21 Ocak 2018 Pazar

TARKOVSKİ: MÜZİK İLE ŞİİR ARASINDA - MEHMET TOYRAN

Tarkovski ile ilk kez Rüya Sineması kitabını okurken tanışmıştım. Tasavvuf geleneğine vakıf olan yazar, Yeşilçam sineması ekseninde akıp giderken Ayşe Şasa’dan dem vuruyor, Tarkovski’ye sık sık atıfta bulunuyor, sinema/rüya-zaman ilişkisi hususunda da Mühürlenmiş Zaman kitabını mihenk taşı olarak görüyordu. “Nostalgia ve Kurban filmlerini izledikten sonra girdiğim bütün sinema filmlerinden lanet okuyarak çıktım.” mealinde sözler sarf etmekten de beri durmuyordu. Belli ki yazar, "Sanat bir yakarma, bir dua biçimidir ve insan yalnızca duasıyla yaşar." sözlerinin sahibine ve eserlerine bigâne kalmamıştı. Tarkovski’ye bigâne kalmayan ve filmlerine kıymet verdiğim Bergman’ın da “Birden kendimi anahtarları o zamana kadar bana hiç verilmemiş bir odanın kapısında buldum. Benim her zaman girmek istediğim, onunsa rahatça, elini kolunu sallayarak dolaştığı bir odaydı bu.” sözleri benim de o odanın kapısını çalmam gereğini kaçınılmaz kılıyordu. Vakit seher vakti değil çaldığımız kapı yâr kapısı değildi lakin sinemadan; şiire, müziğe ve felsefeye açılan bir kapının önünde durduğumu da hissedebiliyordum…

Filmlerini izlemeden, kitaplarını ve röportajlarını okumadan sevmeye başlamıştım bile yönetmeni. Bazen böyledir, sevmek konusundaki önyargılarımız bize istikamet tayin eder. Bu istikamete kendimi teslim edip yönetmenin 7 güzel filmini izlemiş; Mühürlenmiş Zaman, Zaman Zaman İçinde ve Şiirsel Sinema kitaplarını da okumayı ihmal etmemiştim. Sanatçı, diğer büyük sanatçılar gibi izaha ihtiyacı olmasa da eserlerini ortaya koyma motivasyonunu açıklayabiliyor, fikriyatını böylelikle sağlam temellere oturtabiliyordu. “Kabuğunun içindeki kaplumbağa gibi, biz de ruhlarımızın evini taşıyoruz.” bilincindeki yönetmenin filmleri bende “bir acı kök tadı” bırakmıştı. Rahatsız eden, düşündüren, hissettiren bu tatla birlikte Tarkovski’yi bir köşeye, başköşeye kaldırmıştım. Ta ki Londra’daki “Institute of Contemporary Art” adlı organizasyonun Tarkovski filmleri gösterimine iştirak edip filmlerini tekrar izleyene dek…

Ben fani için zaman mühürlenmemiş, aradan uzun yıllar geçmişti. Yönetmenin filmlerini ikinci kez izliyor olmak, sanat metinlerinin doğurganlığı gerçeği ile akıp giden zaman arasındaki “ben” çatışmasını alevlendirdi. Bu alevden geriye ve zaman mühürlensin diye Ayna, Nostalgia ve Kurban filmlerinin bendeki şu çağrışımları kaldı…

Dünyanın her yerinde her çocuk kekemedir ve hikâyesini yonta yonta büyük bir adama dönüşüverir, dili çözülüverir. Ayna filmi işte böyle bir budanmışlığın şiiridir. Yönetmenin hafızasındaki çocukluk anıları ansızın dile gelmiş gibidir, hepimizin anıları gibi dağınık ve çağrışımsal. Hikâyeler hayatları şekillendirmektedir, hayatlar hikâyeleri... Tarkovski “Bütün sanat eserleri belleğe dayanır, belleği billursu bir hale getirmenin, somutlaştırmanın araçlarıdır. Bir ağacın üzerindeki bir böcek misali, sanatçı da bir asalak gibi çocukluğundan beslenir. Sonra biriktirdiklerini harcar, yetişkin olur, olgunluğu da son noktadır.” der. Çocukluğundan beslenen yönetmenin bu filmi hayatının şiiri, yani annesi hakkındadır. O şiirin elementleri anasır-ı erbaa’yı bünyesinde barındırır ama özü hassaten topraktır. Tarkovski’de anne Doğululara ait bir içgüdü ile toprak gibidir, toprak da anne. Toprağı koklamamız belki de bu sebeptendir.



Sinema tarihinin zirve filmlerinden biri olarak kabul ettiğim Ayna, hatıraların azizliğine vurgu açısından fikrimce Türk edebiyatında Olvido şiirine karşılık gelmektedir.

Dalga dalga hücum edip pişmanlıklar
Unutuşun o tunç kapısını zorlar
İşte, doğduğun eski evdesin birden
Yolunu gözlüyor lamba ve merdiven,
Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşik
Ve cümle yitikler, mağlûplar, mahzunlar...

