16 Aralık 2014 Salı

KATLEDİLEN KADINLIK - EMRE KARA

Kadın olmak, bir cinsel kimlik olarak kadınlığa sahip olmak, bir vajinaya sahip olmak cezalandırılabiliyor, bazen dış dünya tarafından, bazen de daha acı olarak kadının kendisi tarafından. Utanılacak, suçlanacak, nefret edilecek bir şeye dönüşebiliyor çünkü kadın olmak. Filmlerde de bu durumu görsellikle sembolikleşmiş şekilde görebiliyoruz. Bu örneklerden en çarpıcı ve ekstrem olanları derlemek istedim.

CRIES & WHISPERS (1972) INGMAR BERGMAN
Bergman'ın en karanlık, en kasvetli filmi addedilebilecek olan bu filmde, 1900'lerin başında, ürkütücü görünen ve kırmızı duvarlarla kaplı bir köşkte ölmek üzere olan bir kadının ve iki kız kardeşinin, gitgide gerilen öyküsünü izliyoruz. Hepsi Bergman'ın favorileri arasında yer alan Harriett Andersson, Liv Ullmann ve Ingrid Thulin'in üç kız kardeşi canlandırdığı film ilerledikçe bastırılmış nefretler, gizli kalmış duygular, korkular, kıskançlıklar, bencillikler, acı itiraflar gün yüzüne çıkıyor bir bir. Kız kardeşlerden Karin'i canlandıran Ingrid Thulin oldukça karanlık ve psikopatolojik bir portre çiziyor. Hayata da, kardeşlerine de, duygulara da, kocasına da, kendisine de yabancılaşmış bir kadın. "İntiharı düşünüyorum. Sık sık düşündüm. Bu iğrenç. Çok küçültücü, ama düşünce hep orada." diyor. Kendisinden de, insanlardan da nefret ediyor. En güzel kardeş olan Maria'ya püskürüyor: "Senden nefret ettiğimin ve o tatsız gülüşünle o aptalca flörtözlüğünü ne kadar saçma bulduğumun farkında mısın? Bunca zaman bir şey söylemeden sana nasıl tahammül edebildim? İçi boş şefkatini ve sahte gülüşlerini görebiliyorum. Birinin benim duyduğum kadar çok nefretle nasıl yaşayabileceğini düşünüyor musun? Rahatlık yok, yardım yok, hiçbir şey yok! Anlıyor musun? Hiçbir şey gözümden kaçamaz, çünkü her şeyi görebilirim!" Karin içindeki nefreti dış dünyaya yansıtıyor ve orada gördüğü her şey de nefret edilesi görünüyor böylece. Karin'in patolojik durumu, bir şarap kadehinin kırık parçalarıyla cinsel organını parçalaması ve kanını, kocasının önünde yüzüne sürmesiyle son seviyeye ulaşıyor. Bunu kocasının karşısında yapıyor oluşu, ona sevgisel ya da cinsel yönden bir çekim duymayışının, aralarındaki ilişkinin soğukluğunun ve samimiyetten yoksunluğunun, Karin'in cinsel yönden kendini bastırmışlığının da öfkeli bir itirafı gibi.
(Bu arada Bergman'in kendi annesinin adı da Karin'miş ve filmlerindeki kadınların hepsi annesinden izler taşıyorlar aslında.)



THE EXORCIST (1973) WILLIAM FRIEDKIN
Tüm zamanların en iyi korku filmlerinden biri olan "The Exorcist"te, küçük bir kızın bedeninin şeytani bir ruh tarafından esir alınışını izliyoruz. Masum küçük kız bedenini gitgide daha grotesk hale getiren ve ona iğrenç eylemler yaptıran, onun kendi kendisine zarar vermesine neden olan ruh, küçük kızın, kendi cinsel organını metal bir haçla parçalamasına neden olmaktan da geri kalmıyor. Bazı kaynaklarda mastürbasyon olarak bahsedilen bu sahne aslında ta bir tecavüz. Kötücül, zorba, maskülen olan ruh, iyi, masum feminenin bedenine tecavüz ediyor.

