1 Haziran 2018 Cuma

ÜÇ FİLM ÜZERİNDEN TENNESSEE WILLIAMS - EMRE KARA

Tennessee Williams (1911-1983), Amerikalı bir oyun yazarı. Kanımca yaşamış en büyük yazarlardan biri. Saf, net bir deha sahibi. Oyun yazarı olması sebebiyle onu modern bir Shakespeare olarak niteleyecek kadar dahi ileri gidebilirim. Yazdığı oyunlarda oluşturduğu derinlikli ve çok yönlü karakterler, ustaca psikolojik analizler, son derece edebi ve felsefi diyaloglar dehasını kolayca gözler önüne seriyor. “A Streetcar Named Desire” ve “Cat on a Hot Tin Roof” oyunlarıyla iki kez Pulitzer ödülünü kazanmış.

Williams aynı zamanda eşcinsel. Bunu özellikle belirtiyorum çünkü eşcinsellik, yazdığı oyunlarda ana tema olmasa bile önemli bir yan tema olarak yer alıyor. Kendisi, eşcinselliği ile ilgili olarak şunları söylemiş: “Zaman zaman bir miktar aşağılanma ve çokça keder hissetmek kaçınılmaz bir durum. Ama suçlu hissetmek aptalca. Farklılığım sayesinde daha derin, daha sıcak kalpli, daha nazik bir insanım. Başkalarının ihtiyaçlarına karşı daha duyarlıyım. Ve insan kalbini ifade etmek için sahip olduğum gücün büyük bir kısmı, bu durumdan ileri geliyor olmalı.”

William sinemayla hayli içli dışlıydı. Birçok oyunu, başarılı filmler olarak sinemaya uyarlandı. Bunlar arasında muhtemelen en ünlü olan üç tanesini hem kendi içlerinde, hem de birbirleriyle ve Williams’la bağlantılı olarak analiz edelim: “A Streetcar Named Desire” (1951), “Cat on a Hot Tin Roof” (1958) ve “Suddenly, Last Summer” (1959). Üç filmin de aynı yazarın elinden çıktığı hayli belli, çünkü gerek üslup gerek içerik yönünden benzerliklere sahipler. Bunları belli başlıklar açısından ele almaya çalışacağım. Ancak bunun öncesinde üç filmin de konularından biraz bahsetmek gerekiyor.



“A Streetcar Named Desire”, psikolojik sorunları olan Blanche DuBois (Vivien Leigh) adlı bir kadının, hamile kız kardeşi Stella’nın (Kim Hunter) yanına taşınmasıyla gelişen olayları ele alıyor. Eski aristokrat havasını bu eve taşımaya çalışan Blanche, Stella’nın kocası Stanley Kowalski (Marlon Brando) ile yoğun bir çatışma yaşamaya başlıyor.



“Cat on a Hot Tin Roof”ta alkolik bir eski futbolcu olan Brick (Paul Newman) ile karısı Maggie’nin (Elizabeth Taylor) problematik evliliklerini görüyoruz. İşler, Brick’in ölmek üzere olan babası Big Daddy’nin (Burl Ives) ziyaretiyle daha da karmaşık bir hal alıyor.



“Suddenly, Last Summer”da zengin bir dul olan Violet Venable’ın (Katharine Hepburn), oğlunun ölümü sonrasında oğlunun geçmişini örtbas etme çabasını görüyoruz. Bu çaba, önceki yaz oğlunun birlikte tatile gittiği kuzeni Catherine’e (Elizabeth Taylor) lobotomi yapılması için Dr. Cukrowicz’e (Montgomery Clift) başvurmasını da içeriyor.

***

Şimdi üç filmin birbirleriyle ortak yönlerini belirli başlıklar altında ele alalım:

ÜÇLÜ DİNAMİK
Her filmde üç temel karakterin ön plana çıktığını görüyoruz. Bu karakterler arasındaki ilişkiler karmaşıklaşıyor ve birlikte belirli yüzleşmeler yaşamaları gerekiyor. Üçlü dinamik, karakterlere çok yönlülük katıyor.

“A Streetcar Named Desire”: Blanche – Stella – Stanley
Blanche ile Stella kardeş; Blanche daha romantik, nostaljik, hayalci, nevrotik olanı temsil ederken Stella daha dünyevi, ayakları yere basan karakteri temsil ediyor. Ancak filmdeki esas zıtlık elbette ki Blanche ile Stanley arasında. Stanley Blanche’ı, bütün o nezaket ve aristokratlık oyunlarının altında sahte buluyor, ama ikili arasında yadsınamaz bir erotik gerilim de söz konusu. Stella arada kalan figür oluyor; biri ablası biri kocası olan ve birbiriyle hayli çatışma halinde olan iki kişi arasında denge kurmaya çalışıyor.

“Cat on a Hot Tin Roof”: Brick – Maggie – Big Daddy
Brick hayattan ve etrafındaki herkesten nefret eden, herkesi kasten uzak tutan, her şeyi anlamsız bulan bir karakter. Karısına karşı da son derece soğuk ve acımasız. Hayli zengin, baskın ve otoriter bir figür olan babasını da sevgisiz ve materyalist buluyor. Maggie hem kocasını seviyor ve geri kazanmaya çalışıyor, hem de kocasıyla babasının ilişkisini tamir etmeyi amaçlıyor. Big Daddy yakında öleceği için miras meselesi de söz konusu tabi ki.

“Suddenly, Last Summer”: Violet – Catherine – Cukrowicz
Violet ile oğlu Sebastian arasında hayli derin ve karşılıklı bir Oedipus kompleksi durumu söz konusu olduğu için, Sebastian son yaz tatile annesiyle değil de Catherine’le çıkmak istediğinde Violet zaten Catherine’den nefret etmeye başlıyor. Sebastian’ın ölümüyle ve Catherine’in ağır travma yaşamasıyla sonuçlanan o son yazın ardından Sebastian’ın kimliğiyle ilgili gerçeklerin örtbas edilmesi için de Catherine’e lobotomi yaptırmak istiyor. Catherine akıl sağlığını korumaya çalışırken bir yandan da Cukrowicz’e deli olmadığını kanıtlamaya çalışıyor. Cukrowicz hem Violet’tan hem Catherine’den dinlediklerini göz önünde bulundurarak, geçmiş sırları ortaya çıkarmaya çalışarak gerçeği arıyor.

PSİKOLOJİK SORUNLAR
Üç filmde de ortak olan bir başka şey, psikolojik sorunları ele alıyor olmaları. “A Streetcar Named Desire”ın başında depresif ve nevrotik görünen Blanche’ın durumu, film ilerledikçe daha da kötüye gidiyor. Stanley’nin de öfke nöbetlerine kapılan fevri bir karakter olduğunu görüyoruz. “Cat on a Hot Tin Roof”ta Brick alkolik ve ağır depresif bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. “Suddenly, Last Summer”da Catherine post-travmatik amnezi yaşıyor, yazın yaşananları tüm netliğiyle hatırlamakta güçlük çekiyor. Violet ise oğlu Sebastian’ı obsesyon haline getirmiş bir figür.

