20 Aralık 2015 Pazar

STAR WARS: THE FORCE AWAKENS (2015) - EMRE KARA


Evet, “Star Wars” serisinin yeni filmi büyük bir gümbürtüyle çıktı beyazperdeye. Filmin yönetmeni J.J. Abrams. Kendisi “Star Wars”a el atmadan evvel “Star Trek”e el atmıştı ve seriyi 2009 & 2013 yapımı iki filmle canlandırmıştı. Dolayısıyla bu film için uygun bir yönetmendi. Filmin dağıtımcısı ise, Lucasfilm’i satın almış olan Walt Disney Studios.

Öncelikle filmin doğuş öyküsüne bakalım. George Lucas serinin 9 filmden oluşmasını planlamış zaten en başında. Üçü 1977-1980-1983, üçü de prequel niteliğindeki 1999-2002-2005 yapımı filmler. Ancak son üçlü fikrinden vazgeçmiş Lucas, ta ki 2015’e kadar. Senarist Michael Arndt, Lucas’ın terk ettiği bu proje için hazırlamış olduğu öykü taslağını almış ve “The Force Awakens”ın senaryosunu yazmaya başlamış. Sonra projeyi terk etmiş ve senaryo J.J. Abrams ile Lawrence Kasdan tarafından son haline getirilmiş. Lawrence Kasdan zaten 1980 ve 1983 yapımı filmlerin de senaryosunu yazmıştı. “The Force Awakens” dolayısıyla 1983 yapımı “Return of the Jedi” filminin devam filmi niteliğinde, o filmdeki olayların 30 yıl sonrasında geçmekte. Filmlerin çıkış tarihleri arasında da 32 yıllık bir fark var zaten (1983-2015), dolayısıyla film gerçekliğiyle paralellik söz konusu. Aynı zamanda bu film serinin son filmi olmayacak. 2017 ve 2019’da yapılacak iki devam filmiyle bu son üçlemenin de tamamlanması bekleniyor.

Filmin görsel estetiğinin orijinal üçlemeye benzemesi için mümkün olduğunca bilgisayar üretimi efektler yerine gerçek mekânlar ve minyatür modeller kullanılmış. Mekânlar Birleşik Arap Emirlikleri’nden İzlanda’ya, İrlanda’dan İngiltere’ye çeşitlilik göstermekte. Müzikler de yine orijinal filmlerin müziğinin arkasındaki isim olan John Williams tarafından yapılmış. Orijinal üçlemeden üç büyük karakteri bu filmde de görme imkanı buluyoruz: Han Solo, Leia, ve Luke Skywalker. Bunun yanı sıra Chewbacca, R2-D2 ve C-3PO karakterleri de yeni filme taşınmış.

Film aynı zamanda en ilk “Star Wars” (1977) filmi ile birçok paralelliğe sahip. Her ikisinde de bir robota önemli bir plan emanet ediliyor: İlkinde R2-D2’ya Death Star’ın planları veriliyor, son filmde ise BB-8 adlı robota, Luke Skywalker’ın muhtemelen bulunduğu yerin planı veriliyor. İlk filmde R2-D2 çöl benzeri bir gezegende Luke Skywalker’la karşılaşıyor. Son filmde ise BB-8 yine çöl benzeri bir gezegende Rey ile karşılaşıyor. Dolayısıyla bu filmde Rey’in yeni bir tür Luke Skywalker figürü olarak karşımıza çıktığını söyleyebiliriz. Genç bir kadın karakteri böyle bir pozisyonda görmek seri için yenilikçi ve orijinal bir hamle olmuş. Rey karakterini 1992 doğumlu Daisy Ridley canlandırıyor. Kendisi bir İngiliz ve oynadığı ilk sinema filmi bu.

Filmin kötü adamlarına geçelim. Orijinal serideki “Galactic Empire”ın yerini bu filmde “First Order” alıyor. Esas kötü adamımız olarak da Darth Vader’ın yerini alacak şekilde Kylo Ren’i görmekteyiz. Kylo Ren, Darth Vader’a göre daha genç ve daha deneyimsiz bir figür, ama onun kadar karanlık tabi. Filmin çeşitli yerlerinde Darth Vader ile karşılaştırılıyor kendisi zaten. Aynı zamanda ilk filmdeki Death Star’ın yerini de bu filmde Starkiller Base alıyor. Tabi bu yeni zımbırtı eskisinden çok daha büyük, güçlü ve tehditkâr.

Bunların yanı sıra filmde iki yeni önemli karakter daha karşımıza çıkıyor: Bunlardan biri John Boyega’nın canlandırdığı Finn karakteri. Boyega, 1980 ve 1983 yapımı filmlerde izlediğimiz Billy Dee Williams’dan sonra ikinci bir önemli siyahî figür olarak karşımıza çıkıyor. Kendisi itaat etmeye programlanmış bir Stormtrooper iken isyan edip özgür biri olmaya karar veriyor, bu şekilde de direnişçilerle yolu kesişiyor zaten. Oynadığı karakterin kaderi ile siyahilerin tarihsel mücadelesi arasında paralellikler elbette kurulabilir. Boyega da 1992 doğumlu İngiliz bir oyuncu. İkinci önemli yeni karakterimiz de Oscar Isaac’ın canlandırdığı Poe Dameron karakteri. Finn ile Dameron karakterleri filmin başlarında kanka oluyorlar zaten.

“The Force Awakens” sinemalara girmeden birçok yerde biletleri tükenen, sinemaya girdiğinde ilk haftasında en etkileyici açılışı yapan, şu anda yine gişede muhteşem ilerlemekte olan bir film. Dolayısıyla 200 milyonluk dev bütçesini fazlasıyla çıkaracağa benzer. Eleştirmenler genelde 1977-1983 tarihli orijinal üçlemeye benzeterek filmi beğenmişler, ama bazıları da filmin ilk “Star Wars” (1977) filmine fazlaca benzediğini düşünmüş. Filmin aksiyon sahneleri, karakterleri, oyunculukları ve dramatik kurgusu takdir toplamış. Ben şahsen filme bayıldım ve bittiğinde gözlerim falan dolmuştu diyebilirim. :) Nostaljik bir tat verecek Star Wars evrenine geri dönme deneyimini geciktirmeyin.

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

18 Aralık 2015 Cuma

UZAY OPERASI - EMRE KARA

"Space opera" kavramını dilimize "uzay operası" diye çevirdim direk, fakat böyle deyince aklımıza bildiğimiz anlamıyla opera, müzik falan gelmesin. "Space opera" tahmin edilebileceği üzere bilimkurgu türünün bir alt türü. Bu alt türün ön plana çıkan özellikleri neler peki? Neredeyse tamamen uzayda geçmeleri, hayli güçlü olan iki taraf (iyi ve kötü) arasında mücadeleler ve uzay savaşları içermeleri, bolca melodramatik maceraya atılan ve risk alan romantik ve cesur kahramanlara sahip olmaları, ve elbette gelişmiş silahlar ve teknolojik araçlar ile füturist bir görselliğe sahip olmaları. Aklınıza hemen "Star Wars" serisinin geldiğini biliyorum, ki bunun olması çok doğru zaten. Tek bir örnek seçecek olsak sanırım bu "Star Wars" serisi olurdu.



Ancak sinemada "space opera"nın ilk örneği değil "Star Wars". Buster Crabbe'in canlandırdığı hayli ünlü baş karakteriyle aynı adı taşıyan "Flash Gordon" (1936) filmi ilk önemli örnek olarak gösterilebilir. Film tamı tamına 245 dk uzunlukta!



"Star Wars" serisinin yanı sıra bir başka seri daha önemli tabi, "Star Trek" serisi. Bu seri tamı tamına 12 film içeriyor ancak biz burada daha kalburüstü olanlarını dahil ettik listemize. Gerek "Star Wars" gerekse "Star Trek" serilerinin J.J. Ambrams tarafından yapılan filmlerle günümüze taşındığını da not düşelim. (Star Trek - 2009 & 2013, Star Wars - 2015)



"Space opera" hususunda Japon animelerini de unutmamak gerek tabi. Bu animeler çoğunlukla dizi olsalar da zaman zaman sinema filmleri de görmekteyiz ve bunları listemize dahil ettik.



Listemizdeki bir başka ilginç film ise, "space  opera" janrının hoş bir parodisi olan Mel Brooks filmi "Spaceballs" (1987). Mel Brooks zaten parodi filmleriyle tanınmakta. "Blazing Saddles" (1974) filmiyle western'leri, "High Anxiety" (1977) filmi ile Hitchcock gerilimlerini eline dolayan Brooks bu filmde de aynı muzipliği uzay operasına yapmakta.



Diğer kayda değer ve daha modern örnekler arasında "Stargate" (1994), "The Fifth Element" (1997), "Serenity" (2005), "Avatar" (2009) ve "Guardians of the Galaxy" (2014) filmlerini sayabiliriz.