THE EVIL DEAD (1981) SAM RAIMI
Bir başka kült korku filmi olan "The Evil Dead"de de "The Exorcist"tekine benzer bir sahne görebiliyoruz. Bir grup arkadaşın ormandaki bir kulübede buldukları lanetli bir kitabı açmalarıyla ortaya çıkan kötü ruh, ilk marifetini, gruptan genç bir kıza ağaç dallarının tecavüz etmesi şeklinde gösteriyor.

THE PIANO TEACHER (2001) MICHAEL HANEKE
Isabelle Huppert'in etkileyici oyunculuğu, Haneke'nin rahatsız edici vizyonuyla birleşince ortaya oldukça garip bir film çıkıyor. İyi bir piyano öğretmeni olan Erika Kohut, cinsel yönden mazoşist bir kadın. Orta yaşlarında. Dominant, kontrolcü ve kısıtlayıcı bir karakter olan annesiyle yaşıyor, hatta annesiyle birlikte uyuyor. Annesinin baskısı, kişisel hayatındaki yalnızlığı, yakın ve sıcak ilişkilerden yoksunluğu ve tuhaf cinsel eğilimleri, film boyunca ilginç şeyler yaptırıyor Erika'ya ve bu yaptıkları, onun piyanist ve öğretmen kimliğiyle oldukça net bir zıtlık oluşturuyor, yani Erika'nın gizli, ikincil, "yeraltı" kimliği olarak ön plana çıkıyor. Porno filmler izlemek için seks shop'lara gidiyor, seks yapan çiftleri gizlice izliyor. İşin içine genç ve çekici bir erkek öğrenci girdiğinde ise Erika'nın mazoşist halleri gitgide patolojik bir hal almaya başlıyor, genç Walter'ı korkutacak bir şekilde.
Filmin bir sahnesinde Erika'yı evinin banyosunda cinsel organını bir jiletle parçalarken görüyoruz. Banyoda yaşanan ikincil, gizli kimlik ve mazoşist dışavurum. Banyonun kapısından "Erika, ne yapıyorsun içeride?" şeklinde müdahale eden annenin sesi de sahneyi tamamlıyor.

THE GIRL NEXT DOOR (2007) GREGORY WILSON
Kısmen gerçek bir öyküden uyarlanan bu filmde (Gerçekler büyük ölçüde değişik bu filmde. Gerçeklere daha sadık kalan bir uyarlama olarak "An American Crime"ı ilzyebilirsiniz.) Meg adında genç ve güzel bir kızın, ailesinin bir kazada ölmesinden sonra teyzesi Ruth'un evine taşınmasıyla başlayan korkunç ve trajik öyküsünü izliyoruz. Meg orta yaş bunalımı yaşayan, eşi olmayan ve çocuklarıyla yaşayan bir kadın. Meg'in gençliğini ve güzelliğini aşırı kıskanan, aynı zamanda kendi problemlerini ve bunalımlarını da deşarj edebilecek bir hedef bulmuş olduğunu düşünen Ruth, oğullarının da beynini de yıkayarak Meg'e türlü işkenceler yapıyor. Bunlar arasında oğlunun Meg'e tecavüz etmesine göz yummak da var. Bunu yapmakla kalmayıp, Meg'in cinsel organını bir pürmüzle yakıyor, "onun erkek arzusunu sonsuza dek yok etmek için." Filmde kadına ve kadınlığa yönelik şiddetin temel olarak yine bir kadından gelmesi ve üstelik kendisinin dışarıdan bakıldığında sıradan bir insan olarak görülmesi, etraftaki birçok karakterin de bu işkencelere göz yumuşu, filmi son derece dehşet verici kılıyor.