GEÇMİŞE AİT SIRLAR VE YÜZLEŞMELER
Üç filmde de geçmişe ait son derece önemli ve örtbas edilen bir sır var. Her ne kadar filmin sonlarına kadar gizli kalsa da ara ara ipuçlarıyla yüzeye çıkıp duruyor, karakterler arasındaki ilişkilere ve diyaloglara, olay örgüsüne yön veriyor. “A Streetcar Named Desire”da bu sırlar Blanche’ın geçmişiyle ilgili, bilhassa da intihar eden kocası Allan Grey ile. “Cat on a Hot Tin Roof”ta sırlar temel olarak Brick’in intihar etmiş arkadaşı Skipper ile ilgili. Brick’in karısı Maggie ile evliliklerinin problemli olmasının temelinde de bir şekilde Skipper yatıyor. “Suddenly, Last Summer”da sırlar Sebastian’ın geçmişiyle ilgili. İlginçtir ki her üç filmde de asla görünmeyen birer karakter, filme hayli yön veren karakterler oluyorlar; Allan Grey, Skipper ve Sebastian. Yine ilginçtir ki bu üç “hayalet” karakterin hepsi de ölü, ya intihar ya da cinayet sonucu. Filmlerin akışı içerisinde yaşayanlar sırlarla, geçmişle ve birbirleriyle yüzleşmek zorunda kalıyorlar ve seyirci de gerçeği aşamalı olarak öğreniyor.

EŞCİNSELLİK
Yukarıda bahsettiğimiz üç hayalet karakterin her birinin eşcinsel olması da muhtemelen tesadüf değil. “A Streetcar Named Desire”da Allan Grey’in intiharının sebebi, Blanche’ın onun cinsel yönelimini fark etmesi ve ondan iğrendiğini söylemesi. “Cat on a Hot Tin Roof”ta Brick ile ölen arkadaşı Skipper arasındaki aşırı yakın ilişki, yine bazı gizli eşcinsellik ipuçları veriyor. Öyle ki Brick evlendikten sonra bile Skipper ile o kadar içli dışlı ki bu durum karısı Maggie’nin Skipper’ı kıskanmasına ve onu kocasından uzaklaştırma çabasına girişmesine yol açıyor. Skipper’ın intiharından sonra karısından adeta nefret eder hale gelen Brick, Skipper’ın ölümü için Maggie’yi suçluyor. “Suddenly, Last Summer”da Sebastian genç, hassas, şair ruhlu bir eşcinsel karakter. Catherine’le gittiği tatilde genç erkeklerle birlikte oluyor, hatta Catherine’in güzelliğini ve cazibesini, bu erkeklerin ilgisini kendilerine çekmek amacıyla da kullanıyor.

GERÇEK/GERÇEKLİK
Üç filmde de geçmişe ait sırların önemli rol oynadığını söylemiştik. Bu da hem filmlerdeki karakterlerin, hem de seyircilerin, “gerçeğin” peşinden koşmaları, onu yüzeye çıkarmaya çalışmaları, onunla yüzleşmeleri ile sonuçlanıyor. Ancak bu duruma ironik bir biçimde eklentilenecek şekilde her üç film de, gerçek ve gerçeklik kavramları üzerine sorgulayıcı ve eleştirel replikler içeriyorlar:

“Gerçekçiliği istemiyorum. Sihir istiyorum! Evet, evet, sihir. İnsanlara bunu vermeye çalışıyorum. Bir şeyleri isteyerek saptırıyor, yanlış sunuyorum. Gerçekleri anlatmıyorum. Gerçek olması gereken şeyleri anlatıyorum.” – Blanche, A Streetcar Named Desire

Brick: Utanıyorum, Büyük Baba. Bu yüzden sarhoş oluyorum. Sarhoş olduğumda kendime tahammül edebiliyorum.
Big Daddy: Ama sabah olduğunda yine orada oluyor değil mi; gerçek. Şu an burada olduğu gibi. (…) Yalanlarla yaşayamıyorsun, öyle mi? Sen kendin bir yalan uzmanısın. Gerçek acıdır, terdir, faturaları ödemektir, artık sevmediğin bir kadınla sevişmektir. Gerçek, gerçekleşmeyen düşlerdir, ve öldüğün güne kadar adın gazetelere asla çıkmaz.
- Cat on a Hot Tin Roof

Gooper: Doktor, Büyük Anne bugün klinikten aldığımız raporla ilgili tüm gerçeği duymak istiyor.
Maggie: Gerçek, gerçek! Herkes gerçek diye haykırıp duruyor. Aslında gerçek de yalanlar kadar kirli!
- Cat on a Hot Tin Roof

“Sebastian derdi ki, ‘Gerçek, dipsiz bir kuyunun dibidir.’” – Violet, Suddenly, Last Summer

“Gerçek, kendisine karşı asla direnmediğim tek şeydir.” – Catherine, Suddenly, Last Summer

FİLM UYARLAMALARINDA STÜDYO ELİ
Üç film de 1950’lerde çekildiği için ve o dönemde Hollywood filmlerinin içeriği hayli titiz ve tutucu bir yaklaşımla yönetildiği için, oyunlar filme uyarlanırken bazı tavizler veriliyor. “A Streetcar Named Desire”da Allan Grey’in eşcinselliği yalnızca hafif bir ima yoluyla sezdiriliyor, açıkça belli eden hiçbir replik yok. Oyundan habersiz bir seyirci filmde Allan’ın intihar sebebini fazla hassas ve duygusal bir adam olmasına ve bu yüzden Blanche tarafından aşağılanmasına da bağlayabilir yani. Benzer şekilde “Cat on a Hot Tin Roof”ta Brick ile Skipper arasındaki yakın ilişkinin, cinsel arzuyu içeren bir ilişki olduğuna dair bir kanıt yok. Seyirci Brick’in obsesyonunun, sevgili dostu Skipper’ın intiharı ardından onu unutamaması ve Maggie’nin de olaya bir şekilde dahil olması yüzünden olduğunu düşünebilir. Tennessee Williams bu uyarlamayı beğenmemiş, bu sansürlemeler nedeniyle. “Suddenly, Last Summer”da da yapımcılar Sebastian’ın eşcinselliğinin açıkça ifade edilmemesini, ima edilmesini istemişler ama bu filmin önceki iki filme göre çok daha açık ve net bir biçimde konuyu ele aldığını söyleyebiliriz. Ancak bu özgürlüğün de hayli ironik bir nedeni var: Sansür kurumu bu filmde eşcinselliğin daha açık işlenmesine izin vermiş çünkü onlara göre film, eşcinsel yaşam stilinin ‘korkunçluklarını’ ele alıyormuş. (sonunda Sebastian bir cinayete kurban gittiği için) Tennessee Williams bu film uyarlamasına karşı da mesafeli bir duruşa sahip.