İşte burada sinemanın en önemli "space opera" filmlerini derlediğimiz listemizi sunuyoruz. Güç sizinle olsun diyoruz, fazla uğraşmayın yine de, karanlık tarafa uçmayın. :)

1. Flash Gordon (1936) Frederick Stephani
2. Star Wars (1977) George Lucas
3. Galaxy Express 999 (1979) Rintaro
4. Star Wars: The Empire Strikes Back (1980) Irvin Kershner
5. Space Adventure Cobra (1982) Osamu Dezaki
6. Star Trek: The Wrath of Khan (1982) Nicholas Meyer
7. Star Wars: Return of the Jedi (1983) Richard Marquand
8. Macross (1984) Noboru Ishiguro & Shoji Kawamori
9. Star Trek IV: The Voyage Home (1986) Leonard Nimoy
10. Spaceballs (1987) Mel Brooks
11. Star Trek VI: The Undiscovered Country (1991) Nicholas Meyer
12. Stargate (1994) Roland Emmerich
13. Star Trek: First Contact (1996) Jonathan Frakes
14. Tenchi the Movie (1996) Hiroshi Negishi
15. The Fifth Element (1997) Luc Besson
16. Cowboy Bebop: The Movie (2001) Shinichiro Watanabe
17. Serenity (2005) Joss Whedon
18. Star Wars: Revenge of the Sith (2005) George Lucas
19. Avatar (2009) James Cameron
20. Star Trek (2009) J.J. Abrams
21. Star Trek Into Darkness (2013) J.J. Abrams
22. Guardians of the Galaxy (2014) James Gunn
23. Star Wars: The Force Awakens (2015) J.J. Abrams

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

16 Aralık 2015 Çarşamba

TÜRKİYE’NİN EN KÜLT KÖTÜ FİLMLERİ - EMRE KARA

DÜNYAYI KURTARAN ADAM (1982) ÇETİN İNANÇ
Filmin senaryosu ve başrolü Cüneyt Arkın’a ait. Arkın’a Aytekin Akkaya eşlik ediyor ve ikili uzak, çok uzak bir galaksiye yolculuk yapıyorlar. Türk sinemasında pek alışık olmadığımız bir şey yaparak bilimkurgu türüne el atıyor film. Tabii bunu yaparken görsel efekt içeren sahneler için “Star Wars” (1977) filminden görüntüler ödünç alıyor. Bunun yanı sıra “Sodom and Gomorrah” (1962) ve “The Magic Sword” (1962) filmlerinden de sahneler içermekte film. Filmin müzikleri de Amerikan filmlerinden alıntı: “Planet of the Apes” (1968), “The Black Hole” (1979), “Moonraker” (1979), “Flash Gordon” (1980) ve “Raiders of the Lost Ark” (1981) filmlerinin müzikleri kullanılıyor.

DÜNYAYI KURTARAN ADAM’IN OĞLU (2006) KARTAL TİBET
Orijinal filmden 24 sene sonra, elbette ki çok daha gelişmiş bir teknoloji ve ekonomik imkanlarla çekilen bu filmin yönetmen koltuğunda Kartal Tibet var ve Cüneyt Arkın’ı bu filmde de görmekteyiz. Onun oğlu rolünde ise Mehmet Ali Erbil var. Film Pascal Nouma’dan Deniz Seki’ye birçok ünlü ismi kadrosunda barındırıyor, bunlara bir Yeşilçam efsanesi olan Ayşen Gruda da dahil. Film şu anda IMDb’de “Tüm Zamanların En Kötü 100 Filmi” listesinde Top 10’da yer alarak bize haklı bir gurur yaşatmakta. :)

KELOĞLAN KARA PRENS’E KARŞI (2006) TAYFUN GÜNEYER
İyi karakter Keloğlan rolünde Mehmet Ali Erbil yer alırken kötü karakter Kara Prens rolünde de Özcan Deniz yer almakta. Can Kız rolünde Petek Dinçöz, Bal Kız rolünde Ahu Türkpençe var. Padişah rolünde Gazanfer Özcan, sultan rolünde Ayşen Gruda. Film neleri içermiyor ki: Külkedisi, Nasreddin Hoca, Robin Hood, Pamuk Prenses, Karagöz ve Hacivat, cüce, cadı, beyaz atlı prens, dev, cin, şeyh! Tam bir çorba yani, yerseniz. :) Aynı zamanda bazı Hollywood filmlerine tuhaf atıflar da bulunmakta. Bu film de yine IMDb Bottom listesinde Top 20’de. :)

EMRET KOMUTANIM: ŞAH MAT (2007) TANER AKVARDAR & MUSTAFA ALTIOKLAR
Yine ve yine Mehmet Ali Erbil! Film, “Emret Komutanım” (2005) adlı diziyi takiben çekilmiş. Kadrosunda birçok ünlü oyuncuyu barındırıyor. Bu film de yine IMDb Bottom listesinde Top 20’de.

RECEP İVEDİK (2008) TOGAN GÖKBAKAR
Çok seveni, hatta idol edineni olan bir karakter Recep İvedik, bunun kesinlikle ciddi olarak araştırılması gerek. (Ki sanıyorum üzerine araştırma yapanlar, makaleler yazanlar da oldu.) En büyük hayran kitlesi ergen ya da genç yetişkin orta sınıf mensubu erkeklerden oluşmakta. Belki de büyük bir kesimin sesi ve perdedeki görüntüsü olduğu için bu kadar çok sevildi ve tutuldu. Gülüşü taklit edildi, replikleri tekrar edildi, sahneleri anlatılıp gülündü. Filmin senaryosu Şahan Gökbahar ve Serkan Altuniğne’ye ait. Yönetmen koltuğunda ise Şahan’ın kardeşi Togan Gökbakar yer almakta. Film komedi türünde fakat yol filmi, tatil filmi ve aşk filmi elementleri de barındırmakta. Recep İvedik karakteri, Şahan Gökbakar’ın daha önce yaptığı “Dikkat Şahan Çıkabilir” (2005-2006) adlı TV programında canlandırdığı karakterlerden biri aslında. Ekonomik olarak başarılı olan film üç devam filmi getirdi peşinden. Bu filmlerde de yine Şahan & Togan Gökbakar ikilisi birlikte çalıştılar.

CELAL İLE CEREN (2013) TOGAN GÖKBAKAR

Şahan & Togan ikilisinin, Recep İvedik serisi dışındaki romantik komedi çalışmaları. Filme adını veren rolleri Şahan Gökbakar ile Ezgi Mola oynuyorlar. Celal, kaybettiğinden ötürü pişman olduğu Ceren’i yeniden kazanmaya çabalıyor. Bu yönden film ilk “Recep İvedik” filmini andırıyor, onda da çocukluk aşkını etkilemeye çalışan bir Recep görmekteydik.

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tük hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

6 Kasım 2015 Cuma

ANTICHRIST YA DA ANTİFEMİNİZM - SEMA BOZBEY

I. “Chaos reigns.”



Kaos ya da khaos kelime itibariyle dilimizde “boş uzam, boşluk, uçurum” anlamına gelir. Yunan mitolojisinde ise Khaos en başta evrende var olan bir boşluk durumudur. Erktir ve kendi kendinden Gaia’yı (toprak ana) oluşturmuştur. Gaia ve Khaos ise birleşerek Uranus’u (gökyüzü) oluştururlar ve Yunan mitolojisinde bu kaostan kosmosa, yani boşluktan düzene geçişi sembolize eder.

II.

Kadın’ın doğayla bir bütün olduğu birçok mistik öğretide ve gelenekte varlığını sürdüren bilindik bir hikâyedir. Peki kadınla doğa arasındaki bağlantı, ne derecede önemlidir? Kadının üretken ve doğurgan olması, her ay düzenli bir şekilde bedeninin yenilenmesi (period, adet, regl), memeli canlılarda annelik hissinin sonradan kazanılan bir duygu değil, doğuştan gelen bir içgüdü olması bunlara örnek gösterilebilir.

Burada aklıma bahsedilen film, yani Antichrist’ten gelen repliği hemen iliştirmek istiyorum.



“Doğa şeytanın mabedidir.”

Peki şeytan kimdir?

Burada ekofeminizm ve ataerkilliğin doğa üzerinde yaptığı tahribattan söz etmekte büyük fayda var.

Ekofeminizm, 70’li yılların kadın çevrelerinde ortaya çıkan bir görüş. Doğanın erkek şiddetinden ve tahakkümünden kurtulmasının yolunun kadın direnişinde yattığını savunan bir grup kadın, kadın ve doğanın birlikte özgürleşeceğine inanıp, doğayı kapitalist erkek sisteminden kurtarmak için konferanslar veriyor ve aktivist çalışmalar yapıyorlar.

III.

Antichrist filminin ilk sahnesinde cinsel birleşme esnasında çocuğunun camdan düşmek üzere olduğunu gören ve çocuğuna müdahale etmeyen bir anne vardır. Bir de tabii ki bundan hiç haberi olmayan baba. Filmde kadını “şehvet düşkünü” ya da “umursamaz” gösteren yegâne sahne budur. Amma velakin yönetmenimiz filmin ilerleyen dakikalarına seyirciye açık kapı bırakacak bir unsur yerleştirmiştir bile. Eski fotoğraflara bakan baba, çocuğuna ayakkabılarının sürekli ters giydirildiğini görür. Kadın, kendine yüklenen anne sorumluluğunu tümüyle kabul etmektense babanın da çocuk üzerinde bir sorumluluk sahibi olmasını ister. Ayakkabılarını sürekli ters giydirerek bilinçaltında kendini sürekli fark ettirme çabasındadır.