ANTICHRIST (2009) LARS VON TRIER
Lars von Trier'in hayli tartışmalı ve karanlık olan filminde, Willem Defoe-Charlotte Gainsbourg ikilisinin canlandırdığı bir çiftin, travmatik yakın geçmişi atlatma amaçlı olarak orman içindeki bir kulübeye gitmeleriyle başlayan öykülerini izliyoruz. Bilinçaltını ve onun karanlığını, yabani ve ilkel kimliği, orada bulunan suçluluk ve delilik hislerini ortaya çıkaran ormanda kadın karakterimiz gitgide daha çılgın şeyler yapmaya başlıyor. İkili seks yaparken küçük oğullarının yan odada camdan aşağı sarkıp düşerek ölmesi, kadında ağır bir bunalım ve suçluluk duygusu oluşturuyor. Bu duygu daha sonra ekstremleşip, kadının cinsellikten, kendi kadınlığından ve bedeninden nefret etmesine, kadın olmanın ve kadının arzusunun günah olduğunu düşünmesine kadar varıyor. Kendini cezalandırma ritüeli sonunda cinsel organını bir makasla kesmesine kadar varıyor.

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde.

13 Aralık 2014 Cumartesi

"THE SHINING"E HAYRAN OLMAK İÇİN NEDENLER - EMRE KARA
















"The Shining" (1980), Stanley Kubrick filmleri arasında kişisel favorimdir. Peki bu filme neden bu kadar hayranım:
- Tüm zamanların en efsane korku yazarı Stephen King'in en efsane kitabının muhteşem bir uyarlaması olduğu için. (Her ne kadar King bu filmi sevmemiş olsa da. İlginçtir ki Stephen King'in korku romanlarının birçoğunun sinema uyarlamaları kötü olmuştur, iyi örnekler var olsa da en iyisi açık ara bu filmdir.)
- Kubrick filmlerinin muhteşem sinematografisini en net görebileceğimiz filmlerden biri olduğu için. (Simetri, mekan ve renk kullanımı önemli. Birçok sahne, görsel kusursuzluğu yakalamak için defalarca çekilmiş, çekimler 500 günü aşmış.)
- Her karede uyumlu ve etkileyici renk paletleri görebileceğimiz için. Ve her karedeki renk paleti, o sahnenin modunu destekler nitelikte olduğu için.














- Özellikle kırmızı renk kullanımında gerçekten son derece etkili olduğu için.















- Film tam bir atmosfer oluşturma harikası olduğu için. (Daha o upuzun açılış sahnesiyle gördüğümüz üzere, dünyanın geri kalanından tamamen izole, büyük ve gizemli, içi tamamen boş bir otel, etrafında sonsuz uzayan karlı tepeler ve action!)



















- Çok kanlı, çok cinayetli filmlerden biri olmamasına rağmen en etkili korku filmlerinden biri olabildiği için.
- Filmin başında normal görünen bir karakterin, film boyunca aşamalı olarak nasıl çıldırdığını anlattığı, dolayısıyla insanın o değişken, o derinlerde karanlığı ve şiddeti barındıran doğasını çok çarpıcı bir biçimde gösterdiği için.
- Bu bahsi geçen dönüşümü olabilecek en iyi şekilde bizlere yansıtan Jack Nicholson'ın oyunculuğu için. (Kendisi bu rollere çok müsait zaten, bu filmde de bunun en iyi örneğini görüyoruz.)


















- Nicholson'ın yıkıcı, şiddetli, korkutucu, psikopat karakterine muhteşem bir tezat oluşturan kırılgan, korku dolu anne karakteriyle Shelley Duvall için. (Bu rol için ağır bedeller ödemiştir, psikolojisinin bozulması gibi. Kubrick kasıtlı olarak onun üzerinde psikolojik baskı uygulamıştır. Duvall bu deneyimden olumsuz etkilenmiştir ama filmdeki performansını hem kendisi, hem Kubrick beğenmişlerdir.)


























- İdeal aile portresini çok iyi tamamlayan Danny karakteri ve onu canlandıran inanılmaz yetenekli Danny Lloyd için. (5.000 çocuk arasından seçiliyor. Çocukların önce fotoğrafları arasında, daha sonra da sahne provaları arasında eleme yapılıyor.)




















- Aile kavramının kırılganlığını, aslında kendi içinde bir cehenneme dönüşebileceğini, en yakın insanların bile birbirlerine zarar verme potansiyeline sahip olabileceğini gösterdiği için.

















- İşin, çalışma ve üretme zorunluluğunun insan üzerinde oluşturduğu baskıyı çok iyi anlattığı için. ("All work and no play makes Jack a dull boy." - "Hep çalışmak ve hiç eğlenmemek Jack'i sıkıcı biri yapıyor.")


























- Meşhur kapı baltalama sahnesi ve ardından gelen "Here's Johnny!" repliği için. (Sahnenin çekimi 3 gün sürmüş ve 60 kapı kullanılmış.)

















- İkiz kız kardeşlerin "Come play with us!" repliği için.
- Jack'in karısını merdivenlerden yukarı doğru takip ettiği ve kadının umutsuzca bir beyzbol sopasını ona salladığı sahne için. (Bu sahne de defalarca çekilmiştir.)

"Sana zarar vermeyeceğim dedim. Sadece beynini dağıtacağım."

























- Küvetten çıkan genç ve güzel kadının yaşlı ve ölü kadına dönüştüğü sahne için. (Gençlik-yaşlılık, yaşam-ölüm, güzellik-çirkinlik, tezatların şok edici birlikteliği.)
- Filmde gitgide tırmanan gerilim ve bu gerilimin doruk noktasına ulaştığı final anları için. (Bu anların belirsizlik ve karmaşa sembolü bir labirentin içinde, tekinsizlik zamanı olan gece vaktinde, nihai kötülüğü temsil eden adam ile nihai masumiyeti ve savunmasızlığı temsil eden çocuk arasında geçiyor olması önemli.)
- Filmin altında yatan alternatif anlamlar için. (Kızılderililer mevzuu önemli. Lanetli Overlook Oteli, eski bir Kızılderili mezarlığının üstünde inşa ediliyor. Otelin adı olan "overlook" İngilizce'de "görmezden gelmek" demek, görmezden gelinen, örtbas edilmeye çalışılan Kızılderili katliamlarına referans. Otelin içinde de Kızılderili motifleri ve tasarımları mevcut. Otelin koridorları kanlarla dolup taşıyor. Jack'in oteldeki katliam amacı, beyaz adamın kendisinden farklı olanı öldürüşünün bir alegorisi olarak alınabilir böylece. Filmde öldürüldüğünü gördüğümüz tek adamın siyahi bir adam olması da bu yönden önemli. Örtbas edilmeye çalışılan bu gerçek, ancak Amerika'nın kendisine aynada dürüstçe bakmasıyla görülebilir, tıpkı "redrum"un aynada "murder"a dönüşerek gerçek anlamını göstermesi gibi.)



















EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde.

6 Aralık 2014 Cumartesi

UNDER THE SKIN (2013) - EMRE KARA

“Under the Skin” oldukça “tuhaf” olarak tanımlanabilecek bir film. Ama bu tuhaflık saçma, gereksiz ya da aptalca gözükmekten çok sizi ilk anlardan itibaren içine çeken, gizemli ve orijinal bir tuhaflık. Film mod ve atmosfer oluşturma, muamma sunma, sinematografi ve müzik kullanımı açısından oldukça kayda değer. Orijinal bir fikri özgün ve minimal bir anlatımla sunabiliyor.
















Güzeller güzeli Scarlett Johansson’u, geniş ve konforlu arabasında, sessiz sedasız, donuk ama alttan alta sinsi gibi görünen bir suratla, günün loş ışıklı vakitlerinde gezintiler yaparken görüyoruz. Gözüne kestirdiği erkekleri önce arabasına alıyor, sonra cazibesinin etkisine, sonra ise bu dünyaya ait olmayan ve asla içinden çıkamayacakları bambaşka bir boyuta, karanlık bir hiçliğe. Bu onun görevi ve kendisini yöneten gizli adamlar var. Cazibe ve güzellik onun için yalnızca birer silah. Sahte yakınlık gösterisi ise yalnızca kurbanı ağa düşürecek bir yem. Gerçek bir yakınlaşma yok, sevgi yok, sıcaklık yok. Her şey tamamen profesyonel. Kendi dünyasından bu dünyaya çıkıp gelmesin tek nedeni bu gizli görev.