FİLMLERİN BAŞARILARI
Stüdyo tarafından yapılan modifikasyonlara rağmen bu filmler yine de son derece etkileyici, muhteşem filmler olmayı başarıyorlar. Tennessee Williams eserleri öyle ustaca ve incelikli yazmış ki, bazı sansürlere rağmen özlerinden bir şey kaybetmemeyi başarıyorlar. Tabi filmlerin yönetmenleri ve oyuncuları da bu başarıda üst düzey role sahip. Filmler üç usta yönetmen; Elia Kazan, Richard Brooks ve Joseph L. Mankiewicz tarafından yönetiliyorlar. Hepsi de Hollywood’un en büyük yıldızlarıyla çalışıyorlar. “A Streetcar Named Desire” o yıl 4 Oscar kazanıyor; üç tanesi oyunculuk kategorisinde, biri sanat yönetimi kategorisinde olmak üzere. 8 başka dalda da aday gösteriliyor. Vivin Leigh, Kim Hunter ve Karl Malden’in Oscar alıp Marlon Brando’nun almaması ise o dönemler Brando’nun yeni ortaya çıkan ve pek tanınmayan bir oyuncu olmasına bağlanabilir muhtemelen. Bu filmdeki rolü Brando için starlık yolunu açıyor ve günümüzde de sinema tarihinin en iyi performanslarından ve metod oyunculuğunun en iyi örneklerinden biri olarak görülüyor. Yine “Cat on a Hot Tin Roof” 6 dalda, “Suddenly, Last Summer” da 3 dalda Oscar’a aday oluyorlar. Çekildikleri döneme göre (sansürler içerseler bile) hayli cesur olan ve 21. yüzyıl seyircisine hayli ‘modern’ gelecek olan bu filmleri tüm sinemaseverlere şiddetle tavsiye ederim.

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

25 Şubat 2018 Pazar

THELMA (2017) - EMRE KARA



“Thelma” filmi ilk olarak muhteşem güzellikteki posteriyle dikkatimi çekmişti. Sonra yönetmeni Joachim Trier’in, Lars von Trier’le bir bağlantısı olduğunu keşfettim. Konusu da hayli ilgimi çekince izlemeye karar verdim ve beni büyüleyen bir filmle karşılaştım.

“Thelma” hem bir romantik dram hem bir fantastik gerilim filmi, bu tür kombinasyonlarını çok dengeli ve ahenkli bir biçimde gerçekleştirmiş. Film hem bir karakter çalışması olarak, hem öykü düzeyinde hem de görsel anlatım düzeyinde seyircinin dikkatini çekmeyi başarıyor.

Filme adını veren Thelma, üniversiteye yeni başlamış bir kız. Son derece tutucu, kuralcı ve dindar bir aileden gelen Thelma, ilk defa ailesinden uzak olarak yaşamaya başlamış oluyor. Bu bir yandan daha önce tadılmamış bir özgürlük getirirken, bir yandan da sırf bu özgürlük daha önce hiç tadılmamış olduğu için beraberinde sancılı, travmatik bir büyüme süreci de getiriyor. Dolayısıyla “Thelma”ya patolojik bir “coming-of-age” öyküsü olarak da bakabiliriz.

Ailesinden her ne kadar ayrılmış olsa da ailesinin Thelma’nın yaşamını hala büyük oranda kontrol ettiklerini görüyoruz. Thelma’nın ders programını internetten bakıp öğreniyorlar. Facebook’ta kimle arkadaş olduğunu yakından takip ediyorlar. Hangi saatte nerede olduğunu, kimlerle takldığını, ne yiyip ne içtiğini soruşturuyorlar durmadan. Thelma bu tavra karşı isyankar bir tutuma sahip değil, aksine bir tür Stockholm sendromuna sahip, ailesine tüm uysallığıyla sürekli hesap veriyor.

Thelma’nın hayatı Anja ile tanışmasıyla bir anda değişiyor. Bu ilişkinin travmatik etkilerinin olacağı daha ilk karşılaşmadan kendisini belli ediyor, çünkü Thelma aniden bir nöbet geçirmeye başlıyor. Bu nöbetler daha sonra da devam ediyor ve sebebi hep Anja ile yaşanan deneyimler. Thelma doktora gittiğinde nöbetlerinin epileptik olmadığını, dolayısıyla salt psikolojik güdümlü olduğunu, stres ve travma kaynaklı olabileceğini öğreniyor. Peki nedir Thelma’da nöbet boyutuna ulaşan bu psikolojik etmenler?

Thelma Anja’ya aşık oluyor, Anja da ona karşı hayli rahat ve açık bir biçimde ilgisini belli ediyor. Bu durum Thelma’nın iç dünyasında travmatik çarpışmalar yaşanmasına neden oluyor. Anja’ya duyduğu ilgi, ailesinden edindiği dini, ahlaki değerlerle ve tutucu yaşam tarzıyla çatışıyor. Dolayısıyla bir yandan tutkusunu yaşamaktan kendisini alıkoyamazken bir yandan da Anja’dan bilinçli olarak kaçmaya çalışıyor. Ancak tutkusunu asla öldüremiyor.  Hal böyleyken film, bastırdığımız duygu ve düşüncelerin, kimlik savaşlarımızın bize nasıl birer travma olarak dönebileceğini ustalıkla anlatıyor bu nöbet metaforu yoluyla.

Nöbetlerin yanı sıra başka değişimler de yaşıyor Thelma, Anja ile tanışmasından sonra. Daha sosyal bir insan haline geliyor, partilere gidiyor, ilk defa sigara ve içki deniyor. Öncesinde kendisini tam bir toplumsal öteki olarak hisseden, hiç arkadaşı olmayan, uyum sağlayamayan yalnız Thelma için tüm bu deneyimler yeni ve heyecan verici bir niteliğe sahip. Ancak deneyim edinmenin travmatik bedelleriyle de yüzleşmek zorunda kalıyor bu kendini keşif yolculuğu esnasında. Filmin posterinde yer alan cümle de tam olarak bunu söylüyor aslında: “Bazen en korkunç keşif, gerçekte kim olduğunu keşfetmektir.”

Thelma yaşadığı değişimlerden ve devinimlerden korkmaya başladığı ve çaresiz kaldığı anda yeniden tek güvenli limanı olan ailesine sığınıyor. Ancak ailesi onu anlamaya ve çözmeye çalışmak yerine onun bu içsel devinim sürecini baltalamaya ve durdurmaya çalışıyorlar. Thelma’da yeniden Tanrı ile ilgili korkular oluşturmaya çalışıyorlar. Thelma’nın Tanrı’ya önce kendisini “kötü düşünceler”den kurtarması için yalvararak dua ettiği, hemen ardından ise Tanrı’ya öfke kustuğu sahneler çok çarpıcı. Kimlik savaşının ve içsel travmaların zirve yaptığı bu anlar, bizi etkileyici bir katarsise doğru götürüyor.

Derinlemesine psikolojik bu karakter çalışmasını herkese tavsiye ederim, bir süredir izlediğim en orijinal ve etkileyici film olabilir.

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

27 Ocak 2018 Cumartesi

GRINDHOUSE (2007) VE BESLENDİĞİ KÜLTÜR - EMRE KARA

“Grindhouse” (2007), muhteşem ikili Quentin Tarantino ile Robert Rodriguez’in, 1960’lar ve 70’lerin istismar filmlerine saygı duruşu niteliğinde çektikleri, “double feature” konseptli bir film. Burada bilmeyenler için bazı terimlerim tanımını yapalım:

İstismar filmi (exploitation film): Genellikle düşük bütçeli B sınıfı filmler olan istismar filmleri, kolay yoldan gişe başarısı elde edebilmek için şiddet, korku, cinsellik, uyuşturucu kullanımı gibi sansasyonel temaları “istismar” eden filmlerdir. Bu filmlerin büyük çoğunluğu zaman içerisinde kült statüsüne erişmişlerdir.

Grindhouse: İstismar filmlerinin seyircilere sunulduğu sinema salonlarına verilen ad. 1960’larda popülerleşen bu salonlar 70’lerde zirve yapıyor, 80’lerde ise videonun ortaya çıkışı sonucu popülerliklerini yitiriyorlar.