Yitikler kaybolduğu yerlerin, mağluplar acılarının, mahzunlar hüzünlerinin ve zamanın izini sürerler. Ve onlarda zaman, filmdeki fincan buharının yok oluş anı gibi, zaman içinde erir gider…

Eriyip giden zaman bizim için de Tarkovski için de Nostalji sebebidir. “Hasta bir adamın kendi röntgenine bakması gibi.” demekten kendini alamamıştır filmini izleyince. “Aynada iskeletini görmek gibi” az insana nasip olabilecek bir iç yolculuğunun geldiği son nokta yanmak, “yanmakta huzur bulmak”tır. Tasavvufla alakası olmadığı kesin olan yönetmen, “Var olmak için yok olmak gerekir.” hakikatini nasıl da hissedebilmektedir? Domenico efsane tiradı çekip kendini yakmasa filmdeki alter egosu şair, muradının şem’ini yakmayı beceremeyecektir. Dövüş Kulübü’nde kendini azat etmek isteyen kahramanın, Tyler’ı öldürmesi gibi.



Bu hissiyatla ve yoğun düşüncelerle bindiğim Londra metrosunda aniden öksürmeye başlamıştım. Bireyci hayatın zirvesi olarak bildiğim bu memlekette yanımda oturan siyahî kadın çantasından çıkardığı bir şişe suyu bana uzattı. Filmdeki şairin mum taşırken beslediği umut bende de yeşerdi. İnsan yerin altında da üstünde de insandı…

İnsanoğlu dinle!
Senin içinde su, ateş
Ve sonra kül…
Ve külün içindeki kemikler.
Kemikler ve küller...
Gerçekliğin içinde veya
Hayalimde değilken, ben neredeyim?
İşte yeni anlaşmam:
Geceleri güneşli olmalı
Ve ağustos da karlı.
Büyük şeyler sona erer,
Küçük şeyler baki kalır.
Toplum böylesine parçalanmaktansa,
Yeniden bir araya gelmeli.
Sadece doğaya bak,
Hayatın ne kadar basit olduğunu göreceksin.
Bir zamanlar olduğumuz yere dönmeliyiz;
Yanlış tarafa döndüğümüz noktaya.
Hayatın ana temellerine geri dönmeliyiz,
Suları kirletmeden.
Deli bir adam size
Kendinizden utanmanızı söylüyorsa,
Ne biçim bir dünyadır burası!

Bu tiradın bittiği yerde duvarında 1+1=1 yazan Domenico kendini kurban eder. Bir sadık köpek haricinde insanlar Kurban’a karşı umursamazdır. Hakikaten “Ne biçim bir dünyadır burası!” dedirten yönetmen artık kanserdir ve son kez kamera karşısına geçer. İşte bu son film Kurban, benim için hüzünlü bir hikâyenin, iç oyan bir trajedinin adıdır. Tarkovski filmi umuda, oğluna, belki de tüm çocuklara adamıştır ancak bu filmin bendeki çağrışımı Bir Adam Yaratmak’tır. Hakikati arayan iki adamın hikâyesindeki benzerlikler ile iki eseri bitirdiğimde hissettiğim hüzün aynıdır.

Kendini incir ağacına asıp kurban etmek isteyen Hüsrev şöyle der:

HÜSREV: Kim kesti bahçedeki incir ağacını? 
OSMAN: Ben kestim efendim. 
HÜSREV: Kim söyledi kesmeni? 
OSMAN: Hanımefendi emrettiler. 
HÜSREV: Ne çıkar bir aciz inciri kurutmaktan? Hanımefendiye söyle! Sana emretsin. İçimdeki ağacı kes! O aciz değil çok kuvvetli.



İçimizdeki ağaç… İhtimal ki kesilen bu incir ağacı Kurban filminde çocuğun yeşertmeye çalıştığı kurumuş ağaçtır. Akıl sahipleri hayatlarına devam ediyorken iki Kurban, akıl hastanesinin yolunu tutmuştur bile…

HÜSREV: Allahaısmarladık anne!
ULVÎYE: Hüsrev! Sen gidersen öldürürüm kendimi.
HÜSREV: (En hazin tonuyla.) Anne! Bırak beni bu cemiyet içinde yaşamayım. Bir kolumda sen, birinde Selma, tımarhanede ölmek istiyorum. (Hüsrev döner, sağdaki kapıya doğru birkaç adım atar. Durur, kapıdaki birinci, ikinci sivil memurlara bakar.)
HÜSREV: (Memurlara) Geçin iki yanıma, memur beyler! (Memurlar Hüsrev’in iki yanına geçerler. Hüsrev zahmetle kapıya doğru yürür.)
ULVİYE: (Basını kaldırmış çığlık koparıyor) Evlâdım! Gitme! Gitme!
HÜSREV: (Durur, başını arkaya çevirir.) Ne yapayım anne! Kestiniz incir ağacını!

PERDE

MEHMET TOYRAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder