinin geldiği şeklinde açıklıyor. Başta bir grubun politik aktivizmi şeklinde başlayan bu yeni sindirme biçiminin Lang’in oğlu Brecken’a doğal bir biçimde aktarılabilmiş olması da, insan evriminin sınırlarının ne kadar zorlanabileceği üzerine düşündürüyor.

BEDEN POLİTİKALARI

Film, insan bedeninin yaşadığı evrime yönelik temelde üç farklı bakış açısı sunuyor: Saul ve Caprice, bu evrimi yeni bir tür performans sanatı malzemesi olarak gören, ancak oluşan yeni organları sürekli bedenden ayırarak aynı zamanda evrimi kontrol altında tutup bilindik beden konseptini sürdürmeyi amaçlayan kanat. Timlin, Wippet ve Cope gibi karakterler, bu tekinsiz ve nereye gittiği bilinmeyen evrimi kurumsal olarak gözlemleyen, denetleyen, kayıt altına alan ve kontrolden çıkmasını önlemek isteyen kanat. (Ancak bu karakterlerin, kontrol altına almak istedikleri bu evrime aynı zamanda karşı konulamaz biçimde çekildikleri, onun tarafından büyülendikleri de önemli bir nokta.) Lang ve Adrienne gibi karakterler ise bu evrimin, insan bedeninin yolculuğunun son derece doğal ve kabul edilmesi gereken bir sonraki seviyesi olduğuna inanan, onu tekinsiz bulup reddetmek yerine kucaklayan, muhtemel potansiyelini görmek isteyen, trans-hümanist bir bakış açısına sahip olan kanat. Bu farklı bakış açılarının birlikteliği, insan bedenine ilişkin hükümler vermenin aslında ne kadar kaygan bir zemin olduğu üzerine düşündürüyor bizleri.

CRONENBERG’İN MİRASI

“Crimes of the Future”, usta yönetmen Cronenberg’in filmografisinin de kümülatif bir özeti gibi aynı zamanda. Eski filmlerinin birçoğundan izler bulmak mümkün. Mutasyon geçiren beden teması üzerinden “The Brood” (1979) ya da “The Fly” (1986), beden-teknoloji ilişkisi teması üzerinden “Videodrome” (1983) ya da “eXistenZ” (1999), teknolojik-erotik fetişizasyon teması üzerinden “Crash” (1996) gibi eski filmlerinden parçalar bulmak mümkün bu yeni filmde, hem tematik hem de görsel olarak.

SON SÖZ

Korku ve bilimkurgu türlerini sevenler, özgün bir vizyona sahip orijinal ve sıra dışı filmleri sevenler, beden sinemasını sevenler, Cronenberg’i sevenler bu filmi kesinlikle izlemeli. Realist ve geleneksel anlatıları tercih edenlere, aşırı bilimsellik takıntısı olanlara, görsel olarak bedenin ekstrem sunumlarından rahatsız olanlara fazla gelebilir. Kasvetli sinematografisi, tekinsiz set tasarımları, orijinal sanat yönetimi, gergin Howard Shore müziği ile hayli estetik ve stil sahibi bir film. Sadece alışageldiğimiz ölçülü ve standardize “güzellik” konseptinin dışında kendine ait yeni bir tür estetik; fiziksel, gerçek, vahşi ve rahatsız edici bir tür estetik sunuyor. Viggo Mortensen ile Lea Seydoux arasındaki ilişki erkek-kadın, usta-çırak, hasta-bakıcı, baba-kız, performatif sanatın nesnesi ve sunucusu gibi çeşitli dinamiklere sahip, çok katmanlı bir ilişki, ve iki oyuncu muhteşem bir kimya yakalıyorlar. Yan rollerdeki Kristen Stewart ve Scott Speedman da başarılı performanslarla destekliyor onları. Ben tam anlamıyla gerçek bir Cronenberg filmi izlediğimi, Cronenberg’in zihnini ve dünyasını ne kadar sevdiğimi hatırladım bu filmle. Artık nispeten az film yapan yönetmen, umarım bize böyle filmler sunmaya devam eder. Eğer ki “Crimes of the Future” son filmi olursa da, son derece özgün ve etkileyici bir filmografiye güzel bir son olur.