Double feature: Bir sinema salonunun, tek film fiyatına iki film göstermesine verilen ad.

"Grindhouse"un posterine baktığımızda üstünde "A Rodriguez/Tarantino Double Feature" ve "Two great movies for the price of one!" ifadelerini görüyoruz.



Tarantino ve Rodriguez ikilisi, istedikleri Grindhouse konseptinin oyuncular tarafından tam olarak kavranılması için oyuncu ekibine “Torso” (1973) ve “Zombie” (1979) filmlerini “double feature” olarak izletmişler.



İşte bu tanımladığımız konseptlerden beslenen ve onlara nostaljik göndermelerle dolu olan “Grindhouse” projesi, “Planet Terror” (Robert Rodriguez) ve “Death Proof” (Quentin Tarantino) adlı iki ana filmden oluşuyor. Bu filmlerin aralarında ise dört tane sahte fragman görüyoruz: “Machete”, “Werewolf Women of the SS”, “Don’t”, “Thanksgiving”.

Şimdi bu bölümlerin her birini, filmin akışı içerisinde gördüğümüz sıraya göre tek tek inceleyelim. Bu incelemedeki temel amacım, bölümlerin her birinde eski istismar filmlerinden hangilerine ne tür göndermeler olduğunu saptamak ve böylece “Grindhouse”un metinlerarasılığını ve nostaljik saygı duruşunu ortaya çıkarmak:

MACHETE – ROBERT RODRIGUEZ
- Peder karakteri ateş etmeden önce “Tanrı affeder, ben affetmem!” diyor. Bu cümle, “God Forgives… I Don’t!” filmine bir gönderme.



- Rodriguez’in bu sahte fragmanı daha sonra gerçek bir filme dönüştürdüğünü de belirtelim: “Machete” (2010).



PLANET TERROR – ROBERT RODRIGUEZ
- Filmde Bruce Willis’in küçük bir rolde yer alması, eski Grindhouse filmlerine bir gönderme. Bu filmler çok ucuz bütçeli filmler olmalarına rağmen bazen ünlü yıldızları bir günlüğüne tutarlar ve onlarla çektikleri sahneleri filme serpiştirirlerdi. Ünlü yıldız filmde çok az görünse de posterlerde ismi ve resmi yer alırdı bir pazarlama taktiği olarak.



WEREWOLF WOMEN OF THE S.S. – ROB ZOMBIE
- Filmin adı ve konsepti, “Ilsa: She Wolf of the SS” (1975) filmine ve onun gibi “nazisploitation” filmlerine bir gönderme.



- Nicolas Cage’i Fu Manchu rolünde görüyoruz. Bu karakterin aslında uzun bir sinemasal yolculuğu var: “The Mysterious Dr. Fu Manchu” (1929)  filminde Warner Oland, “The Mask of Fu Manchu” (1932) filminde Boris Karloff, “Drums of Fu Manchu” (1940) filminde Henry Brandon, “The Face of Fu Manchu” (1965) filminde Christopher Lee tarafından canlandırılıyor.




DON’T – EDGAR WRIGHT
- Bu fragman için “Torso” (1973) filminin fragmanından esinlenilmiş. O fragmanda “torso” kelimesinin sürekli tekrar edilmesi gibi bunda da “don’t” kelimesi sürekli tekrar ediliyor. Ayrıca yönetmen Edgar Wright, “Suspiria” (1977) filminden esinlendiğini belirtmiş.



- İsminde “Don’t” ifadesi geçen birçok gerçek korku filmine de gönderme yapılmış, örneğin “Don’t Look in the Basement” (1973), “Don’t Open the Door” (1974), “Don’t Go in the House” (1979) gibi. Fragmanda bizzat “Eve girmeyin.”, “Kapıyı açmayın.”, “Bodrum katına bakmayın.” Şeklinde ifadeler mevcut.



THANKSGIVING – ELI ROTH
- Bu fragman için “Halloween” (1978) filminin orijinal fragmanından esinlenilmiş.



DEATH PROOF - QUENTIN TARANTINO
- Tarantino’nun filminin başrolünde Kurt Russell var, ki kendisinin seçilmiş olması hiç tesadüf değil. Kendisi 1980’lerde efsane yönetmen John Carpenter’ın “Escape from New York” (1981), “The Thing” (1982), “Big Trouble in Little China” (1986) gibi kült filmlerdinde rol almıştı. (Tarantino daha sonra Russell ile “The Hateful Eight” (2015) filminde de birlikte çalıştı ve bu filmin temel ilham kaynağının “The Thing” olduğunu belirtti.) “Death Proof”un bir sahnesinde, Kurt Russell’ın “Big Trouble in Little China” filminde giydiği tişört bir barın duvarında asılı olarak görünüyor.



- Jordan Ladd’in karakterinin giydiği tişörtün üzerinde “Faster, Pussycat! Kill! Kill!” (1965) filminin posteri var.


EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

25 Ocak 2018 Perşembe

STRANGER THINGS 2 (2017) - EMRE KARA


“Stranger Things”in yeni sezonu, ilk sezondaki olaylardan bir yıl sonrasını ele alıyor. Yeni sezonda önemli yenilikler mevcut. Öncelikle ilk sezonun büyük kısmında kayıp olduğu için pek görmediğimiz Will karakteri (Noah Schnapp) bu sezonda önemli bir karakter haline geliyor ve çocuklar ekibine yeniden dahil oluyor. Ekibe aynı zamanda yeni bir kız da katılıyor; Max (Sadie Sink). Max’in üvey ağabeyi Billy (Dacre Montgomery) de önemli bir karakter olarak diziye ekleniyor. Billy, birçok Stephen King uyarlamasında gördüğümüz (Stand by Me, It gibi) salt kötü zorba karakterleri anımsatıyor. Böyle bir karakterin diziye eklenmesi önemli bir detay çünkü aslında Duffer kardeşler en başta Steve (Joe Keery) karakterini böyle hayal etmişler ama dizi ilerledikçe Steve aslında hayli sevilebilir bir karaktere dönüştü ve bir kötü adam boşluğu oluşmuştu. Billy de bu boşluğu dolduruyor gibi. Ancak Billy de çok dümdüz, tek boyutlu bir karakter değil. Gizemli, nüanslı, soru işaretli birçok yönü var. Steve’in önceki sezondan daha önemli ve etkili bir karaktere dönüştüğünü de belirtelim. Bir diğer önemli karakter, Joyce’un (Winona Ryder) yeni sevgilisi Bob (Sean Astin). Sean Astin’in seçilmesi de tesadüf değil. Kendisi kült 80’ler filmi “The Goonies”in (1985) baş çocuk yıldızıydı. Aynı zamanda “The Lord of the Rings” üçlemesinde de Sam karakterini canlandırmıştı, ki Duffer kardeşler için bu seri de önemli bir ilham kaynağı. Yeni karakterler arasında bir başka önemli isim de Dr. Sam Owens (Paul Reiser). Reiser “Aliens” (1986) filminde oynamıştı. Dr. Sam Owens karakteri, önceki sezonda Matthew Modine’in oynadığı Dr. Martin Brenner karakterinin yerine getirilmiş gibi görünüyor. Bir karanlık doktordan diğerine.

Şimdi en eğlenceli bölüme geçelim. Bu sezonda kült 70’ler ve 80’ler filmlerinin hangilerine referanslar mevcut? Buraya en önemlilerini sıraladım:

- Diziye yeni katılan kızımızın adı Maxine, kısaca Max. Atari oyunlarında kullandığı takma ad Mad Max. “Mad Max” (1979), Mel Gibson’ın oynadığı Avustralya filmi.

- Max kaykayda usta bir kız. Bu yönden “Back to the Future” (1985) filminin başkarakteri Marty McFly’ı anımsatıyor.

- Dizinin ikinci bölümü Cadılar Bayramı gününde geçiyor. Steve ve Nancy bir partiye “Risky Business” (1983) filmindeki başkarakterlerin kılığında gidiyorlar.


- Yine Cadılar Bayramı’nda dörtlü ekibimiz “Ghostbusters” (1984) kostümleri giyiyorlar.


- Max ise “Halloween” (1978) filminin katili Michael Myers maskesi takıyor.


- Beşinci bölümde Will haritamsı resimler yaptıktan sonra Hopper’ı bulacakları yeri belli ediyor ve Joyce bu yerin üstüne kırmızı bir çarpı çiziyor. Bob buna bakıp orada bir korsan hazinesi mi aradıklarını soruyor. Bu, Bob’u oynayan Sean Astin’in “The Goonies” (1985) filmine bir gönderme; filmde bir korsan hazinesi aranıyor.

- Sezonun son bölümlerinde laboratuar içerisinde insanlarla Demogorgon’ların savaşını izliyoruz. Bu bölümlerdeki yaratıklar, aksiyon, görsel stil “Aliens” (1986) filmini anımsatıyor.


“Stranger Things”in ikinci sezonu tam gaz muhteşemliği sürdürüyor. Duffer kardeşler dizinin toplam 4 sezon sürmesini planladıklarını söylemişler. Bu sezonla yarılamış olduk yani, üzücü. İzleyin efendim.

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

21 Ocak 2018 Pazar

TARKOVSKİ: MÜZİK İLE ŞİİR ARASINDA - MEHMET TOYRAN

Tarkovski ile ilk kez Rüya Sineması kitabını okurken tanışmıştım. Tasavvuf geleneğine vakıf olan yazar, Yeşilçam sineması ekseninde akıp giderken Ayşe Şasa’dan dem vuruyor, Tarkovski’ye sık sık atıfta bulunuyor, sinema/rüya-zaman ilişkisi hususunda da Mühürlenmiş Zaman kitabını mihenk taşı olarak görüyordu. “Nostalgia ve Kurban filmlerini izledikten sonra girdiğim bütün sinema filmlerinden lanet okuyarak çıktım.” mealinde sözler sarf etmekten de beri durmuyordu. Belli ki yazar, "Sanat bir yakarma, bir dua biçimidir ve insan yalnızca duasıyla yaşar." sözlerinin sahibine ve eserlerine bigâne kalmamıştı. Tarkovski’ye bigâne kalmayan ve filmlerine kıymet verdiğim Bergman’ın da “Birden kendimi anahtarları o zamana kadar bana hiç verilmemiş bir odanın kapısında buldum. Benim her zaman girmek istediğim, onunsa rahatça, elini kolunu sallayarak dolaştığı bir odaydı bu.” sözleri benim de o odanın kapısını çalmam gereğini kaçınılmaz kılıyordu. Vakit seher vakti değil çaldığımız kapı yâr kapısı değildi lakin sinemadan; şiire, müziğe ve felsefeye açılan bir kapının önünde durduğumu da hissedebiliyordum…

Filmlerini izlemeden, kitaplarını ve röportajlarını okumadan sevmeye başlamıştım bile yönetmeni. Bazen böyledir, sevmek konusundaki önyargılarımız bize istikamet tayin eder. Bu istikamete kendimi teslim edip yönetmenin 7 güzel filmini izlemiş; Mühürlenmiş Zaman, Zaman Zaman İçinde ve Şiirsel Sinema kitaplarını da okumayı ihmal etmemiştim. Sanatçı, diğer büyük sanatçılar gibi izaha ihtiyacı olmasa da eserlerini ortaya koyma motivasyonunu açıklayabiliyor, fikriyatını böylelikle sağlam temellere oturtabiliyordu. “Kabuğunun içindeki kaplumbağa gibi, biz de ruhlarımızın evini taşıyoruz.” bilincindeki yönetmenin filmleri bende “bir acı kök tadı” bırakmıştı. Rahatsız eden, düşündüren, hissettiren bu tatla birlikte Tarkovski’yi bir köşeye, başköşeye kaldırmıştım. Ta ki Londra’daki “Institute of Contemporary Art” adlı organizasyonun Tarkovski filmleri gösterimine iştirak edip filmlerini tekrar izleyene dek…

Ben fani için zaman mühürlenmemiş, aradan uzun yıllar geçmişti. Yönetmenin filmlerini ikinci kez izliyor olmak, sanat metinlerinin doğurganlığı gerçeği ile akıp giden zaman arasındaki “ben” çatışmasını alevlendirdi. Bu alevden geriye ve zaman mühürlensin diye Ayna, Nostalgia ve Kurban filmlerinin bendeki şu çağrışımları kaldı…

Dünyanın her yerinde her çocuk kekemedir ve hikâyesini yonta yonta büyük bir adama dönüşüverir, dili çözülüverir. Ayna filmi işte böyle bir budanmışlığın şiiridir. Yönetmenin hafızasındaki çocukluk anıları ansızın dile gelmiş gibidir, hepimizin anıları gibi dağınık ve çağrışımsal. Hikâyeler hayatları şekillendirmektedir, hayatlar hikâyeleri... Tarkovski “Bütün sanat eserleri belleğe dayanır, belleği billursu bir hale getirmenin, somutlaştırmanın araçlarıdır. Bir ağacın üzerindeki bir böcek misali, sanatçı da bir asalak gibi çocukluğundan beslenir. Sonra biriktirdiklerini harcar, yetişkin olur, olgunluğu da son noktadır.” der. Çocukluğundan beslenen yönetmenin bu filmi hayatının şiiri, yani annesi hakkındadır. O şiirin elementleri anasır-ı erbaa’yı bünyesinde barındırır ama özü hassaten topraktır. Tarkovski’de anne Doğululara ait bir içgüdü ile toprak gibidir, toprak da anne. Toprağı koklamamız belki de bu sebeptendir.



Sinema tarihinin zirve filmlerinden biri olarak kabul ettiğim Ayna, hatıraların azizliğine vurgu açısından fikrimce Türk edebiyatında Olvido şiirine karşılık gelmektedir.

Dalga dalga hücum edip pişmanlıklar
Unutuşun o tunç kapısını zorlar
İşte, doğduğun eski evdesin birden
Yolunu gözlüyor lamba ve merdiven,
Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşik
Ve cümle yitikler, mağlûplar, mahzunlar...