Filmin ilerleyen dakikalarında her zaman kadın cinselliğinin acı ve problem getirdiği, kadın şehvetinin zarar verici bir unsur olduğu seyirciye aktarılır. Burada Dücane Cündioğlu’nun “teolojik edebiyat” adlı yazısında kadın cinselliği ile ilgili söylediklerini hatırlamakta fayda var:

“Üreme eylemi ile bu eylemden alınan haz arasındaki bağlantıyı açıklamak bakımından klasik tıbla modern tıb arasında çok köklü bir karşıtlık vardır. Kadın cinselliği bu karşıtlığın tam ortasındadır. Galen'le birlikte klasik tıb, kadının haz almaması halinde üremenin gerçekleşemeyeceğine inanıyordu. Modern tıb ise, erkeğin tam da aksine, kadın cinselliğinde üreme ile cinsel haz arasında hiçbir alâka görmez. Yani kadının üremek için hazza ihtiyacı yoktur. Ama zavallı erkeğin vardır.

Antichrist'teki kadın (modern kadın), üremeyi değil, salt zevki seçtiği için "göz göre göre" yavrusunu (geleceği) kaybetti; sonra da kendisini (şimdi'yi)...”

Lars von Trier de Dücane Cündioğlu gibi, kadın cinselliğinin haz olmadan daha yalın ve daha “zararsız” olduğunu düşünüyor olmalı. Zira kadın üremesinin haz olmadan da var olacağı düşüncesini özellikle belirterek erkeği “zavallı” göstermek bir çeşit manipülasyondur. Bunu yüzyıllardır kadın üremesinin haz olamadan da gerçekleşebildiğini bilen erkeklerin nasıl kullandıklarına, kadına nasıl psikolojik/cinsel şiddet uyguladıklarına bakıldığında, yönetmenimize ve yazarımıza “zavallı” olanın hangi taraf olduğunu tekrar düşünmelerini önermekte fayda var. Cinsellikte kadının haz almadığı birleşmelerin, doğacak çocuğun cinsiyetinin erkek olmasında büyük etken olduğu ve bunun erkek tarafından eril topluluklarda kullanıldığı da pek bilinen bir rivayet değil?

Ayrıca Dücane Cündioğlu’na göre doğurganlık sahibi kadın üremek için yegâne üretime sahip olduğu için sanat ve edebiyat gibi üretken alanlara dokunup erkeğin sınırlı olarak kullandığı alanını elinden almamalıdır. Bunu ifade ediş şeklini ise “modern kadın” ile “anne” ayrımı yaparak yapmıştır. Hatta “annenin” anne olmak için cinsel hazza bile ihtiyacı olmadığını belirterek sözümona kadının haz almadığı cinselliği yüceltmiştir.

Lars von Trier’in de filmde yaptığı aynı şeydir. “Modern kadın” ve “anne” ayrımı yapmak. Hatta kadının anne olabilmek için hazlardan arındırılmış olması gerektiği yanılgısına düşmek.

Eğer bir kadın doğa ise yani doğurgan ise, bu ister hazla, ister haz olmadan olsun doğurgandır. Ve “şeytanın mabedinden” kadını ayıracak olan hiçbir şey yoktur. Haz almadan gerçekleştirilen üreme eylemi bile.

IV.

Kadının doğayla bir görülmesi Tanrı ve Doğa’nın karşıtlığından çıkar. Bunu Nietzsche şöyle ifade eder:

"Doğa kavramı, Tanrı'nın karşıt-kavramı olarak tayin edilince, doğa sözcüğünün kötücül anlamına gelmesi artık kaçınılmazdı.”

Bu tip yargılar bilinçaltında Tanrı’yı eril bir cinsiyete hapsetmiş olan düşünceler için mantıklı olabilir. Örneğin yukarıda bahsedilen Yunan mitolojisi örneği gibi. Hatırlarsak, erk olan Khaos kendinden dişil olan Gaia’yı oluşturup onunla birleşiyordu ve Uranus’u oluşturuyorlardı. Bu da boşluktan düzene geçişi sembolize ediyordu. Yani düzenin gelişi dişille (doğayla, doğurganla) mümkün olabiliyordu. İnsanoğlu kadını doğa ile eş gördüğünde erkek bunu kendisine karşıt olarak algılıyorsa bunun tek bir nedeni vardır: O da bilinçaltının oluşturduğu Tanrı algısının erkek olmasıdır.

Erkek bilinci güç istencinin ya da iktidar kaygısının getirdiği düşünce ile, kendini Tanrı’yla bir etmek, Tanrı’yla bir olmak ve onun yerine geçmek ister. Bir nevi en güçlü olmak. Bu bilince sahip olan eril, kendini doğaya (kendisi Tanrı olduğu için) ve kadına karşı olma sorumluluğunda hisseder. Çünkü onun erili Tanrı’dır yani kendisidir.

Antichrist filminde ise yönetmen, eril olan Tanrı’sına karşı olan doğayı yani kadını elinden geldiğince karşısına almıştır. Kadının üzerine yüklenen anne rolünün diğer her şeyden daha üstün olduğu ve babanın böyle bir sorumluluğunun bile olmadığı açıkça belirtilmiştir. Aylar öncesinden çocuğunun ayakkabılarının ters giydirilmiş olduğunu bile fark edemeyecek ilgisizlikteki baba, birden ilgili olmaya başlamıştır - ki çocuğunun ölümünden kendini sorumlu tutan anneyi sırf kendi akademik birikimine katkı sağlaması amacıyla terapi etmeye, açıkçası kullanmaya başlamıştır.

Kadın kahramanımız filmin son sahnesine kadar erkeğin ilgisine dâhil olmak istemiş, hatta onu kaybetme korkusuyla bacağına bir demir saplayarak çekip gitmesine bile engel olabileceğini düşünmüştür.

Fakat filmin sonunda görülür ki çocuğun ölümünden vicdan azabı duyan sadece kadındır ve bunun “tek” sorumlusu olan klitorisini keserek kendini cezalandırır. Erkek ise yapabildiği en iyi işi yapmaya çalışıp çekip gidecektir fakat üzerine doğru gelen kadın sürüsüne şahit oluruz. Bu ise filmin en manidar, en çarpıcı kısmıdır. Erkek kahramanımız ne kadar kaçarsa kaçsın baş etmesi gereken milyonlarca kadın vardır.

Filmde kadının özellikle cadılarla ve kadın cinayetleriyle ilgileniyor oluşunun ise Dücane Cündioğlu’nun da yaptığı “modern kadın” ve “anne” ayrımına bir gönderme olduğunu düşünüyorum. “Erkeklerin yapabildiğini yapan kadınlar, (filmde akademik araştırma ya da kültürel konularda analiz) anne rolünden uzaklaşıp haz ya da şehvetlerini daha çok önemseme çukuruna düşmeye mahkûmdur.” fikrinin verildiği açıkça görülüyor.

Filmde kadın karakteri doğayla özdeşleştirmek belki yanlış olmayabilir ama Nietzsche gibi kadın olan doğanın Tanrı’ya karşı olduğunu savunmak, bilinçaltında Tanrı’yı bir cinsiyete hapsetmiş olan ya da en baştan Tanrı’yı erkek olarak kabul eden inanışlar için geçerli olabilir. Ama bana göre “doğmamıştır, doğrulmamıştır” diyen bir inanışı benimseyip doğaya karşıt olduğunu savunmak ve doğanın da kadın olduğunu söylemek kendiyle çelişen bir ifadedir.

SEMA BOZBEY

05.11.2015

1 Kasım 2015 Pazar

GODARD & KARINA - EMRE KARA



















Jean-Luc Godard Fransız Yeni Dalgası'nın en önemli yönetmenlerinden biridir, Anna Karina ise yine bu akımın en ünlü yüzlerinden, çünkü kendisi Godard'ın ilham perisi, bir numaralı yıldızı, birçok filminin başrol kadını olmuştur. İkilinin romantik ve sinemasal öykülerine bir göz atalım.

- Karina, Godard’ın “Breathless” (1960) filminde figüranlık için başvuruda bulunur ama oynayacağı sahnede çıplak olması gerektiği için rolü reddeder. İkilinin tanışması bu şekilde gerçekleşmiş olur.

- Bir yıl sonra, 1961'de evlenirler. Ikilinin arasında 10 yaş vardır. Her ikisinin de ilk evliliğidir.


















- Aynı yıl birlikte “A Woman is a Woman” filmini çekerler. Bu film Godard’ın ikinci uzun metraj filmidir. Anna Karina’nın ise ilk filmi.


























- 1962’de birlikte Godard’ın üçüncü uzun metrajı olan “My Life to Live” filmini yaparlar.



















- 1963’te “Le Petit Soldat” filmini yaparlar, Godard’ın dördüncü uzun metrajı.

- 1964'te kendi film şirketlerini kurarlar: Anouchka Films. Aynı yıl birlikte “Band of Outsiders” filmini yaparlar.

- 1965'te “Alphaville” ve "Pierrot le Fou" filmlerinde birlikte çalışırlar.

































- 1966’da “Made in U.S.A.” filmi gelir. İkilinin birlikte yaptıkları son film bu olur.

- 1967’de ayrılırlar. Boşanmaları sonrası Karina üç farklı adamla evlenir, ki bunlardan sonuncusuyla hala evli. Godard ise iki farklı kadınla evlenir, ki ikincisiyle hala evli. Godard’ın evlendiği diğer kadınların da adları Anne.

ANNA KARINA’DAN JEAN-LUC GODARD ÜZERİNE SÖZLER
Bazı insanların senaryoları, senaryoları ve bir sürü senaryoları vardır, ve onları sürekli değiştirirler. Jean-Luc Godard’ın senaryoları yoktu ama her şey kalbinde ve beyninde yazılıydı. Size öyle bir şekilde açıklardı ki çekimden beş dakika önce diyalog elinize geçmiş olsa bile bir fikriniz olurdu, çünkü bir şeyleri size açıklamaya ve haraketleri sizinle birlikte yapmaya zaman ayırırdı. Hep çok fazla prova yapardık.