Ancak bir gün yüzü hayli deforme bir adamı kurban olarak seçiyor.
- Neden geceleri alışveriş yapıyorsun?
- İnsanlar canımı sıkıyor.
- Nasıl?
- Cahiller.
- Hiç birine dokundun mu?
- Hayır.
- Ellerin, soğuk.















Adamın yalnızlığıyla, çekingenliğiyle yüzleşiyor. Aynı zamanda o adamın, deforme olmuş yüzü altında aslında bambaşka biri olduğunu, insanların bunu fark edemediğini kavrıyor. Tıpkı kendisinin de teni altında aslında bambaşka biri oluşu ve insanların bunun da farkında olmayışı gibi. Deforme yüzlü adamı kurban etmeli mi? Oysa bir başka kurban olan sinek cama çarpıp çarpıp duruyor, çıkabilirim umuduyla. Önce zavallı sineğe bakıyor kadın, sonra aynada kendi görüntüsüne. Sonra, muhtemel kurbanını salıveriyor. Daha sonra kadının gizemli patronları tarafından yine yok edilecek olsa bile… Sisler içinde kalıyor kadın, çünkü o kat’i ve kesin vizyonu yavaş yavaş buğulanmaya başlıyor o andan itibaren.
















Ve o an arabasından dışarı çıkıyor. Onu dış dünyadan ve onun gerçekliğinden, insanlardan ve yakınlaşmalardan soyutlayan arabasından çıkıp, onu başka dünyadanmış gibi gösteren abartılı elbiselerinden ve makyajından kurtulup, sıradan bir “insan” gibi davranmaya karar veriyor. Pasta yemek istiyor mesela, ama yapamıyor. Tam yutacakken korkuyla tükürüyor. Ve elbette insanlar tarafından ayıplanıyor. Soğuk havada incecik kıyafetlerle dolaşıyor, deli sanılıyor. Bir adam diyor ki: “Yardıma ihtiyacın var mı?” Sessizlik, tereddüt, korku. Sonra yeniden: “Yardıma ihtiyacın var mı?” O zaman her ne olacaksa olsun. “Evet!”

Aynada çıplak bedenine bakıyor uzun uzun. Lacan’ın “mirror stage” teorisi ile karşılaştırabileceğimiz bu aynaya bakışta kendi varoluşunun, bedeninin, güzelliğinin, kadınlığının farkına varıyor. “His”lerinin farkına varıyor en önemlisi. Adamla yakınlaşmak istiyor. Ama yapamıyor bunu. Bedeni, doğası uygun değil buna. Hislerini ilk defa keşfetmesi ve ilk defa hislerine göre hareket etmek istemesi, hayal kırıklığıyla sonuçlanıyor. Hem zaten yapmaması gerekeni yapıyor, olayı bir “iş”, bir “görev” olmaktan öteye götürüyor, olması gerekenden daha fazla yakınlık istiyor. Birinin “derinin altına” girmesine izin vermek istiyor. Birinin teni aşmasına. Bu iyi hissettirecek hissettirmesine de, kendine biçilmiş olan role uymuyor. Kendini keşfetmeye başlamış olmak, dolayısıyla ona yalnızca korku ve hüsran getiriyor.















Kaçıyor. Ormana kaçıyor. Orman ise keşif yolculuğunun daha karanlık olan yüzünü temsil ediyor. İnsanların ikili doğasıyla tanışıyor orman sayesinde. Adamla yaşadığı ve hoşuna giden yakınlaşmanın zıttı, zorla sahip olmak istiyor ona orman bekçisi. Kadın anlıyor. İnsan hem sevişebilen hem tecavüz edebilen bir canlı. İnsan hem sevebilen, hem yıkabilen bir canlı. İkiliğin hoş olan yüzü bile kadını yeterince korkutmuşken, nahoş yüzü onu dehşete düşürüyor. Kaçmak için elinden geleni yapıyor, ama teni artık kesiklerle dolu. Dış dünyaya karşı savunmasız. Tenin ötesine geçiş ile başlayan yolculuk, tenin yok oluşu ile sonlanıyor. Çıkarıp atıyor teni kadın. Tendeki gözlerle bakışıyor gözleri. Her ikisi de hüzün ve korku dolu. Ölüm dolu. (Akla kazınacak bir görüntü.) Tenin ötesini gören adam ise korkuyor, yakıyor kadını. Kül oluyor kadın, savruluyor gökyüzüne, düşerken kar taneleri yere.













EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde.

30 Kasım 2014 Pazar

"LITTLE MISS SUNSHINE" FİLMİNDEN UNUTULMAZ SAHNELER - EMRE KARA

Öncelikle yazının masif spoiler içerdiği konusunda sizi uyarıyoruz ve bu okumaya devam edecekseniz, yan pencerede filmin soundtrack'ine ait şu parçayı açıp öyle başlamanızı tavsiye ediyoruz: http://www.youtube.com/watch?v=30mxglcTSPI

"Little Miss Sunshine" (2006), karı-koca yönetmenler Jonathan Dayton ve Valerie Faris'in ilk uzun metraj filmleriydi. (Sonrasında şimdilik sadece bir filmleri daha var, 2012 yapımı "Ruby Sparks".) "Little Miss Sunshine" bence Amerikan bağımsız sinemasının en iyi örneklerinden biri. Duygusallıkla komediyi çok iyi harmanlayan, zekice ironiyi ve kara mizahı da muhteşem kullanan, bize her biri birbirinden ilginç karakterler sunup bu karakterlerin her birine eşit miktarda odaklanabilmeyi başaran, hem şirin hem gerçekçi olabilen bir film. Başrollerinde anne-baba karakterleri olarak Toni Collette ve Greg Kinnear'a eşlik eden oyuncular da kendi renklerini çok iyi katıyorlar: Komedi türünün en ünlü yüzlerinden Steve Carell, en iyi karakter oyuncularından Alan Arkin, bağımsız filmlerin genç yüzü Paul Dano, sevimlilik abidesi ve inanılmaz yetenekli Abigail Breslin.

Film gözlerimizi dolduran, güldüren, şaşırtan, coşturan birçok sahneye sahip. Bunlardan en unutulmazlarını görsellerle burada derlemek istedim. Görseller, filmin Facebook sayfasından alınmıştır.

Filmin açılış sahnesinde, en büyük hayali "Little Miss Sunshine" olmak olan Olive'i, televizyondaki bir güzellik kraliçesine hayran hayran bakarken ve onu taklit ederken görmekteyiz.


Yemek masasının etrafında gördüğümüz aile bireyleri, film boyunca yaşanacaklara dair ipuçlarını hemen veriyorlar.


Diğer elemanlar masaya toplanmadan önce dayıyla yeğen Dwayne arasında ilginç bir "diyalog" geçiyor.
- Herkesten nefret ediyorum.
- Ailenden bile mi?
- Herkesten nefret ediyorum.


Yemek masasında Olive'in, dayısına neden intihar girişiminde bulunduğunu sorduğu, babanın bu muhabbeti örtbas etmeye çalıştığı, dayının ise son derece sakin bir üslupla durumu anlattığı sahne çok iyi.
- Neden mutsuzdun?
- Bana aşık olmayan birine aşık olmuştum.


- Bir erkek mi? Bir erkeğe mi aşık olmuştun?
- Evet. Hem de çok.
- Bu çok aptalca.


Olive'in, güzellik yarışmasına giderken yolda verilen molada gittikleri restoranda dondurma yiyip yememe ikilemi çok önemli. Babasının, yarışmanın, güzel olmanın, zayıf olmanın, standartlara uymanın, kısacası bir "kız" olmanın kendisi üzerinde yarattığı baskının özeti. Annesi ise tüm bunları yıkıyor kızına söylediği cümleyle:
- Zayıf olmak sorun değil, şişman olmak da sorun değil, eğer olmak istediğin buysa. Sen her ne istiyorsan o olmak sorun değil.


Gece kalınan motelde Olive'in, dedesiyle dans figürlerini yeniden çalıştıkları sahne.
- Kusursuz. Kusursuz. Sen dünya şampiyonu bir kükreyicisin.