Yitikler kaybolduğu yerlerin, mağluplar acılarının, mahzunlar hüzünlerinin ve zamanın izini sürerler. Ve onlarda zaman, filmdeki fincan buharının yok oluş anı gibi, zaman içinde erir gider…

Eriyip giden zaman bizim için de Tarkovski için de Nostalji sebebidir. “Hasta bir adamın kendi röntgenine bakması gibi.” demekten kendini alamamıştır filmini izleyince. “Aynada iskeletini görmek gibi” az insana nasip olabilecek bir iç yolculuğunun geldiği son nokta yanmak, “yanmakta huzur bulmak”tır. Tasavvufla alakası olmadığı kesin olan yönetmen, “Var olmak için yok olmak gerekir.” hakikatini nasıl da hissedebilmektedir? Domenico efsane tiradı çekip kendini yakmasa filmdeki alter egosu şair, muradının şem’ini yakmayı beceremeyecektir. Dövüş Kulübü’nde kendini azat etmek isteyen kahramanın, Tyler’ı öldürmesi gibi.



Bu hissiyatla ve yoğun düşüncelerle bindiğim Londra metrosunda aniden öksürmeye başlamıştım. Bireyci hayatın zirvesi olarak bildiğim bu memlekette yanımda oturan siyahî kadın çantasından çıkardığı bir şişe suyu bana uzattı. Filmdeki şairin mum taşırken beslediği umut bende de yeşerdi. İnsan yerin altında da üstünde de insandı…

İnsanoğlu dinle!
Senin içinde su, ateş
Ve sonra kül…
Ve külün içindeki kemikler.
Kemikler ve küller...
Gerçekliğin içinde veya
Hayalimde değilken, ben neredeyim?
İşte yeni anlaşmam:
Geceleri güneşli olmalı
Ve ağustos da karlı.
Büyük şeyler sona erer,
Küçük şeyler baki kalır.
Toplum böylesine parçalanmaktansa,
Yeniden bir araya gelmeli.
Sadece doğaya bak,
Hayatın ne kadar basit olduğunu göreceksin.
Bir zamanlar olduğumuz yere dönmeliyiz;
Yanlış tarafa döndüğümüz noktaya.
Hayatın ana temellerine geri dönmeliyiz,
Suları kirletmeden.
Deli bir adam size
Kendinizden utanmanızı söylüyorsa,
Ne biçim bir dünyadır burası!

Bu tiradın bittiği yerde duvarında 1+1=1 yazan Domenico kendini kurban eder. Bir sadık köpek haricinde insanlar Kurban’a karşı umursamazdır. Hakikaten “Ne biçim bir dünyadır burası!” dedirten yönetmen artık kanserdir ve son kez kamera karşısına geçer. İşte bu son film Kurban, benim için hüzünlü bir hikâyenin, iç oyan bir trajedinin adıdır. Tarkovski filmi umuda, oğluna, belki de tüm çocuklara adamıştır ancak bu filmin bendeki çağrışımı Bir Adam Yaratmak’tır. Hakikati arayan iki adamın hikâyesindeki benzerlikler ile iki eseri bitirdiğimde hissettiğim hüzün aynıdır.

Kendini incir ağacına asıp kurban etmek isteyen Hüsrev şöyle der:

HÜSREV: Kim kesti bahçedeki incir ağacını? 
OSMAN: Ben kestim efendim. 
HÜSREV: Kim söyledi kesmeni? 
OSMAN: Hanımefendi emrettiler. 
HÜSREV: Ne çıkar bir aciz inciri kurutmaktan? Hanımefendiye söyle! Sana emretsin. İçimdeki ağacı kes! O aciz değil çok kuvvetli.



İçimizdeki ağaç… İhtimal ki kesilen bu incir ağacı Kurban filminde çocuğun yeşertmeye çalıştığı kurumuş ağaçtır. Akıl sahipleri hayatlarına devam ediyorken iki Kurban, akıl hastanesinin yolunu tutmuştur bile…

HÜSREV: Allahaısmarladık anne!
ULVÎYE: Hüsrev! Sen gidersen öldürürüm kendimi.
HÜSREV: (En hazin tonuyla.) Anne! Bırak beni bu cemiyet içinde yaşamayım. Bir kolumda sen, birinde Selma, tımarhanede ölmek istiyorum. (Hüsrev döner, sağdaki kapıya doğru birkaç adım atar. Durur, kapıdaki birinci, ikinci sivil memurlara bakar.)
HÜSREV: (Memurlara) Geçin iki yanıma, memur beyler! (Memurlar Hüsrev’in iki yanına geçerler. Hüsrev zahmetle kapıya doğru yürür.)
ULVİYE: (Basını kaldırmış çığlık koparıyor) Evlâdım! Gitme! Gitme!
HÜSREV: (Durur, başını arkaya çevirir.) Ne yapayım anne! Kestiniz incir ağacını!

PERDE

MEHMET TOYRAN

13 Ocak 2018 Cumartesi

EN İYİ OYUNCU KADROSUNA SAHİP FİLMLER - EMRE KARA



Bir filmin başarısını ve kalitesini etkileyen birçok faktör vardır şüphesiz. Senaryo, yönetim, görsellik, teknik özellikler gibi. Oyuncuların performansları da elbette oldukça etkilidir. Filmlerin posterlerinde en çok oyuncular pazarlanır, ortalama bir sinema izleyicisinin en yakın bağ kuracağı isimler bu ünlü yüzlerdir çünkü. Ticari bir başarının yanı sıra iyi oyuncular teknik bir başarıyı da beraberinde getirir çünkü kağıt üstünde yazılı olan karakterleri ete kemiğe büründüren, repliklere duygu ve insanlık katan onlardır. Çok sayıda kaliteli oyuncuyu bir araya getiren filmler ise tadından yenmez ve diğer yönleri de kuvvetliyse başarılı olmaları kesin gibidir. Bu listede en iyi oyuncu kadrosuna sahip olduğunu düşündüğüm bir dizi filmi titizlikle seçerek bir araya getirdim. Oyuncuların bireysel olarak başarılı isimler olmasının yanı sıra toplu bir kadro olarak da zengin bir çeşitleme sunuyor olmalarını kriter olarak aldım. Seçimlerim şu şekilde:

1. THE PLAYER (1992) ROBERT ALTMAN
Robert Altman’ın bu filminin öyküsü Hollywood dünyasında geçtiği için kadrosunun da tam bir yıldızlar geçidi olmasına şaşmamak gerek. Filmin başrolünde Tim Robbins var. Yan rollerde Vincent D’Onofrio ve Jeremy Piven gibi isimlerin olduğu filmde birçok ünlü oyuncu da kendisini canlandırıyor: Anjelica Huston, Bruce Willis Jack Lemmon, James Coburn, Jeff Goldblum, John Cusack, Julia Roberts, Nick Nolte, Scott Glenn, Susan Sarandon, gibi.

2. HARRY POTTER AND THE DEATHLY HALLOWS: PART2 (2011) DAVID YATES
Harry Potter serisi, her yeni filmde yeni oyuncuların eklenmesiyle kadroyu sistematik olarak genişlettiği için bu listeye serinin en son filmini koydum. Filmde Alan Rickman, Ciaran Hinds, Domhnall Gleeson, Emma Thompson, Gary Oldman, Helena Bonham Carter, Jim Broadbent, John Hurt, Maggie Smith, Michael Gambon, Ralph Fiennes, Timothy Spall gibi hayli başarılı isimler var.

3. PARIS, I LOVE YOU (2006) ÇEŞİTLİ YÖNETMENLER
22 farklı yönetmenin imzası bulunan film bir dizi kısa filmin bir araya getirilmesinden oluşuyor. Hal böyleyken her kısa segmentin kendine ait ünlü yıldızları var. Tüm kısa segmentleri bir bütün olarak düşündüğümüzde de ortaya dev bir kadro çıkıyor. Bob Hoskins, Emily Mortimer, Gerard Depardieu, Maggie Gyllenhaal, Margo Martindale, Miranda Richardson, Natalie Portman, Nick Nolte, Steve Buscemi, Willem Dafoe gibi isimler filmin oyuncuları arasındalar.

4. THE GRAND BUDAPEST HOTEL (2014) WES ANDERSON
Wes Anderson’ın bu muhteşem filminde Bill Murray, Bob Balaban, Edward Norton, Harvey Keitel, Jeff Goldblum, Jude Law, Ralph Fiennes, Tilda Swinton, Tom Wilkinson, Willem Dafoe gibi oyuncular bir arada.

5. COLD MOUNTAIN (2003) ANTHONY MINGHELLA
Başrollerinde Nicole Kidman ve Jude Law’un oynadığı filmin yan rollerinde Brendan Gleeson, Cillian Murphy, Donald Sutherland, James Rebhorn, Jena Malone, Natalie Portman, Philip Seymour Hoffman gibi isimler var.

6. LOVE ACTUALLY (2003) RICHARD CURTIS
Bir dizi aşk öyküsünün bir araya getirildiği bu filmde Alan Rickman, Bill Nighy, Billy Bob Thornton, Chiwetel Ejiofor, Colin Firth, Emma Thompson, Hugh Grant, Laura Linney, Liam Neeson gibi isimler bir arada.

7. SHUTTER ISLAND (2010) MARTIN SCORSESE
Muhteşem Scorsese’nin muhteşem filmlerinden biri olan “Shutter Island”ın başrolünde Leonardo Di Caprio var. Ben Kingsley, Elias Koteas, Emily Mortimer, John Carroll Lynch, Mark Ruffalo, Max von Sydow, Michelle Williams, Patricia Clarkson gibi başarılı isimler kadronun diğer üyeleri arasında.

8. THE DARK KNIGHT RISES (2012) CHRISTOPHER NOLAN
Christopher Nolan’ın Batman üçlemesinin her filminin kadrosu oldukça iyi ama bu son film en geniş kadroya sahip olanı. Christian Bale, Cillian Murpy, Gary Oldman, Joseph Gordon-Levitt, Liam Neeson, Marion Cotillard, Michael Caine, Morgan Freeman, Tom Hardy bir araya geliyor.

9. BOB ROBERTS (1992) TIM ROBBINS
Başroldeki Tim Robbins’e Alan Rickman, Bob Balaban, David Strathairn, Giancarlo Esposito, Jeremy Piven, John Cusack ve Susan Sarandon eşlik ediyor.

10. HAMLET (1996) KENNETH BRANAGH
Kenneth Branagh’nın bu 4 saatlik dev Shakespeare prodüksiyonunda Charlton Heston, Gerard Depardieu, Jack Lemmon, Judi Dench, Julie Christie, Kate Winslet, Robin Williams, Timothy Spall gibi isimler bir arada.

11. BOOGIE NIGHTS (1997) PAUL THOMAS ANDERSON
70’ler/80’ler porno endüstrisini ele alan filmin başrolündeki Mark Wahlberg’e Alfred Molina, Don Cheadle, John C. Reilly, Julianne Moore, Philip Baker Hall, Philip Seymour Hoffman, William H. Macy gibi isimler eşlik ediyor.

12. MAGNOLIA (1999) PAUL THOMAS ANDERSON
Paul Thomas Anderson’ın “Boogie Nights”tan sonra çektiği “Magnolia”nın kadrosu, o filmin kadrosuna oldukça benzerlik gösteriyor. İç içe geçen hayatlar temalı filmlerin en iyilerinden biri olan “Magnolia”nın başrolündeki Tom Cruise’a Alfred Molina, John C. Reilly, Julianne Moore, Michael Murphy, Philip Baker Hall, Philip Seymour Hoffman, William H. Macy eşlik ediyor.

13. THE HOURS (2002) STEPHEN DALDRY
Başrollerinde üç muhteşem kadının; Meryl Streep, Nicole Kidman ve Julianne Moore’un oynadığı filmin yan rollerinde de Ed Harris, Jeff Daniels, John C. Reilly, Margo Martindale, Miranda Richardson gibi önemli oyuncular var.

HONORABLE MENTIONS :)
- Hannah and Her Sisters (1986) Woody Allen
- JFK (1991) Oliver Stone
- Heat (1995) Michael Mann
- The Thin Red Line (1998) Terrence Malick
- The Aviator (2004) Martin Scorsese
- Zodiac (2007) David Fincher
- Moonrise Kingdom (2012) Wes Anderson
- The Avengers (2012) Joss Whedon
- August: Osage County (2013) John Wells

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

11 Ocak 2018 Perşembe

THE SHAPE OF WATER (2017) - EMRE KARA



“The Shape of Water” (2017), usta yönetmen Guillermo del Toro’nun son filmi. Gizli bir hükümet araştırma merkezinde temizlikçi olarak çalışan bir kadın ile yine bu merkezde tutulan bir sualtı yaratığı arasında gelişen ilişkiyi ele alıyor. Yönetmeni del Toro’ya Altın Küre kazandıran, Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan kazanan bu güzel filmi bazı açılardan ele alalım.

TÜRSEL KOMBİNASYONLAR
Film birçok sinemasal türü güzelce kombine ediyor. 1960’larde geçtiği için retro bir havası var. Bir su altı yaratığını içerdiği için fantastik bir film, hatta bazı az sayıda kanlı sahnesinde korku türüne de selam çakıyor. Yaratığı yok etmek isteyenlerle kurtarmak isteyenler arasında çekişmeli, komplolu, planlı bir olay örgüsü içerdiği için macera ve gerilim dolu sahneleri hayli fazla. Tüm bunların ötesinde hayli dramatik ve orijinal bir aşk öyküsü.

TARİHSEL ALTYAPI
Film 1960’ların başlarının Amerika’sında geçiyor ve o dönemin tarihsel ve sosyal gerçekliklerini ustaca öykünün içine dâhil ediyor: Amerika-Rusya arasındaki soğuk savaş, bu soğuk savaşın etkisiyle iki ülkenin bilimsel gelişme ve ilerleme alanlarında yaptıkları rekabet, Amerika’da siyahilere karşı ırkçılık gibi. Ayrıca belirtmeliyiz ki dönemin müzikleri de filme enfes bir biçimde yerleştirilmiş. (Filmin en iyi müzik dalında da Altın Küre kazandığını ekleyelim.)

İLHAM KAYNAKLARI & TASARIM SÜRECİ
Filmin masalsı bir yapısı var ve özellikle de “Güzel ve Çirkin” masalına bazı temel benzerlikler içermekte. Filmdeki yaratığın tasarımında “Creature from the Black Lagoon” (1954) filmindeki yaratıktan görsel olarak hayli esinlenilmiş. Yaratığın tasarımı dokuz ayı aşkın bir zaman almış ve yönetmen del Toro, bu filmin üzerinde çalıştığı en zor film olduğunu belirtmiş. Yaratığı canlandıran Doug Jones’un her gün yaratığa dönüşmek için üç saatlik bir süreçten geçmesi gerekmiş.

ÖTEKİLİK
Film ötekiliği temel bir tema olarak ele alıyor. Filmin ana karakterlerinin hemen hepsi şu ya da bu şekilde birer öteki. Esas kızımız Elisa dilsiz bir kadın. Ayrıca bebekken bulunmuş olan bir yetim. En yakın iş arkadaşı Zelda, 60’lar Amerika’sında siyahî bir kadın. Yan kapı komşusu Giles gey bir adam. Dr. Robert Hoffstetler Amerikalılar arasında çalışan bir Rus ajanı. Ama aynı zamanda Rus ekibi içerisinde de bir öteki. Gerek Amerikalılar gerek Ruslar yaratığı çeşitli amaçlarla yok etmeye çalışırlarken Dr. Robert onu anlamaya, çözümlemeye, bunun için de hayatta tutmaya çalışan bir bilim adamı. Tüm bu karakterlerin ötesinde elbette ki sualtı yaratığımız filmin en “öteki” karakteri. İnsanların acımasız dünyasında yakalanan, tutsak edilen, işkence gören başka bir tür yaratık. Her biri birer öteki olan bu karakterlerin karşısına ötekiyi dışlayan, sömürmeye ya da yok etmeye çalışan kötü karakterimiz Richard Strickland yerleştirilmiş. İlginçtir ki kendisi öteki olmayan her özelliğe sahip: beyaz, erkek, tipik Amerikan aile babası, güç sahibi. Bir sahnede Richard Zelda ile konuşurken “Tanrı insanlara benzer, sana ve bana, ama sanırım daha çok bana.” diyor mesela.

İLETİŞİM
Film, iletişim temasına da önem veriyor. Özellikle farklı olanlar arasındaki iletişim ya da bunun yokluğu. İletişimsizlik birçok sahnede mevcut: Mesela siyahî bir çift bir kafede oturmak istediklerinde beyaz garson onları hemen dışarı çıkarıyor. Zelda, sürekli olarak kocasının kendisini hiç anlamadığından yakınıyor. Giles cinsel kimliğini özgürce ifade edemediği için yalnız kalmış bir adam. Richard’ın da idealize edilen Amerikan banliyo ailesi yaşamının altında gizli olan bir öfke, sıkılmışlık ve nefret sezilebiliyor. Tüm bu iletişimsizlik ağı karşısında çok hoş iletişim örnekleri de var. Elisa ile Zelda, işçi sınıfına ait iki kadın olarak çok iyi bir iletişime ve dayanışmaya sahipler. Elisa ile Giles’ın komşuluk ilişkileri de çok şeker. Ama bunların da üstünde, Elisa ile yaratık muhteşem bir iletişim kurabiliyorlar. Üstelik bunun için dile ve kelimelere dahi ihtiyaç duymuyorlar. Yumurtalar, nesneler, el hareketleri ve dokunuşlar üzerinden kurulan bir iletişim bu. Daha saf ve yalın.

Bu masalsı, iç ısıtan güzel filmi en yakın zamanda izleyin derim. Oscar’larda da ses getirebilecek bir potansiyele sahip olduğunu ekleyelim. Muhteşem masallar anlatmakta usta olan Guillermo del Toro’ya da bir kez daha teşekkür edelim.

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

8 Ocak 2018 Pazartesi

LAST YEAR AT MARIENBAD (1961) - EMRE KARA


“Last Year at Marienbad” (1961), hem roman yazarı hem yönetmen olan Alain Robbe-Grillet tarafından senaryosu yazılmış ve Alain Resnais tarafından yönetilmiş bir Fransız filmi. Görkemli bir şatoda geçen filmin öyküsü, bir adamla bir kadının karşılaşması, adamın geçen sene tanışmış olduklarını iddia etmesi, kadının bunu hatırlamayıp reddetmesi, adamın sürekli olarak kadını ikna etmeye çalışması üzerine kurulu. Bu hayli ilginç, avangart, “mindfuck” olarak tasvir edilebilecek filmi birkaç başlık üzerinden kısa kısa ele almak istedim.

- SÜRREALİZM: Hafiften Lusi Bunuel’in tarzını andıran filmde sürreal elementler var. Adam kadına geçen yıl birlikte yaşadıklarını iddia ettiği şeyleri anlattıkça neyin geçmişe neyin şu ana, neyin gerçekliğe neyin adamın anlatısına ait olduğunun ayrımı yitiyor ve seyirci gördüğü şeyin zamansal, uzamsal ve gerçeklik değeri üzerine bir yargıda bulunamıyor.

- DÜŞSELLİK: Filmin düşsel anlatım tarzı, izlediğimiz her şeyin acaba karakterlerden birinin (adamın ya da kadının) zihninde geçen bir dizi düşsel imge olup olamayacağı sorusunu da ortaya çıkarıyor.

- BİLİNÇ AKIŞI: Öyküsünün gerektirdiği üzere parçacıklı bir kurguya sahip olan film, sahnelerin ve diyalogların birbirlerine bağlantılanma şekliyle bilinç akışı tekniğinin ilginç bir örneğini oluşturuyor.

- HAFIZA & ALGI: Film, sınırlı ve kusurlu varlıklar olarak biz insanların, kendi algımıza ve hafızamıza ne kadar güvenebileceğimiz sorusunu soruyor. İnsan kusurludur, unutabilir, o halde kadın unutmuş olabilir mi? İnsan kusurludur, geçmişi zihninde eğip büküp yeni bir forma sokabilir, o halde adam sanrılar yaşıyor olabilir mi?

- OBSESYON: Kadın, adam için net bir obsesyon. Geçen yıl tanıştıklarını iddia ettiği bu kadına, üzerinden bir yıl geçmiş olmasına rağmen halen bu kadar takıntılı olabilmesi ve onu, inanmamakta ısrar ettiği bir “gerçekliğe” inandırmak için bu kadar çaba sarf etmesi gerçekten ilginç.

- OYUNLAR: Filmde kadının kocası da önemli bir yan karakter ve bu tuhaf “aşk” öyküsünü daha da tuhaf bir üçgene dönüştürüyor. Kendisi bir kart oyununda sürekli kazandığını iddia ediyor ve bunu kanıtlıyor da. Esas adam ile oyunu oynadıkları birden fazla sahne mevcut ve esas adam hep yenilen taraf oluyor. Hatta aralarında çok ilginç bir diyalog geçiyor. Esas adam “Eğer asla yenilmiyorsan oyun oynamıyorsundur.” diyor, diğer adam da “Yenilme ihtimalim hep var, sadece hiç yenilmiyorum.” gibisinden bir cevap veriyor. Bu oyun aslında iki erkeğin birbirlerine kendilerini kanıtlama çabasının hoş bir metaforu.

- MİMARİ VE PEYZAJ: Film, içinde geçtiği şatonun ve çevresinin estetik güzelliğini ustaca kullanıyor. Salonlar, koridorlar, merdivenler, bahçeler, heykeller, havuzlar…

- ETKİLER: Filmin, kendisinden sonra yapılmış olan bazı filmlere ilham kaynağı olduğu söylenebilir. Bunlar arasında Kubrick’in “The Shining”i (1980) ya da Lynch’in “Inland Empire”ı (2006) sayılabilir.

Bu karmaşık ama hayli ilginç film üzerine yorumlarımı, yönetmen Alain Resnais’den bir alıntıyla bitireyim: “Benim için bu film, düşüncenin ve düşünsel süreçlerin karmaşıklığına yaklaşmak için ham ve ilkel bir çaba.”

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)