Jean-Luc Godard şöyle derdi: “Anlamıyor musun, bir insan işe gidiyorsa günde en az sekiz saat çalışacaktır. Neden gününün sekiz saatini aynanın karşısında kendini, yaptığın işi, ne kadar saçma ya da ne kadar iyi ya da ne kadar aptal olabileceğini ve bu gibi şeyleri görmek için çalışmaya ayırmıyorsun?” Elbette hepimizin bunu her gün yapmamız gerektiği konusunda haklıydı, çalışmıyorken bile, çünkü sonuçta herkes günde sekiz saat çalışıyor.

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde.

2 Ekim 2015 Cuma

THE VISIT (2015): 9:30'DAN SONRA DIŞARI ÇIKAN ÇOCUKLAR - EMRE KARA

- Anne, büyükannem ve büyükbabamla ilgili yanlış bir şeyler var.
- Onlar sadece… yaşlılar.



M. Night Shyamalan, “The Sixth Sense” (1999) ile kariyerinin başlarında efsane oldu ve sinema tarihinin en iyi filmlerinden birini çıkardı. Sonrasında “Unbreakable” (2000), “Signs” (2002) ve “The Village” (2004) gibi dikkat çekici filmler geldi. Bunların sonrasında yaptığı filmler ise kötü eleştiriler aldı ve pek beğenilmedi. Ama bence bu yılki filmi “The Visit” ile Shyamalan’ın dönüşü muhteşem olmuş. Üstelik bu film, yönetmenin en düşük bütçeli stüdyo filmi imiş. Son filmleri fazla stüdyo kontrollü olduğu için, kendisinin filmlerin son hallerini oluşturmasına izin verilmediği için bu filmi kendi parasıyla finanse etmiş, amacı bu filmle artistik kontrolü yeniden eline almakmış. İyi ki de böyle bir karar vermiş.

“The Visit”te hiç görmedikleri büyükanne-babalarını görmeye giden iki kardeşin öyküsünü izliyoruz: Becca ve Tyler. Çocukların annesi olan kadın, zamanında anne-babasıyla kavga ediyor evlenmek istediği adamı onaylamayışları nedeniyle, ve onlara karşı çıkarak evi terk ediyor. O zamandan beri ne kendisi görüşüyor anne-babasıyla, ne de çocukları tanıyor onları. Bu öykü iskeleti bakımından film V.C. Andrews’un “Flowers in the Attic” romanına son derece benziyor. Hatta Shyamalan bu kitabı okuduysa kesin esinlenme var derim ben. Gizemli yaşlılar ve bihaber iki kardeş.

Kardeşlerin anneleri olmaksızın bilinmez bir dünyaya yaptıkları giriş, filmin atmosferik tansiyonunu kuran bir an öyküde. Ağaçlar arasında, şehir hayatından uzak ev, sanki başka bir zamana ve dünyaya ait gibi. Tyler orada telefonunun çekmeyeceğinden ve mesajlaşamayacağından yakınıyor mesela. Ayrıca annelerinden ayrı olarak ilk defa yolculuğa çıkan çocukların, korunmalı, tanıdık ev ortamından uzaklaşmaları da var. Tabi yanlarına gittikleri yaşlıları daha önce hiç görmemiş olmaları, onların en nihayetinde birer “yabancı” olmaları da tansiyonu artıran şeyler.

Büyükanne ve baba onları sevgiyle karşılıyor, onlara güzel bir oda ve güzel yiyecekler sunuyor, fakat 9:30’dan sonra odalarından dışarı çıkmamalarını da salık veriyorlar. Öyküdeki gizemi ve gerilimi artıran bir başka faktör. Daha başka, daha yaşlı bir dünyanın parçası olan bu ev, aynı zamanda zihinsel ve psikolojik travmanın da bir beşiği. Büyükanne “sundowning” (günbatırma) adlı rahatsızlıktan muzdarip. Bu rahatsızlık, hastanın günbatımı sonrasında kafa karışıklığı, huzursuzluk ve akli dengesizlik tepkileri vermesiyle kendini gösteriyor. Aynı zamanda gerginlik, mod değişimleri, gürültüye karşı duyarlılık, sinirlilik, saldırganlık, zihinsel ve fiziksel yorgunluk, titreme, uykusuzluk, geceleri gezinme gibi tepkiler de söz konusu. Shyamalan, filminde muhteşem kadın oyuncusuyla (Deanna Dunagan) bu tür tepkileri başarılı birer gerilim unsuru olarak kullanmayı başarmış. “Sundowning” filmde o kadar önemli bir öge olarak yer alıyor ki filmin adının “Sundowning” olması bile düşünülmüş bir aşamada. Büyükbabada ise çoğu zaman tekinsiz bir suspusluk ve alttan alta kendini belli eden güçlü bir öfke var. Sokakta gördüğü adamın kendilerine baktığını düşünerek ona saldırması, paranoyak-saldırgan doğasını ele veriyor. Ayrıca birkaç akşam, üzerine güzel kıyafetler giyip bir davete gittiğini söylemesi, sonra davetin o gün olmadığını söyleyip elbiseleri geri çıkarması ya da Becca’ya, çalışırken iş yerinde yalnızca kendisinin gördüğü bir figürün olduğunu ve bunu anlatınca işten çıkarıldığını söylemesi de bu gizemli hallere ekleniyor. Ayrıca büyükbabanın altına tuvaletini yapması, yaşlı bezi kullanması detayı da birçok insanın alttan alta sahip olduğu “kirli ve sevimsiz yaşlı bedeni” fikrini seyirciye sunuyor.

Böyle tekinsiz, gizemli, karanlık bir biçimde bize sunulan yaşlılar var ama gençlerin dünyası da o kadar güllük gülistanlık değil. Babaları onları terk etmiş ve anneleriyle beraber bu travmayı aşmaya çalışıyorlar, özellikle Becca. Belki büyük kardeş olduğu için, belki o da bir kadın olduğu ve annesini daha iyi anladığı için. Bu travmaya karşı Becca’nın verdiği tepki duygularını dizginlemek, kendi inşa ettiği bir zırhın arkasına sığınmak, ve güçlü kalmaya çalışmak oluyor. Aynı zamanda bir sinemacı olmayı amaçlıyor, hatta yaşlıların evine giderken kamerasını yanına alıyor bir belgesel çekmek düşüncesiyle. Filmde gördüğümüz görüntülerin çoğu onun kamerasından. Yani film büyük ölçüde, son yıllarda popülaritesi iyice artan amatör kamera çekimli korku filmi furyasına da göz kırpıyor. Buna uyumlu olarak filmde efekt amaçlı müzik de kullanılmıyor. Ama bu amatör kamera kullanımı olayının yer yer parodisi de yapılıyor ve sürekli buna referanslarda bulunuluyor. Becca’nın kardeşini çekerken “Kameraya bakma. Normalde nasıl yapıyorsan öyle yap.” demesi ya da Tyler’ın “Şunu çekelim, bunu çekelim, filminde iyi durur.” demesi gibi. Hatta en önemli ironik dokunuş, Tyler’ın Becca’ya, oturma odasına gizlice kamera yerleştirmeyi önermesi ile geliyor. Becca bunun etik olmayacağını söylüyor ama sonunda yine de bunu yapıyorlar. Film izleyicisi olarak yaptığımız şey, etik olmayan bir kamera yerleştirme sonrasında elde edilen görüntüleri merakla izlemek oluyor. Film izlemek = röntgencilik, meraklılık, burnunu sokanlık oluyor. Bu tür dokunuşlar filmin “metafiction”ı oluyor ve filmin eninde sonunda yapay bir kurgu olduğu gerçeğine dikkati çekiyor zaman zaman. Becca geleceğin filmcisi rolü ile film içinde yönetmenin alter egosuna ya da yönetmenin sesine de dönüşüyor bir şekilde. Tyler ise daha çocuksu ve daha komik. O da rap ile ilgileniyor, hatta anında yazdığı rap şarkılarını büyükannesine bile söylüyor. Şarkıları hep “hoe” (orospu) kelimesiyle biten misojinist türden şeyler. “Hoe” sözünü duyan büyükanne o kadar da abartılı bir tepki vermeyip yalnızca gülümsese de Becca bu şarkılardan pek hoşlanmıyor. İki kardeş arasında bir cinsiyet gerilimi de söz konusu gibi. Becca Tyler’ın şarkılarını “kadın düşmanı” olarak niteliyor. Tyler ise Becca’yı umutsuzca aşık olduğu çocuğa olan bastırılmış hisleriyle yüzleştiriyor. Ayrıca neden hiç aynaya bakmadığı sorusu ile. Becca için katartik bir an oluyor bu, ağladığını görüyoruz. Babası, aşık olduğu o çocuk, birer travmatik deneyim tetikleyicisi erkek figürler olarak yer alıyor genç kızın hayatında. Kendisini reddedilmiş hissettiği için ve kendi yüzünden nefret etmemek için aynaya bakmıyor. Tyler biraz daha babacı bir figür gibi. Bir keresinde futbol oynarken saçma hareketler yaptığını ama babasının bu yüzden kendisini hiç yargılamadığını falan söylüyor.