Prova sonrası Olive, içinde büyüyen baskıyı deşarj eder dedesine ve çocuk gözleri yaşlanır. Bizimkiler de yaşlanır tabi.
- Büyükbaba, ben güzel miyim?
- Sen dünyanın en güzel kızısın.


- Öylesine söylüyorsun bunu.
- Hayır! Sana deliler gibi aşığım ve bunun sebebi zekan ya da kişiliğin değil.


Olive bir "kaybeden" olmak istemiyor çünkü babası kaybedenlerden nefret ediyor. Büyükbaba ise Olive'i cesaretlendirmek için harika bir aforizma söylüyor: "Gerçek bir kaybeden, kazanamamaktan o kadar korkuyordur ki denemez bile."



Dwayne'in, renk körü olduğunu ve amacına ulaşacağı güne kadar konuşmayı bile reddettiği en büyük hayali olan jet pilotluğuna asla erişemeyeceğini öğrendiği o sahne.
- Dwayne, sanırım renk körü olabilirsin. Eğer renk körüysen, jet uçuramazsın.
- Lanet olsuuuuun! (diye çevirmeyeceğim hayır, onun yerine "Siktiiiiir!)


Ve bazen kelimelerden, tesellilerden çok daha etkilidir sessiz bir sarılış, omza konan masum bir baş.


Her şeye rağmen ailemiz güzellik yarışmasına ulaşır, zar zor da olsa. Koşma vakti!


Yarışmayı Olive'i güçlükle kaydettirmeyi başarırlar başarmasına da, Olive, güzellik yarışması standartlarının oldukça dışında bir kızdır.


Yarışma başladığı esnada, hayal kırıklığına uğramış Dwayne ile dayısının bina dışındaki diyalogları oldukça kaydadeğer. Dayı başta Marcel Proust'tan bahsediyor, yaşarken nasıl kıymetinin bilinmediğinden ama aslında en unutulmaz kitaplardan birini yazmış olduğundan. Ve ekliyor:
"Hayatının sonuna geliyor, geriye bakıyor ve fark ediyor ki acı çektiği bütün o yıllar hayatının en güzel yıllarıymış, çünkü onu şu an olduğu kişiye dönüştürmüşler. Mutlu olduğu yıllar? Bilirsin, tam bir zaman kaybı. Hiçbir şey öğretmemişler ona."


Dwayne de bu sözler üzerine açılıyor ve diyor ki:
"Ne biliyor musun? Güzellik yarışmalarının canı cehenneme. Hayat birbiri ardına gelen güzellik yarışmalarından ibaret zaten. Okul, sonra üniversite, sonra iş, hepsinin canı cehenneme. Ve hava kuvvetleri akademisinin de canı cehenneme. Uçmak istiyorsam uçmanın bir yolunu bulurum. Sevdiğin şeyi yap, ve gerisinin canı cehenneme."


Olive, girdiği garip ortamda kısa bir tereddtütün ardından yine de dedesiyle uzun süre hazırlandığı performansını sunmaya karar verir.


Sunucuyla arasında geçen diyalog da oldukça kayda değer.
- Şovumu, bana hareketlerimi çalıştıran büyükbabama adamak istiyorum.
- Ah, bu çok şeker. Kendisi aramızda mı? Büyükbaban şu an nerede?
- Arabamızın bagajında.

Olive'in hayli çılgın dedesiyle hazırlamış olduğu sahne performansı da oldukça sıradışıdır tabi. Ama bu kimin umurunda! O bu yarışma için binlerce kilometre geldi, o bu yarışmaya katılmayı çok istedi, çok çalıştı, ve onun kendine ait bir tarzı var. Ailesi de başta şaşkın ama her daim onun yanında.


Tabi Olive'in özgünlüğü ve sıradışılığı, standart ve kural manyağı olanları rahatsız ediyor.
- Kızınız ne yapıyor?
- Kıç tekmeliyor. Yaptığı şey bu.


Günün sonunda o aptal yarışmayı kazanmak kimin umrunda? Önemli olan Olive'in kendi şovunu kendi istediği şekilde yapmış olması, ve ailenin her zaman olduğu gibi, her şeye rağmen bir arada olması.


EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

14 Kasım 2014 Cuma

KANINIZI DONDURACAK 10 FİLM - ÖMER FARUK GÜNAYDIN

Öyle filmler vardır ki izlerken "yok artık" demekten kendinizi alamazsınız . İşte bunlar onlardan.

1) The Stoning of Soraya M. (ABD yapımı-2008-8.0)
İran'da zina suçlarına karşı verilen recm cezasını konu alan film günümüzde bu cezanın dini ölçütlerden uzaklaştırılıp toplumsal anlayışla ve sıradanlıkla uygulanan bir ceza haline geldiğini Soraya' nın dramı üzerinden ele alıyor.





2) I Saw the Devil (Güney Kore yapımı-2010-7.8)
Jee-woon Kim'in başarılı filmlerinden biri olan "I Saw the Devil" , sevgilisi acımasız bir katil tarafından öldürülen bir ajanın intikam mücadelesini anlatıyor.





3) Sympathy for Mr. Vengeance (Güney Kore yapımı-2002-7.7)
Chan-wook Park'ın "İntikam Üçlemesi" olarak bilinen serisinin ilk filmi olan "Sympathy for Mr. Vengeance", üçlemenin adını daha çok "Oldboy"la duyurmasına rağmen oldukça etkileyici.





4) Dog Eat Dog (Kolombiya yapımı-2008-6.7)
Kolombiya sinemasının başarılı filmlerinden biri olan "Dog Eat Dog" gösterime girdiği yıl Kolombiya sinemasının en iyi filmi seçiliyor . Mafyanın ne kadar acımasız olabileceğini tüm gerçekliğiyle gözler önüne seren film, kara para etrafında dönen kirli oyunları anlatıyor.







5) Lock, Stock and Two Smoking Barrels (İngiliz yapımı-1998-8.2)
Kara para çevresinde dönen kısır döngüyü anlatan bir film. ("Dog Eat Dog", bu senaryonun Kolombiya versiyonu.)





6) Prisoners (Amerikan yapımı-2013-8.1)
Film, sinemanın birçok kez ele aldığı çocuk kaçırma konusunu çok etkileyici bir şekilde sunarak ön plana çıkıyor.





7) The Canyon (Amerikan yapımı-2009-5.9)
Gerçek bir olaydan esinlenerek çekilen film, sıradan sayılacak bir filmden birkaç adım önde sayılır. Amerika'daki kanyonları ziyaret etmek isteyen iki çiftin kanyon macerasını anlatan film bir süre sonra ölüm kalım mücadelesine dönüşüyor. Filmin, trajikomik sahnelerinin yanında kanyonların büyüleyici ve akıl almaz büyüklüğünü ifade etmesi de etkileyici.





8) No Country for Old Men (Amerikan yapımı-2007-8.2)
Ethan ve Joel Coen kardeşlerin en başarılı filmlerinden bir olan " No Country for Old Men" Javier Bardem'in büyüleyici oyunculuğuyla çok daha fazla alkışı hak ediyor. Bu filmle Javier Bardem'in en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscar ödülünü aldığını da unutmamak gerekiyor .





9) Drive (Amerikan yapımı-2011-7.8)
Danimarkalı yönetmen Nicolas Winding Refn'in ismini ön plana çıkaran film, sıradan bir konuyu etkileyici bir üslupla ele alıyor. Filmde Ryan Ghosling'in oyunculuğu dikkat çekerken bazı sahneler "Yok artık!" dedirtecek boyutta.



10) Reservoir Dogs (Amerikan yapımı-1992-8.4)
Amerikalı yönetmen Quantin Tarantino'nun ilk filmi olan "Reservoir Dogs" kanlı sahneleriyle sinemaya yeni bir tür kazandırıyor. Bir mafyanın banka soygunu etrafında dönen kanlı hesaplaşmasını anlatan filmin yapımcılığını da, filmin başrol oyuncularından biri olan Harvey Keitel'ın yaptığını not etmek gerek.





Not: Filmin Adı – Yapımcı Ülke – Yapım Yılı – IMDb puanı

ÖMER FARUK GÜNAYDIN