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

5 Haziran 2022 Pazar

MEN (2022) - EMRE KARA










“Ex Machina” ve “Annihilation” gibi hayli başarılı bilimkurgu filmlerinin yönetmeni Alex Garland’ın son filmi “Men”. İngiltere yapımı film, alternatif sanatsal filmlerin ikonikleşen stüdyosu A24 tarafından dağıtıldı ve başrollerinde iki harika oyuncu; Jessie Buckley (Chernobyl, I’m Thinking of Ending Things, The Lost Daughter) ve Rory Kinnear (Penny Dreadful) var. Film, kocasının intiharının ardından tek başına İngiliz kırsalında bir evde tatil yapmaya giden genç bir kadının, oraya varmasının ardından yaşadığı tuhaf olaylara odaklanıyor. Filmin temel temaları olarak post-travmatik stres, toksik maskülenlik ve doğum-ölüm dualitesi gösterilebilir. Film bu temaları ele alırken hayli metaforik-sembolik bir anlatım kullanıyor. Görsel ve işitsel dokusuyla (sinematografisiyle ve müzikleriyle) son derece artistik ve stilize bir film. Psikolojik korkudan bedensel korkuya doğru kayan bir izleğe sahip. Aynı zamanda, genellikle kırsal alanlarda geçen ve bu alanların karanlık yönüyle baş başa kalan karakterleri ele alan “folk horror” türüne de dahil edilebilir. (Bu açıdan “The Wicker Man”, “The Witch” ve “Midsommar” gibi filmlerle karşılaştırılabilir.) Filmin tematik analizini birkaç başlık altında toplayabiliriz:


POST-TRAVMATİK STRES

Film, flashback’ler üzerinen Harper’ın, kocası James ile olan problematik ilişkisini bize gösteriyor. James duygusal olarak dengesiz biri. Boşanmak isteyen Harper’ı, kendisini öldürmekle tehdit ediyor ve bu, Harper’ı yıkan bir duygusal şantaj biçimi. James sonunda Harper’a şiddet de uyguluyor ve bunun ardından kendini öldürüyor. İntiharından önce, kendi ölümünün, Harper’ın vicdanı üzerinde sürekli taşıyacağı bir yük olacağını ve bundan asla kurtulamayacağını söylüyor. Harper’ın solo tatili, aslında bu travmayı kendi başına aşma çabası, ancak yalnızlık ve dingin kırsal fikri ona iyi gelmekten çok, post-travmatik ruh halini daha da tetikleyen etkenlere dönüşüyor.


TOKSİK MASKÜLENLİK

Harper zaten evliliğinde toksik maskülenlikle sürekli yaşamış biri. Bundan kurtulup boşanma kararı aldığında kocasının intihar etmesi ise, Harper’ın planladığı kurtuluş ve özgürleşme sürecini baltalayan bir dönüm noktası oluyor. Ancak kırsalda karşılaşacağı adamlar, onu toksik maskülenlikle her yönden yüzleştiren yeni ürkütücü figürlere dönüşüyorlar. Film, buradaki erkek karakterleri çok iyi seçmiş ve hepsi üzerinden, toksik maskülenliğin aslında hayatın her alanında bulunduğunu, kadınların hayatın her alanında onunla yüzleşmek durumunda kaldığını vurguluyor. Harper’ın kaldığı evin sahibi olan Geoffrey patavatsız ve tuhaf bir adam. Daha sonra Harper, kendisini takip eden çıplak bir adamla karşılaşıyor. Kiliseye gittiğinde ergen bir çocukla karşılaşıyor. Çocuğun saklambaç oynama teklifini reddedince çocuk ona “aptal sürtük” diyor. Kilisedeki papaz, James’in Harper’a uyguladığı şiddeti normalize etmeye çalışıyor, James’e özür dileme fırsatı sunmadığı için Harper’ı suçluyor, ve James’in intiharından bir şekilde Harper’ı sorumlu tutuyor. Harper bara gittiğinde, çıplak adamı tutuklayan polis, adama karşı önemli bir suçlama olmadığı gerekçesiyle adamın salıverildiğini söylüyor. Kısacası Harper film boyunca erkek karakterler tarafından tuhaf iletişim biçimlerine, takip edilmeye, sözlü tacize, suçlanmaya, “mansplaining”e, “gaslighting”e, fiziksel tacize, hatta bir tecavüz teşebbüsüne maruz kalıyor. Bu erkek karakterler üzerinden film, kadınların eğitim (ergen çocuk), barınma (ev sahibi), açık alanlar (stalker), din (papaz), adalet (polis) ve evlilik (koca) gibi hayatın her alanı ve sistemi içerisinde yüzleştiği toksikliği, öz ve çarpıcı bir biçimde sunmayı başarıyor.


DOĞUM-ÖLÜM

Film, doğum ve ölümü, insan varoluşunun en kilit iki kavramı olarak konumlandırıyor. Ve bu kavramları son derece bedensel, fiziksel bir bakış açısıyla ele alıyor. Doğum, bedenlerin başka bedenler ürettiği, mucizevi, doğaüstü, şiddetli, kanlı, hatta tiksindirici bir süreç olarak bütün çıplaklığıyla sunuluyor. Ölüm ise kırılan kemikler, yarılan deriler, parçalanan organlar üzerinden yine şiddetli ve travmatik bir biçimde gösteriliyor. Film, doğumdan ölüme olan kronolojik süreci takip etmek yerine ölümden doğuma doğru ters bir izlek sürmeyi tercih ediyor. Bu hayli manidar, çünkü Harper’ın çıktığı tatil aslında bir ölümden sonra (James’in intiharı) bir yeniden doğum (Harper’ın travmayı atlatma çabası) yolculuğu bir anlamda. Ve bu sembolik yeniden doğum teşebbüsü de, gerçek bir doğum kadar travmatik bir süreç.


Ölümün travmatize ediciliği, başta James’in intihar sonrası parçalanmış bedeninin bütün detaylarıyla gösterilmesi üzerinden veriliyor, ancak film bununla yetinmiyor. Daha sonra cama çarpıp kanadı kırılan bir karganın, boynunun kırılarak öldürüldüğünü görüyoruz. Ormanda ölü bir geyiğin bedeninin kurtlar tarafından istila edilme sürecini görüyoruz. Ölüm, varlıkları bütün gerçekliğiyle “beden”e indirgeyen bir süreç. Bu sürecin sonunda insanla karganın, ya da geyiğin bir farkı kalmıyor. Boynu kırılan kargada, düşünce ayağı kırılan James’i bulabiliriz. Gözleri yenmiş ve bedeninde kurtlar gezinen geyikte, James’in bedeninin de aynı süreçten geçtiğini görebiliriz. Doğa, kentsel yaşamımızın travmalarından kaçıp sığındığımız bir cennet olmaktan çok, bize ölüm kavramını tüm çiğliğiyle gösteren ve travmalarımızla yüzleşmeye zorlayan tekinsiz bir mekana dönüşür böylece.


Filmin ölümle olan bu obsesyonu, film ilerledikçe yerini doğum kavramına bırakıyor. Doğuma ilişkin semboller filmin içine yayılıyor, ancak bunlara da hayatı ve çoğalmayı olumlayan sıcak bir havadan çok, doğumun ve hayatın da ölüm kadar travmatik olduğunu vurgulayan tekinsiz bir hava hakim. Karahindibalar tohumlarını rüzgarda havaya tekinsiz bir biçimde salıyorlar. Tohumlardan biri ölü geyiğin yenmiş gözünün boşluğuna girerken, bir diğeri Harper’ın ağzından içeri giriyor. Ölüm ve yaşamın zıtlığı ve birbirinden ayrılamazlığı.


Filmdeki çıplak adam, yine tekinsiz bir doğum sembolü. Kendisi, “Green Man” adlı efsanevi bir figürden esinlenilmiş. Bu figür her bahar gerçekleşen yeniden doğum sürecinin sembolü, yani bir tür doğa ya da doğurganlık tanrısı, ve genelde yüzü yapraklarla kaplı bir figür olarak tasvir ediliyor. Bu figürün bir erkek olduğunun altını çizelim. Doğurgan bir erkek tanrı figürü üzerinden film, Freudyen “penis kıskançlığı” kavramının karşısına “vajina kıskançlığı”nı koyuyor. Dominant patriyarkal söylemin kadını ve kadınlığı en çok kutsadığı alan, kadının doğurganlığı ve anneliğidir. Film Harper’a doğurganlık ve annelik rollerini yüklemeyi reddederken çıplak adama doğurganlık özelliği vererek, klasik cinsiyet rollerini ve patriyarkal bakış açısını alt üst ediyor. Çıplak adam, doğurganlığa erişmeden önce yüzüne çeşitli bitkiler ekliyor. Doğanın da genelde kadınlıkla ve doğurganlıkla (doğa “ana”, “mother” nature/earth) eşlendiğini hatırlayalım. Bitkileri vücuduna entegre ederek çıplak adam, sanki feminen doğanın doğurganlığını çalıp kendi bedeninin bir parçası haline getiriyor gibi.


Ancak bu erkek doğurganlığı son derece rahatsız edici bir biçimde sunuluyor filmde. Çıplak adam yalnızca kendisine, kendisinin formlarına yaşam verebiliyor. Oksimoronik bir doğurganlık bu, kısır bir doğurganlık. Çıplak adam ergen çocuğa, ergen çocuk papaza, papaz Geoffrey’e can verebiliyor. Filmin Cronenberg-vari bedensel korkuya en fazla kaydığı bu anlarda doğum sahneleri hayli sürreal, rahatsız edici ve hatta mide bulandırıcı bir biçimde sunuluyor. Bir soğanın iç içe geçmiş katmanları gibi her katman, bizi meselenin özüne, kaynağına daha da yaklaştırıyor. Bu yüzden en son doğumun sonucunda doğan kişi yine James. Harper’ın makro düzeyde erkeklikle yaşadığı travma, sonunda mikro düzeyde James ile yaşadığı travmaya indirgeniyor yeniden. James’e “Benden ne istiyorsun?” diye sorduğunda aldığı cevap “Sevgini.” oluyor. Erkeklik, sevgi kavramını yeniden bir duygusal şantaj aracı olarak kullanıyor. Üstelik daha kötüsü belki de bunu soğukkanlı bir manipülasyon biçiminde değil de, gerçekten hakkı olduğuna inanarak yapıyor. Kadının elinde ise bir balta. Benliğini feda edip geçmişe, travmaya, yıkıma boyun mu eğecek, yoksa kendi yaptığı bir yıkımla, geçmişi ve travmayı yıkarak, benliğine ve özgürlüğüne yeniden mi kavuşacak?


SON SÖZ

“Men”, tam bir görsel ve işitsel şölen. Sinematografisi, ses tasarımı ve müzikleriyle hayli estetik bir film. Birçok kişi tarafından “style-over-substance” (içerikten çok biçime önem veren) bir film olarak görülecektir. Öykünün hayli metaforik, sembolik, yoğun ve sürreal olması, geleneksel öykü anlatımını tercih edenler için yabancılaştırıcı bir faktör olacaktır. Ancak yoruma alan bırakan, bir bilmece gibi çözülmeyi talep eden filmleri ve psikolojik korku türünü seviyorsanız, bu filmden keyif alacaksınız. Bana yakın dönem filmlerinden en çok “Mother!”ı anımsattı ve benzer bir tat verdi. Alex Garland, kesinlikle gözünüzü üzerinde tutmanız gereken bir yönetmen. Jessie Buckley ise daha çok yükselecek, muhtemelen alternatif ve orijinal filmlerin yıldızı olacak çok yetenekli bir oyuncu. “Men”, korku türünün kendisini daima yeniden üretmeyi (ya da “doğurmayı” mı diyelim) başaran bir tür olduğunun kanıtı niteliğinde. Orijinal, sarsıcı, düşündürücü ve hayli rahatsız edici.


EMRE KARA

Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)


10 Mart 2022 Perşembe

THE BATMAN (2022) - EMRE KARA


KARAKTERLER VE OYUNCULAR

Matt Reeves’in yönettiği yeni Batman filminde Batman’i Robert Pattinson canlandırıyor. Pattinson, Matt Reeves’in filmi yazarken aklında olan kişiymiş. Kendisi de küçüklükten beri Batman hayranıymış ve bu rolü oynamayı istiyormuş. Filmde Batman’e eşlik eden ana karakterler Kedi Kadın (Zoe Kravitz), Penguen (Colin Farrell) ve Riddler (Paul Dano). Yan rollerde James Gordon (Jeffrey Wright), Carmine Falcone (John Turturro) ve Alfred (Andy Serkis) önemli yer tutuyor. Bu karakterleri daha önce hangi filmlerde kimlerin canlandırdığına bakalım:

 

Batman

Adam West – Batman: The Movie (1966)

Michael Keaton – Batman (1989) & Batman Returns (1992)

Christian Bale –The Dark Knight üçlemesi (2005, 2008, 2012)

Ben Affleck – DCEU

 

Kedi Kadın

Lee Meriwether – Batman: The Movie (1966)

Michelle Pfeiffer – Batman Returns (1992)

Anne Hathaway – The Dark Knight Rises (2012)

 

Penguen

Burgess Meredith – Batman: The Movie (1966)

Danny DeVito – Batman Returns (1992)

 

Riddler

Frank Gorshin – Batman: The Movie (1966)

 

James Gordon

Neil Hamilton – Batman: The Movie (1966)

Pat Hingle – Batman (1989) & Batman Returns (1992)

Gary Oldman –The Dark Knight üçlemesi (2005, 2008, 2012)

J.K. Simmons – DCEU

 

Carmine Falcone

Tom Wilkinson – Batman Begins (2005)

 

Alfred Pennyworth

Alan Napier – Batman: The Movie (1966)

Michael Gough – Batman (1989) & Batman Returns (1992)

Michael Caine –The Dark Knight üçlemesi (2005, 2008, 2012)

Jeremy Irons – DCEU

 

TÜR VE ÖYKÜ

Yönetmen Matt Reeves’e göre film dedektif öyküsü, aksiyon ve psikolojik gerilim türlerinin bir kombinasyonu. Hatta yer yer korku ve film-noir türlerinden de esintiler taşıdığını söylüyor. Riddler, Gotham’daki bazı güçlü ve önemli figürleri öldürmeye başlayınca, Batman de bu planın sırlarını çözmeye uğraşıyor ve şehirdeki yozlaşmanın boyutlarıyla yüzleşiyor. Bu yolculuğunda Batman’in düşmanları Riddler’ın yanı sıra Carmine Falcone ve Penguen olurken, işbirliği yaptığı dostları ise Kedi Kadın ve James Gordon oluyor. Sırlar açığa çıktıkça öykü hem Batman hem de Kedi Kadın için hayli kişisel bir hal alıyor. Film üç saatlik süresine ve çok sayıda karakter barındırmasına rağmen hayli derli toplu, takip etmesi hem yorucu olmayan hem de keyifli olan bir öykü sunabiliyor, ki bu en güçlü yanı bence. Bunu, hem karakterler hem de olaylar arasında anlamlı bağlar kurarak başarıyor. Öyle ki bu film bir Batman filmi olmasaydı, normal bir suç-gizem filmi olsaydı da yine çok iyi bir öyküsü olan çok iyi bir film olurdu. Senaryo yazılırken “Bir Batman filmi yazıyoruz.” fikriyle değil de “Batman’i de içeren bir suç-gizem filmi yazıyoruz.” fikriyle yola çıkıldığını düşündüm ve bunu çok takdir ettim.

 

ANIMSATTIĞI FİLMLER

- Film, Batman’i bir tür dedektif figürü olarak sunmasından ötürü, klasik Hollywood film-noir’ları ile karşılaştırılabilir.

- Riddler karakteri, adalet güçleriyle kedi-fare oyunu oynayan, onlara bilmeceler ve bulmacalar sunan psikopat bir seri katil. Bu açıdan film, David Fincher’ın iki muhteşem suç filmiyle, “Se7en” (1995) ve “Zodiac” (2007) ile karşılaştırılabilir. Nitekim Matt Reeves, Riddler karakterini yazarken gerçek Zodiac katilinden esinlendiğini belirtmiş.

- Kedi Kadın’ın babasıyla olan problemli ilişkisi, daha sonra bu ilişkiye Batman’in dahil oluşuyla oluşan üçlü denklem, Roman Polanski’nin “Chinatown” (1974) filmini anımsatıyor.

- Carmine Falcone ve Penguen karakterleri, yeraltı/mafya dünyasına ait karanlık figürler olmalarından ötürü, Martin Scorsese’nin benzer karakterler içeren mafya filmlerini anımsatıyorlar.

- Reeves, senaryoyu yazarken “The Godfather”dan da (1972) esinlenmiş. Batman için Michael Corleone (Al Pacino), Penguen için de Fredo (John Cazale) karakterleri ilham kaynağı olmuş.

- Film hem Kedi Kadın’ı hem de Penguen’i önemli rollerde içermesi açısından, Tim Burton’ın “Batman Returns” (1992) filmiyle de karşılaştırılabilir.

- Son olarak filmin fütürist, karanlık, yağmurlu, neon ışıklı Gotham sinematografisi, “Blade Runner”ın (1982) sinematografisini anımsattı bana.

 

BATMAN İMAJI

Matt Reeves, kendi Batman karakterini yazarken Kurt Cobain’den etkilenmiş. Bruce Wayne’i sosyete mensubu bir playboy karakteri olarak değil de, büyük bir trajedi yaşadıktan sonra münzevi hale gelmiş bir karakter olarak yazmış. Robert Pattinson’ı da kısmen bu yüzden seçmiş, çünkü onu da özel hayatına hayli önem veren ve şöhretten pek hoşlanmayan biri olarak görüyormuş. Robert Pattinson’a göre Bruce Wayne, Batman olmakla takıntılı olan, Bruce olmak istemeyen ve o yanını fırlatıp atmak isteyen bir karakter. Bruce için Batman olmak, tuhaf bir tür terapi. Kendisini bu şekilde kurtarabileceğine inanıyor. Ve aslında Batman olarak dışarı çıktığı her gece, annesiyle babasının öldürüldüğü geceyi yeniden yaratmaya çalışıyor. Dövüştüğü herkes, aslında anne babasını öldüren kişiler. Kısacası bu filmde, Batman’in süperkahraman yönü kadar insani yönüne, psikolojisine de odaklanan bir karakterizasyon görüyoruz. Ayrıca bu filmde Batman, daha çok bir dedektif figürü gibi: Karmaşık bir suç planını, kanıtlar ve ipuçlarını inceleyerek çözmeye çalışan zeki bir dedektif.

 

DEVAM FİLMLERİ?

Robert Pattinson, Warner Bros. ile üç filmlik bir anlaşma imzalamış. Bu da yeni bir Batman üçlemesinin planlandığına delalet. Ayrıca filmin sonunda Barry Keoghan, Joker rolünde bir “cameo” yapıyor. Kendisi muhtemelen bir sonraki filmdeki esas kötü karakter olacak.

 

EMRE KARA

Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

11 Ocak 2022 Salı

CENSOR (2021) - EMRE KARA




“Censor” çok başarılı bir psikolojik korku filmi. Sinemada en sevdiğim temalardan biri olan kurguyla gerçeklik arasındaki ayrımın yitimi üzerine bir film. Bunun yanı sıra travma, yas, suçluluk gibi kişisel temalar ve sinemada şiddetin toplumla olan ilişkisi, maskülen şiddet obsesyonu ve sansür kültürü gibi sinemasal temaları da ele alıyor. Filmlerin birer kurgu ürünü olmasının yanı sıra aslında subjektif “gerçeklik”lerimizin de birer kurgu ürünü olduklarını vurguluyor. Filmlerdeki korku, şiddet ve deliliğin, aslında yaşamlarımızın da son derece gerçek birer parçası olduklarını vurguluyor.

Film 1980’lerde geçiyor ve o dönemde İngiltere’de gerçek bir panik yaratmış olan “video nasty” fenomenine değiniyor. “Video nasty” terimi İngiltere’de Ulusal İzleyiciler ve Dinleyiciler Birliği tarafından, videokaset olarak dağıtımı yapılan bir dizi düşük bütçeli korku ve istismar filmini tanımlamak için üretilmiş bir kavram. Bu filmler 80’lerin başında basın, sosyal yorumcular ve dini organizasyonlar tarafından, şiddet içerikli olmaları nedeniyle eleştiriliyor. Bunun üzerine videokaset filmlerin de tıpkı sinemada gösterime giren filmler gibi sansür kurulundan geçmesine karar veriliyor. “Censor” filminin başkarakteri Enid de, bu sansür kurumu çalışanlarından biri. Dolayısıyla film, o dönemi yansıtması ve videokaset filmlerin ruhunu yakalaması açısından retro bir havaya ve meta-kurgusal bir doğaya da sahip. Enid’in, izleyip sansürlemesi gereken bir korku filmini, kendi geçmişine ait bir travmaya tekinsiz düzeyde benzer bulması, zaten onun mental çöküşünü tetikleyen ilk olay oluyor. Bunu izleyen süreçte film kurgu ile gerçekliği iç içe geçirerek, başkarakterin zihninde alevlenen cehennemi karmaşayı görselleştiriyor.

İngiltere yapımı olan “Censor”, Gallerli yönetmen Prano Bailey-Bond’un ilk uzun metraj filmi, ve bir ilk film olarak hayli etkileyici bir başarı. Başroldeki İrlandalı oyuncu Niamh Algar da bu başarının en önemli faktörlerinden biri. Akıl sağlığını ve gerçeklik algısını yavaş yavaş yitiren başkarakterin ruh hallerini çok iyi yansıtıyor. Kadın yönetmenlerin korku filmleri yapması az rastladığımız bir durum olsa da hemen her zaman ilginç örnekler ortaya çıkıyor, “Censor” da bu silsilenin en güçlü örneklerinden biri bence.

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

1 Ocak 2022 Cumartesi

EN İYİ YÖNETMENLER - EMRE KARA

Geleneksel olarak her yılın ilk gününde güncellediğim en iyi yönetmenler listemin 2021 edition'ı ile karşınızdayım! :) Bu listeyi yaparken mümkün olduğunca objektif olmaya çalıştım. Yönetmenlerin filmografilerini hem nicelik hem de nitelik açısından göz önüne aldım. Yani iyi filmler yapmak kadar çok sayıda iyi film yapmak da bir kriter bu listenin sıralamasında. Aynı zamanda yönetmenlerin filmlerinin geniş kitlelere mal olmuş ve böylece sinema tarihine damga vurmuş filmler olması da tabi ki önemli bir kriter.


1. Alfred Hitchcock 

2. Woody Allen 

3. Steven Spielberg 

4. Martin Scorsese 

5. Clint Eastwood 

6. Billy Wilder 

7. Akira Kurosawa 

8. Roman Polanski 

9. Joel & Ethan Coen

10. Pedro Almodovar 

11. Howard Hawks 

12. William Wyler 

13. Ingmar Bergman 

14. John Ford 

15. Ridley Scott 

16. Sidney Lumet 

17. Stanley Kubrick 

18. Hayao Miyazaki 

19. Tim Burton 

20. Quentin Tarantino 

21. Christopher Nolan 

22. Blake Edwards 

23. Richard Donner 

24. Oliver Stone 

25. Rob Reiner 

26. Robert Zemeckis 

27. Jim Jarmusch 

28. Richard Linklater 

29. Peter Jackson 

30. Steven Soderbergh 

31. Luis Bunuel 

32. Wilfred Jackson 

33. John Huston 

34. Jean-Luc Godard 

35. Francis Ford Coppola 

36. Brian De Palma 

37. Peter Weir 

38. David Lynch 

39. Wes Anderson 

40. Charles Chaplin 

41. Frank Capra 

42. Joseph L. Mankiewicz 

43. Federico Fellini 

44. Robert Altman 

45. Norman Jewison 

46. Mike Nichols 

47. Ken Loach 

48. Paul Verhoeven 

49. Terry Gilliam 

50. Michael Haneke 

51. Alan Parker 

52. Lasse Hallström 

53. John Carpenter 

54. Zhang Yimou 

55. Ang Lee 

56. Danny Boyle 

57. David Fincher 

58. Park Chan-wook 

59. Michael Curtiz 

60. Fritz Lang 

61. George Cukor 

62. Clyde Geronimi 

63. Hamilton Luske 

64. David Lean 

65. Elia Kazan 

66. Michelangelo Antonioni 

67. Don Siegel 

68. Robert Wise 

69. Sam Peckinpah 

70. Ertem Eğilmez 

71. François Truffaut 

72. Milos Forman 

73. Andrei Tarkovsky 

74. Michael Mann 

75. Mike Leigh 

76. David Cronenberg 

77. Tony Scott 

78. John Woo 

79. Takeshi Kitano 

80. Neil Jordan 

81. Gus Van Sant 

82. Ron Clements & John Musker 

83. Ron Howard 

84. James Cameron 

85. Wong Kar-Wai 

86. Kim Ki-duk 

87. Alfonso Cuaron 

88. Hirokazu Koreeda 

89. S. Shankar 

90. Sam Mendes 

91. Guy Ritchie 

92. Bong Joon Ho 

93. Paul Thomas Anderson 

94. Vincente Minnelli 

95. George Stevens 

96. Michael Powell 

97. Fred Zinnemann 

98. Wolfgang Reitherman 

99. Stanley Kramer 

100. Orson Welles 

101. Robert Aldrich 

102. Stanley Donen 

103. Sergio Leone 

104. John Frankenheimer 

105. Sydney Pollack 

106. Joel Schumacher 

107. Abbas Kiarostami 

108. Stephen Frears 

109. Krzysztof Kieslowski 

110. Walter Hill

111. Barry Levinson 

112. Werner Herzog 

113. Jean-Jacques Annaud 

114. Kathryn Bigelow 

115. Edward Zwick 

116. Jean-Pierre Jeunet 

117. Mani Ratnam 

118. Lars von Trier 

119. Giuseppe Tornatore

120. Spike Lee 

121. Nuri Bilge Ceylan 

122. Luc Besson 

123. Sam Raimi 

124. Alexander Payne 

125. Sanjay Leela Bhansali 

126. Jean-Marc Vallee 

127. Alejandro G. Inarritu 

128. James Mangold 

129. Tom Tykwer 

130. Bryan Singer 

131. Denis Villeneuve 

132. Marc Forster 

133. Anurag Kashyap 

134. Makoto Shinkai

135. Edgar Wright 

136. A.R. Murugadoss 

137. Alejandro Amenabar 

138. Arthur Penn 

139. Asghar Farhadi 

140. Bernardo Bertolucci 

141. Brad Bird 

142. Dario Argento 

143. Darren Aronofsky 

144. David Yates 

145. Doug Liman 

146. Emir Kusturica 

147. Ernst Lubitsch 

148. F. Gary Gray 

149. Fatih Akın 

150. Frank Oz 

151. Gore Verbinski 

152. Hideaki Anno & Kazuya Tsurumaki 

153. Isao Takahata 

154. Jackie Chan 

155. Jacques Audiard 

156. Jean-Pierre Melville 

157. Jim Sheridan 

158. John Cassavetes 

159. John Hughes 

160. John Landis 

161. Jon Favreau 

162. Kenneth Branagh 

163. Kevin Smith 

164. Lee Unkrich 

165. Mamoru Hosoda 

166. Martin Ritt 

167. Matthew Vaughn 

168. Mervyn LeRoy 

169. Nicolas Winding Refn 

170. Paul Greengrass 

171. Peter Berg 

172. Peter Bogdanovich 

173. Philip Kaufman 

174. Rajkumar Hirani 

175. Richard Attenborough 

176. Robert Bresson 

177. Robert Rodriguez 

178. Roger Donaldson 

179. Susanne Bier 

180. Taika Waititi 

181. Takashi Miike 

182. Taylor Hackford 

183. Thomas Vinterberg 

184. Todd Haynes 

185. Wilson Yip 

186. Xavier Dolan 


EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)