İki yaşlı ve iki genç arasında başarılı kontrastlar da kurmayı başarıyor Shyamalan. Tıpkı oynadıkları masa oyununda büyükbabanın “yaşlılara karşı gençler” şeklinde grupları oluşturması gibi. Mesela altına pisleyen dede ile temizlik hastası olan Tyler zıtlığı. Gerçi temizlik hastalığı Tyler için, babasının gidişinden sonra ortaya çıkmış bir semptom aslında. Eksantrik yönleri olan çocuk karakterleri ve onların psikolojilerini iyi kullanıyor Shyamalan. “The Sixth Sense”deki ölü insanlar gören çocuk, “Signs”daki bir bardaktan iki defa su içmeyen küçük kız gibi. Tyler evin önündeki barakada dedesinin biriktirdiği kirli bezlerle karşılaşıyor ve bu onun için gerçekten travmatik bir deneyim oluyor. (Tabi bu bezlerle yaşayacağı en travmatik deneyim bu olmayacak.) Büyükanne Tyler’a büyükbabasının o bezleri orada biriktirip sonra da yaktığını mahcup bir üslupla anlatıyor. Küçük çocuk ve kirli, tiksinç, travmatik yaşlı bedeni! Benzer bir tepkiyi yine Tyler, gece büyükannesini çırılçıplak olarak görünce de veriyor. Şok olmuş bir ifadeyle bağırıyor ve bunun zihninden silinmeyecek bir görüntü olduğunu söylüyor. Yine zihinsel rahatsızlığa teslim olmuş büyükanne ile tüm travmatik deneyimlere karşı güçlü bir şekilde ayakta durmaya çalışan Becca arasında da bir kontrast bulabiliriz. Hatta Becca olayı bir adım ileri götürüp büyükannesine kendince bir terapi yapmayı bile düşünüyor. Onu geçmişle, kızıyla olan ilişkisi ve ayrılığı ile yüzleştirmeye çalışıyor ancak bu kendince rasyonel ve hatta biraz da kurnazca çaba, büyükannenin kendine zarar verici ve saldırgan bir çıkışıyla son buluyor. Sırların gömülü kalması gerekiyor.

Yaşlılara karşı alınan bu mesafeli, bu biraz korkulu yaklaşım elbette onların tuhaf, trajik, travmatik ve yer yer grotesk halleriyle ilişkili ama belki de aynı zamanda bir gün onlara benzeme korkusunu da içermekte. Belki bu yüzden bir erkek çocuk bir erkek yaşlı, bir kız çocuk bir kadın yaşlı vardır filmde.

Filmin küçük evreninde yaşlılık ve zihinsel rahatsızlık, önemli birer kasvet ve gerilim unsuru olarak kullanılıyor. Bu yönden film bazı klasik korku filmlerini çağrıştırıyor zihnimizde. "What Ever Happened to Baby Jane?"deki (1962) nevrotik ve zarar verici Bette Davis mesela. Ya da "Rosemary's Baby"deki (1968) genç çift ve onların gizemli, tekinsiz yaşlı komşuları. Sam Raimi de yakın zamanda "Drag Me to Hell" (2009) filminde yaşlı bir kadını korku unsuru olarak kullanmıştı mesela. Hatta yaşlı karı kocanın kasvetli, sessiz ve trajik yaşamı teması yönünden film, Haneke'nin "Amour"unu (2012) bile andırır bir halde. "The Visit"te yaşlılık ve zihinsel rahatsızlığın yanı sıra kendisinden kaçılan geçmiş, gece ev içinde dolaşmalar, kusmuk, dışkı, çığlıklar ve fısıltılar birer korku unsuru olarak kendilerine yer buluyorlar. Yer yer komik anlar da yok değil filmde. En çok Tyler ve şarkıları üzerinden verilen bu komiklikler, sanırım yaşlıların karanlık dünyasıyla kurulan kontrastın altını biraz daha çizmek için oraya konulmuş ama bence olmasalarmış da olurmuş. Filmin ustalıkla kurulmuş atmosferini hafiften baltalar bir etkileri olmuyor değil. Ama yine de film kesinlikle komedi-korku değil. Yer yer komik anları olan bir korku-gerilim filmi. Hatta bence aynı zamanda çok sağlam bir dram filmi de. Shyamalan’ın ilk şaheseri “The Sixth Sense” beni hem gerip hem de sonunda ağlatmıştı, bu filmde de aynısı oldu bende.

“The Visit”le dönüşü muhteşem olan Shyamalan’a şans verin ve bu filmi hemen görün. 2015’in en iyi filmlerinden biri kesinlikle. Hem korku türü içinde, hem de türü değerlendirirken kullandığımız kriterlerin dışında yalnızca bir film olarak.

EMRE KARA
Tüm yazılarım tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde.

16 Eylül 2015 Çarşamba

JEANNE DIELMAN'A - EMRE KARA

Üç duvar arasına sıkışmışlıktır Jeanne’ın öyküsü
Dördüncü duvar gözüdür seyredenin
Bir oğlun, bir gecelik müşterinin, bir gizlice izleyenin
Yalnız olamayacak kadar güzeldir Jeanne
Ama güzel olamayacak kadar büyük bir yalnızlığın içindedir
Şikayet ediyor olmamak için söyler yalnızlıkla sorunu olmadığını
Metanetli görünür fakat…
Aynılıkla tutunur hayata
Aynı şeyleri yaparak aynı odada, mutfakta, banyoda
Hangi yemeği yapsam diye de düşünmez
Onlar da belirlenmiştir bir programda
Fakat neden düşer çatallar yere
Ve bir daha yıkamak zorunda kalırsın onları?
Neden gereğinden fazla pişer patatesler
Ve öylece çöpe giderler?
Fakat kahve neden aynı tatmaz?
Ne olur da kahve aynı tatmaz?
Sek içsen olmaz, süt katsan olmaz
Süt de bozulmamıştır, kahvenin de geçmemiştir vakti
Ve fakat içilmez, zorla mı, tat alınmaz…
Aynılıkla tutunur hayata
“Bugün dışarı çıkmasak mı?” der,
Çıkar yine de, kaçamaz
Aynılık başkalaşınca
Başkalıkla başa çıkamaz
Kazağa uygun yün bulunur da
Düğmeye uygun düğme bulunmaz
Ve bebek
Ağlar
Ağlar
Susmaz

Olduğu gibi kabul etmektir hayatı Jeanne’ın olayı
Ve aktığı gibi zamanı, ya da akmadığı
Evlenmek isteyip istemediğini bilmez
Ama bu, çoğu kişinin yaptığı şeydir,
Evlenir!
Kendine ait bir evi ve bir çocuğu olsun da ister
Fakat bomboş kalacak, boğacak bir ev,
Boğulur!
Ve zamansız gidecek bir adam,
Böyle şeyler hep olur!
Ve kalsa da hiç var olmayacak bir oğul,
Oğul, oğuldur!
Yemek yerken kitap okumasa yeter
Ve üşümese gece yatarken
Ve ayakkabıları boyalı cilalı olarak dursa yanıbaşında, uyandığında.

Günün sonunda başlayan gündür Jeanne’ın günü
Yirmi dört çift sıfırın anlamsızlığıdır
Yatağa girmeden kapatılan, yatağa girer girmez açılan ışıktır
Gece gece boyanan ayakkabıdır
Gece gece yakılan katalitiktir
Gece yitiktir
Zaman yitiktir

Hissedince korkmaktır Jeanne’ın hissi
Yorgana kapamaktır yüzünü
Beklemektir kanlı ellerle
Bir sonraki günü

EMRE KARA

11 Ağustos 2015 Salı

"MUHTEŞEM FİLM NEDİR?" KONULU 10 MADDELİK MANİFESTO - EMRE KARA

Eveeet işsizlikten bu manifestoyu kaleme alıyorum. :) Benim için kalite hususunda temelde üç tür film vardır: kötü filmler, iyi filmler, ve muhteşem filmler. Çok beğendiğim filmlere sürekli "muhteşem, muhteşem" deyip "muhteşem" kelimesini ne çok kullandığım yönünde dönütler aldığım da olmuştur, çünkü birilerine önerdiğim filmler genelde "muhteşem" olanlardır. İyi filmlerle muhteşem filmler arasındaki fark nedir? İyi filmler, iyi bir film olabilmek için belli başlı bazı kodları takip eden, bazı alışılageldik, denenmiş ve sabitlenmiş kurallara uyan, yani güvenli sularda yüzen filmlerdir. Bunların çoğu bana göre ortalama (mediocre) filmlerdir ve birçoğunun neden insanlar tarafından bu denli yüceltildiğini asla anlayamam. Ama sorsalar bunlara kötü film de demem yani, iyi derim. Muhteşem filmler ise daha azınlıktadır ve daha başka bir olaydır onlar.

Kendimce muhteşem film olabilmek için bir filmin sahip olabileceği bazı özellikleri topladım bir araya. Muhteşem bir film bunlardan birine ve çoğu kez birden fazlasına sahip olabilir. Bu maddeleri fazla dikte edici, fazla "prescriptive" bulabilirsiniz, o zaman na napiyim gardaşım, burası benim blogum, benim bölgem, ne istersem yazarım. :D

Eheh, şimdi o derlediğim 10 maddeye geliciim, ve her birini tamamen kişisel olan film örnekleriyle de örneklendiriciim. Bir filmi muhteşem yapanlar neler olabilir?

1) Sinema tarihinde belirgin bir akımın, eğilimin ya da tarzın öncüsü ya da çok iyi bir temsilcisi olmak.
Ama bu öncülüğü, bu avangardlığı sırf avangardlık olsun diye, zorlama bir çabayla değil de doğal olarak, öyle geldiği için yapmak. Avangard olunmaz, avangard doğulur. :) Bu yüzden mesela Jean-Luc Godard değil François Truffaut.
Bu maddeyle ilgili bazı örnekler sıralayayım: Fransız Yeni Dalgası'nı tek bir filme sığdırmak istesem bunu "Jules and Jim" ile yapardım sanırım. Sessiz komediyi Chaplin'in "The Gold Rush", "City Lights", "Modern Times" filmleriyle anabiliriz. İtalyan yeni gerçekliğini "Bicycle Thieves" ile hatırlayabiliriz.



2) Defalarca izlenebilmek ve eskimemek.
Bu elbette ki öznel bir madde oluyor ve muhteşemliği subjektifleştiriyor, fakat hep öyle değil midir azizim. :) Defalarca izlersiniz çünkü her seferinde aynı keyfi alabiliyorsunuzdur. Ama seyircide bunu sağlayabilmekte de elbette bir ustalık payı olmalı. Benim defalarca bıkmadan izleyebileceğim filmler arasında "The Silence of the Lambs", "The Shining", "Halloween" gibi filmler yer alıyor.



3) Çok katmanlı ve yoğun olmak, kendini çok kolay açmamak, her yeni izlemede yeni bir şeyler sunabilmek ve derin analizlere açık olmak.
İkinci maddeyle benzeşse de aynı değil. İkinci maddedeki filmleri sahnesi sahnesine ezberlemiş ve özümsemiş olabilirsiniz ama sırf aynı izleme deneyimini yaşamak için tekrar izlemek isteyebilirsiniz. Bu üçüncü maddedeki filmler ise yoğunlukları sayesinde birden fazla izlenmeyi isteyebilirler, ve yeniden izlediğimizde yeni şeyler bulmak bize heyecan verir. Bu da yine filmin eskimemesinin bir yoludur. Bu konuda Tarkovsky filmlerini, "Persona"yı örnek gösterebilirim.



4) Evrensel insani hislerin bam teline dokunabilmek.
Tutku, arzu, kaybediş, ölüm, korku, mutluluk, hüzün, adını siz koyun. Her birimizde var olan hislerin ekrandaki başka bir insanda karşılığını görmek ve birileriyle aynı hisleri paylaştığını bilmek. Özdeşleşme.
"Bicycle Thieves" filmindeki çaresizlik, "Tokyo Story"deki unutulmuşluk, "Wild Strawberries"deki ölüme yaklaşma ve anlam arayışı, "Taxi Driver"daki yalnızlık, "Manon of the Spring"deki arzu, "Aguirre, the Wrath of God"daki tutku, "Cinema Paradiso"daki nostalji.




5) Sinema tekniği anlamında orijinal ve ustalıklı bir şeyler sunmak.
İşin teknik kısmı da elbette önemli ve bir yönetmene ait bambaşka bir sinema dili ve tekniği bulabiliyorsak bu da çok kayda değer bence.
Örnek olarak "Citizen Kane"in kamera kullanımına ve kurguya getirdiği yenilikleri, "Rashomon"un alternatif öykü anlatımını, "Koyaanisqatsi"nin şiirsel belgeselciliğini, "8 1/2" ya da "Arizona Dream"in muhteşem gerçek-hayal kombinasyonunu, "Pulp Fiction"ın döngüsel kurgusunu, "Memento"nun ters kronolojisini, "Amores Perros" ya da "Before the Rain"in kesişimli öykü anlatımını verebilirim.



6) Sinema tarihinde eşsiz bir yerde durmak.
Yapılmamış olanı yapmak, sınırları zorlamak falan.
Mesela Richard Linklater'ın "Before Sunrise/Sunset/Midnight" üçlemesinde aynı çifti 9'ar yıllık aralarla takip etmemiz, eşsiz ve büyüleyici bir şey. Kieslowski'nin üç Fransız ideali üzerine üç kadınla üç ayrı film çekmesi, on emir üzerine on film çekmesi falan.



7) Büyük bir ustalıkla kaleme alınmış bir senaryoya sahip olmak.
Hitchcock "İyi bir film için üç şey gereklidir: senaryo, senaryo ve senaryo." demiş. Hem iyi bir öyküye, hem de replik replik iyi bir senaryoya sahip olan bir filmin kötü çıkması çok zor. Ancak yönetmen ve oyuncular aşırı beceriksizse olabilir bu.
Muhteşem ustalıkta senaryoya sahip filmlere örnek olarak "Casablanca", "Psycho", "Chinatown", "The Silence of the Lambs", "The Usual Suspects", "Fargo", "American Beauty", "Magnolia", "Eternal Sunshine of the Spotless Mind" gibi filmleri gösterebilirim.



8) Eğer tür filmiyse ait olduğu türün en iyi temsilcileri arasında yer almak.
Mesela bilimkurgu için "Blade Runner" veya "Alien". Korku için "Psycho" veya "The Shining". Fantastik için "The Lord of the Rings" üçlemesi. Müzikal için "Singin' in the Rain". Savaş için "Platoon". Western için "Once Upon a Time in the West" ya da "The Good, the Bad and the Ugly". Film-noir için "Sunset Blvd." ya da "The Third Man".



9) İnsanın kendi varoluşuyla, insanlıkla, evrendeki yeriyle ya da Tanrı'yla olan ilişkisi üzerine, insanın anlam arayışı ve manevi/varoluşsal sorgulamaları üzerine kafa yormak.
Cevaplar vermek değil, kafa yormak, çünkü bu konuda cevaplar vermek kolay değil, ki sanat cevaplar vermekten çok sorular sormalıdır.
Bazı örnekler olarak "It's a Wonderful Life", "Ordet", "The Thin Red Line", "The Tree of Life"gibi filmleri ya da Bergman, Tarkovsky gibi yönetmenleri gösterebiliriz.



10) Duygu dünyasında kalıcı bir iz ya da düşünce dünyasında kalıcı bir değişim bırakmak.
Bazı filmler vardır ki izlersiniz, üzerinden çok zaman geçer, belki filmdeki olayları büyük ölçüde unutursunuz ama film bittiğinde sizde kalan duyguyu ilk günkü gibi hatırlarsınız, hala aynı tat damağınızdadır. Çünkü film herhangi bir duyguyu had safhada, büyük bir yoğunlukta yaşatmıştır size. Ya da bir film izlersiniz, hayatınız değişir. Dünyaya bakışınızı etkiler, ufkunuzu genişletir, düşünce dünyanıza yeni bakış açıları kazandırır.
Çok yoğun duygu deneyimi yaşadığım filmler arasında "Requiem for a Dream", "The Lives of Others", "The Hunt"ı gösterebilirim.
Düşünce dünyamda kalıcı iz bırakan filmler arasında "Das Experiment", "Dogville" gibi filmleri, Haneke'nin filmlerini gösterebilirim.



EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

3 Temmuz 2015 Cuma

"THE LORD OF THE RINGS" SERİSİNDE İNGİLİZCE KONUŞAN ÜLKELERİN NİSPETİ VARLIĞI - EMRE KARA

"Yüzüklerin Efendisi" serisi, üçer saatlik üç filmle sinemanın en destansı, en epik örneklerinden birini sundu bize. Tabi bu dev projenin arkasında dev bir insan kitlesi de vardı. Seri, İngilizce konuşan dünyanın hayli yetenekli birçok ismini bir araya getirmiş oldu. Hangi ülkelerden kimlerin bir araya gelerek bu güzel bütünü oluşturduğuna bir bakmak ilginç olabilir diye düşündüm. :)


















YENİ ZELANDA
Yeni Zelanda'yla başlamak en uygunu gibi görünüyor çünkü serinin "beyin takımı" ağırlıklı olarak bu ülkeden. Serinin yönetmeni olan Peter Jackson Yeni Zelandalı bir yönetmen. Kendisi ilk dört filmini Yeni Zelanda'da yapıyor: Bad Tastei Meet the Feebles, Braindead, Heavenly Creatures. Tabi bu ilginç yapımlarla Hollywood'un dikkatini celbetmesi ve oraya transfer olması uzun sürmüyor. Amerika'yla ortak yapım olan ilk filmi 1996 yapımı "The Frighteners", başrolünde Michael J. Fox'lu. Sonrasında işte "The Lord of the Rings" serisi, "King Kong" ve "The Hobbit" serisi gibi dev yapımlar geliyor.

"Yüzüklerin Efendisi" serisinin senaristlerinden biri de aynı zamanda Peter Jackson. Senaryolar üzerinde birlikte çalıştığı iki diğer yazar da Yeni Zelandalı ve ikisi de kadın. Bunlardan biri Fran Walsh, diğeri de Philippa Boyens. Bu ikili, Peter Jackson'ın diğer filmlerinin de senaryo aşamasında onunla çalışıyorlar.

















İNGİLTERE
İngiltere'nin serideki en önemli varlığı elbette ki üç filmin uyarlandığı kitabın yazarı olan J.R.R. Tolkien'in İngiliz olması. Bunun yanı sıra serinin oyuncularının birçoğu da İngiliz. Çünkü iş karakter oyuncusuna geldiğinde İngilizler gibisi yoktur azizim. :) Bunun en önemli iki kanıtı büyük ihtimalle Gandalf ve Saruman karakterlerini canlandıran Ian McKellen ve Christopher Lee ikilisi olabilir. Bu iki yaşlı, ak saçlı sakallı dede, serinin iyilik- kötülük kutuplarının de en önemli temsilcileri oluyorlar gibi aslında. Christopher Lee yakın zamanda öldü bildiğiniz gibi. Kendisini Hammer stüdyosunun Dracula filmlerinden ve bir başka önemli İngiliz korku filmi olan "The Wicker Man"den de tanıyoruz. Serinin diğer kilit karakterinden Gollum'u canlandıran Andy Serkis ve Boromir'i canlandıran Sean Bean de birer İngiliz. Tabi Legolas Orlando Bloom'u da es geçmememiz gerekiyor. Gerçi Bloom'a pek karakter oyuncusu diyemeyiz sanırım, daha çok yakışıklı bir jön aslında, yüzünün gerektirdiği üzere. :)


















AMERİKA
Serinin yan karakterlerinin birçoğu İngiliz olsa da en kilit rollerin Amerikalı oyunculara verilmiş olması hayli dikkat çekici. :) Frodo'yu oynayan Elijah Wood, onun bir numaralı kankası Sam'i oynayan Sean Astin, serinin esas aşk öyküsünü oluşturan Viggo Mortensen ve Liv Tyler ikilisi hep Amerikan. Buradan neyi anlıyoruz? Amerikan rüyasının temsili Amerikanlara. :) Viggo Mortensen kötülüğe karşı verilen mücadelenin askeri kısmının bir numaralı adamı olarak cesur ve kararlı adamın başarıya emin adımlara ilerleyişini simgeliyor ve bu Amerikan rüyasının önemli bir parçası. Tabi esas oğlanın esas kızla tamamlanması gerekiyor ki bu da Arwen. Mücadelenin daha metaforik kısmı da Frodo & Sam ikilisiyle simgeleniyor. Yani esas çocuklar Amerikan diğerleri başka diyarlardan azizim. :)













AVUSTRALYA
Serinin iki önemli karakteri de Avustralyalı oyuncular tarafından canlandırılıyor. Bunlar Galadriel'i canlandıran Cate Blanchett ve Arwen'in babası Elrond'u canlandıran Hugo Weaving. Her ikisinin de birer Elf olduğunu hatırlatalım. Daha gizemli ve egzotik bir diyar gibi gelen Avustralya, seride de böyle bir şekilde varlık buluyor. İkilinin serideki görünümleri oldukça düşsel ve egzotik. Hele Galadrielli sahneler son derece rüya gibi. Upuzun sarı saçları, kepçe kulakları, puslu ve parıltılı görüntüleri ile.

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

2 Mayıs 2015 Cumartesi

TÜRK SİNEMASINDA UYARLAMA FİLMLER - EMRE KARA












Türk sinemasında edebiyat uyarlamalarının aşırı yaygın olduğunu sanırım söyleyemeyiz ama yine de çok sevdiğimiz bazı filmler, ünlü yazarların bazı romanlarından ya da öykülerinden uyarlama. Hatta Zeki Demirkubuz gibi yurtdışına açılıp Camus, Dostoyevsky gibi yazarları uyarlayanlar bile var. Bazı filmlerin ününün, uyarlandıkları eserlerin önüne geçtiklerini bile rahatlıkla söyleyebiliriz. Türk sinemasının en ünlü serisi olan "Hababam Sınıfı"nın çıkış noktası Rıfat Ilgaz eseri, ya da birçokları tarafından sinemamızın en iyi filmi olarak nitelenen "Selvi Boylum Al Yazmalım", Cengiz Aytmatov'un bir hediyesi. İşte sinemamızdan en önemli bulduğumuz 15 edebiyat uyarlaması film:

1. Susuz Yaz (1963) (Necati Cumalı)
2. Hababam Sınıfı (1975) (Rıfat Ilgaz)
3. Tosun Paşa (1976) (Nazım Hikmet)
4. Selvi Boylum Al Yazmalım (1978) (Cengiz Aytmatov)
5. Köşeyi Dönen Adam (1978) (Müjdat Gezen: Eşeğin Karnındaki Elmas)
6. Zübük (1980) (Aziz Nesin)
7. Gol Kralı (1981) (Aziz Nesin)
8. Anayurt Oteli (1987) (Yusuf Atılgan)
9. Uçurtmayı Vurmasınlar (1989) (Feride Çiçekoğlu)
10. Ağır Roman (1997) (Metin Kaçan)
11. Yazgı (2001) (Albert Camus: Yabancı)
12. Mutluluk (2007) (Zülfü Livaneli)
13. Son Osmanlı Yandım Ali (2007) (Suat Yalaz, çizgi roman)
14. Uzun Hikaye (2012) (Mustafa Kutlu)
15. Yeraltı (2012) (Fyodor Dostoyevsky: Yeraltından Notlar)

28 Şubat 2015 Cumartesi

ÇATIŞMALI KARDEŞ İLİŞKİLERİ - EMRE KARA



















İdeal (gibi görünen) aile portrelerinin içinde alttan alta, sorunlu aile portrelerinde ise açıkça işlenen temalardan biridir çekişmeli kardeş ilişkileri. Kimi zaman rekabet içindedir kardeşler; ilgi, beğenilme, takdir edilme, başarı, güç, güzellik rekabeti. Kimi zaman birbirlerine karşı kıskançlık duyarlar birbirlerinde gördükleri ve kendilerinde göremedikleri özelliklerden dolayı. Kimi zaman geçmişe yönelik hesaplaşmalar yaşarlar, yıllar yılı içlerinde biriktirdikleri duyguları ve bastırılmış öfkeleri açığa vururlar. Kimi zaman travmatik yaşantılar yaralar ilişkileri. Bazen uzlaşılamaz farklılıklar zıtlaştırır onları birbirlerine. Bazen anne-babadan gelen ilgi ve sevginin dengesizliği birbirlerine düşürür. Kimi zaman ilişkiler baştan sorunludur; soğuk, sevgisiz aile ortamlarında. Kimi zaman sözlü, kimi zaman fiziksel şiddet eşlik eder hatta bu sorunlu ilişkilere.

Filmlerde çatışmalı ilişkileri sık sık çocuk karakterler üzerinden görürüz, ancak yetişkin kardeşlerin olduğu filmlerde de aynı tema sık sık işlenir, belki ne kadar büyürsek büyüyelim içimizde bir tarafın çocuk kaldığını ve çocuksu rekabetleri, çekişmeleri koruduğunu vurgulamak için.

Sizler için çatışmalı kardeş ilişkilerini ele alan filmleri listeledik.

A STREETCAR NAMED DESIRE (1951)
Tennessee Williams'ın oyunundan uyarlanan bu filmde Blanche DuBois'nın, kardeşi Stella'yı ziyarete gelmesinin ardından gerilmeye başlayan ilişkilerini izliyoruz. Kardeşleri canlandıran Vivien Leigh ve Kim Hunter'ın her ikisi de bu filmle Oscar aldılar.

EAST OF EDEN (1955)
Bu John Steinbeck uyarlamasında, "asi genç" James Dean'in doğuşunu görüyoruz, gerek babasıyla, gerek annesiyle, gerek de erkek kardeşiyle ayrı ayrı problemleri olan bir genç olarak.

ROCCO AND HIS BROTHERS (1960)
Aslında beş erkek kardeşin hayata tutunmaya çalışma öyküsü olan bu film, Alain Delon'un canlandırdığı masum ve duygusal Rocco ile Renato Salvatori'nin canlandırdığı zalim ve sert abi Simone arasındaki gerilimle iyice trajik bir hal alıyor.

WHAT EVER HAPPENED TO BABY JANE? (1962)
Bu tema konusunda tek bir film seçecek olsaydım bu filmi seçerdim sanırım. Bette Davis ve Joan Crawford'ın iki yaşlı kız kardeşi canlandırdığı bu film, her ikisinin de muhteşem oyuncular olmaları ve gerçek hayatta da aslında birbirlerini hiç sevmemeleri nedeniyle muhteşem performanslar sunuyor bizlere. Davis ve Crawford'ın bu filmdeki oyunculuklarını, hayatımda gördüğüm en iyi oyunculuklar olarak niteleyebilirim rahatlıkla.

THE SILENCE (1963)
Bergman'ın sevdiği bir konudur aile içi gerilimli ilişkiler. Ebeveyn-çocuk ilişkilerine daha çok odaklansa da kardeş ilişkileri de ön plana çıkar sık sık. Bu filmde de Bergman'ın sık kullandığı oyuncular arasında yer alan Ingrid Thulin ve Gunnel Lindblom ikilisinin canlandırdığı kız kardeşler üzerinden izliyoruz temayı.

KES (1969)
Bu İngiliz kitchen sink dramında, hayatında dört bir yandan darbeler yiyen küçük erkek karakterimizin problemlerinden biri de acımasız ve ruhsuz abisi.

CRIES & WHISPERS (1972)
Bergman'ın çatışmalı kardeş ilişkileri temasını en net görebileceğimiz filmi. O kadar net ki bu kadar netlik gözlerimizi acıtıyor, ruhumuzu daraltıyor. Üç kız kardeş, biri ölmekte, diğer ikisi onu ziyarette. Üç yabancı, aynı evde. Nefretle.

THE GODFATHER: PART II (1974)
Michael Corleone, babasının dev mirasını evin küçük oğlu olarak devraldıktan sonra abisini bastırmayı ve ona da "Patron benim." demeyi ihmal etmiyor.

INTERIORS (1978)
Woody Allen'ın, idölü Bergman'ı en çok örnek aldığı, hatta onu bizzat taklit ettiği ve bu konuda da başarılı olduğu filmi. Kendisinin filmlerinin birçoğundan alışkın olduğumuz mizahi tonu bu filmde hiç göremiyoruz, adeta yeni bir "Cries & Whispers" izliyor gibiyiz, yine üç kız kardeş var karşımızda.

RAN (1985)
Shakespeare'in "King Lear"ından uyarlanan bu filmde, bir kral ve üç oğlunu izliyoruz.

HANNAH AND HER SISTERS (1986)
Woody Allen bu sefer mizahi dokunuşlar da katarak üç kız kardeşin öykülerini anlatıyor bize. En zengin ve katmanlı filmlerinden biri Allen'ın. Mia Farrow, Dianne Wiest ve Barbara Hershey üç kız kardeş rolünde son derece iyiler ve birbirlerini çok iyi dengeliyorlar. Wiest'in bu filmle Oscar aldığını da ekleyelim.

LEGENDS OF THE FALL (1994)
Bir baba, üç oğul, savaş, ve bir kadın.

WELCOME TO THE DOLLHOUSE (1995)
Güzel olmayan, popüler olmayan, çok başarılı olmayan küçük bir kızın hem ilgisiz ailesiyle, hem kendisine sataşan okul arkadaşlarıyla, hem de başka problemlerle mücadelesini acımasız bir gerçekçilikle anlatan bu filmde küçük kızın bir zeki ve ukala abisi, bir de şirin, sevilen ve ilgi budalası  kız kardeşi var tuz biber olarak.

THE RETURN (2003)
Hiç görmedikleri babalarıyla yıllar sonra tanışan iki erkek kardeş arasındaki ilişki, babayla bağ kurmaya ve ona yaranmaya çalışmak ile ona isyan etmek ve öfke kusmak ikilemi içerisinde geriliyor.

C.R.A.Z.Y. (2005)
Beş erkek kardeşin öyküsünü, dördüncü kardeş olan ve gey olan Zac üzerinden izliyoruz. Zac'in özellikle abilerinden biriyle olan ilişkisi hayli çatışmalı, keza babasıyla olan ilişkisi de öyle.

THE SAVAGES (2007)
Bu filmde bir kız kardeşle bir erkek kardeşin öyküsünü izliyoruz, aynı cinsiyetteki kardeşler üzerine odaklanan çok sayıda filme bir alternatif olarak. Hastalanan babaları sayesinde bir araya gelen iki kardeşi Philip Seymour Hoffman ve Laura Linney canlandırıyor.

THE OTHER BOLEYN GIRL (2008)
Sekizinci Henry ve iki kız kardeş; Anne ve Mary. Diğer bir deyişle Natalie Portman ve Scarlett Johansson.

THE TREE OF LIFE (2011)
Terrence Malick'in bu olağanüstü filmindeki yoğun baba-oğul gerilimi, babanın bir oğlu diğerinden açıkça daha çok seviyor olduğu gerçeğiyle daha da trajikleşiyor.

BLUE JASMINE (2013)
Woody Allen bu sefer "A Streetcar Named Desire"ı yeniden yorumluyor, New Yorklu bir kadının San Fransisco'da yaşayan kız kardeşini ziyarete gelmesiyle başlayan müthiş bir öykü ile. Film en az "A Streetcar Named Desire" kadar iyi ve bence Woody Allen'ın en iyi filmi bile olabilir. :) Cate Blanchett'in filmle son derece hak ettiği bir Oscar kazandığını da ekleyelim.

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

23 Şubat 2015 Pazartesi

2014 OSCAR'LARI - EMRE KARA

Dün gece verilmiş olan Oscar ödüllerinden bir de biz bahsedelim dedim. :) Ödülleri bu yıl, "How I Met Your Mother"ın yıldızı ve aynı zamanda "Gone Girl"de de oynamış olan Neil Patrick Harris sundu. Kendisi açılışta "87. Oscar'lara hoşgeldiniz. Bu gece Hollywood'un en iyilerini ve en beyazlarını, pardon en parlaklarını, onurlandırıyoruz." şeklinde bir espri yaptı.

Ödüllere geçelim. En çok ödül alan 3 film şu şekilde:

4 Oscar: Birdman (film, yönetmen, orijinal senaryo, sinematografi)
4 Oscar: The Grand Budapest Hotel (prodüksiyon tasarımı, kostüm tasarımı, makyaj, müzik)
3 Oscar: Whiplash (yardımcı erkek oyuncu-J.K. Simmons, kurgu, ses miksajı)

En iyi erkek oyuncu ödülünü "The Theory of Everything" ile Eddie Redmayne kazandı. En iyi kadın oyuncu ödülü ise "Still Alice" ile Julianne Moore'a gitti. Patricia Arquette, "Boyhood" ile en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünü aldı.

Diğer 1 Oscar alan filmler arasında "The Imitation Game" (uyarlama senaryo), "Selma" (şarkı-Glory), "American Sniper" (ses kurgusu) ve "Interstellar"ı (görsel efekt) görmekteyiz.

Yılın en iyi animasyon filmi "Big Hero 6", en iyi yabancı film "Ida", en iyi belgesel "Citizenfour" seçildi.

Ödül konuşmalarında J.K. Simmons'un ailesine olan minnettarlığı, Patricia Arquette'in kadın oyuncuların ücretlerinde cinsiyetçilikten uzaklık ve adalet çağrısı (ki Meryl Streep parmağını uzatarak onaylıyor), "Glory" ile en iyi şarkı ödülünü alan siyahi şarkıcılar Common ve John Legend'ın eşitlik ve adalet üzerine yaptıkları konuşmaları, en iyi uyarlama senaryo ödülünü alan Graham Moore'un "farklı/tuhaf olmaktan/görülmekten utanmamak" üzerine yaptığı konuşması, Eddie Redmayne'in ödülünü Hawking ailesine adaması, Inarritu'nun en iyi film Oscar'ını Meksika'da yaşayan tüm Meksikalılara adaması dikkat çekti.
























Saygı duruşu köşesinde, 2014 içinde ölen Mickey Rooney, James Garner, Elizabeth Pena, James Rebhorn, Richard Attenborough, Robin Williams, Lauren Bacall, Eli Wallach, Mike Nichols gibi isimler anıldı.

ŞİMDİ SIRA ŞAHSİ YORUMLARDA! :)
Ben "Birdman" için çok sevindim, gerçekten de yılın en iyi filmi idi. Inarritu'nun her filmini izledim ve hepsini çok beğendim. Kendisinin ilk üç filmi (Amores Perros, 21 Grams, Babel), Guillermo Arriaga tarafından yazılmış filmlerdi. Bu filmlerde farklı hayatların birbirleriyle kesişme öykülerini izliyorduk. Böylece farklı karakterlerin öykülerinden parçalar döngüsel olarak ve muhteşem kurgularla bize sunuluyordu. Herkes bu tarzı son derece orijinal buldu ve beğendi, hatta "Inarritu tarzı" diye adlandırılageldi bu tarz. Ama bence "Guillermo Arriaga tarzı" olarak adlandırmalıyız onu, filmlerin senaryoları hep ona ait olduğundan. :) Nitekim bu üç filmden sonra Inarritu-Arriaga ortaklığı bitti ve Inarritu'nun son iki filmi, ilk üç filmindeki o tarzdan farklı filmlerdi. Kimileri bu tarz değişimini olumsuz bir gelişme olarak gördülerse de bence Inarritu'nun son iki filmi (Biutiful, Birdman) de en az o ilk üç filmi kadar iyi filmlerdi. Sadece farklı kurgu ve öykü anlatımı tekniklerini kullanıyorlar, ancak yine de Inarritu bir yönetmen olarak dehasını ve becerisini ortaya koyuyor.

Bu arada Guiillermo Arriaga'nın da, Inarritu'yla ortaklığı dışında, Tommy Lee Jones tarafından yönetilmiş olan "The Three Burials of Melquiades Estrada" (2005) filminin yazarı olduğunu ve 2008'de de başrolde Charlize Theron'u gördüğümüz "The Burning Plain"i yazıp yönettiğini belirtip bu başarılı adamın da reklamını yapmış olalım. :)

"Birdman"e geri dönelim. Kendisi muhteşem bir film olmasını hem senaryosuna, hem sürekli hareketli olan ve ana karakterimizi takip eden kamerasının ustaca kullanımına ve sunduğu görselliğe, hem de her oyuncusundan harika performanslar almasına borçlu. Burada "Michael Keaton nasıl Oscar alamaz?!" diye soruyorum. Bana göre neredeyse kesindi onun Oscar alması. Hem yıllar yılı çok iyi filmlerde çok iyi performanslar vermiş Oscar'sız bir oyuncu olması nedeniyle, hem de "Birdman"de gerçekten olağanüstü olması nedeniyle. Ama akademi, genç Eddie  Redmayne'e vermeyi layık görmüş ödülü. "Adam Stephen Hawking'i canlandırıyor oolum!" moduna girmişler sanırım biraz, genelde önemli kişileri canlandıran ve rol için bir dönüşüm yaşayan oyuncuların banko Oscar aldıklarını biliyoruz. Yine de Redmayne, genç bir oyuncu olması sebebiyle biraz bekleyebilirdi. Michael Keaton'a ayıp ettin akademi!

En iyi filmi "Birdman"de korumakla birlikte en iyi yönetmen ödülünü "Boyhood"a verebilirdim sanki. Tabi "Birdman" Inarritu'nun bir yönetmen olarak ustalığını ortaya koyuyor ama Richard Linklater da, 12 yıl boyunca aynı projeye her anlamda kendini verebilmesi ve ortaya çok emek verilmiş, çok iyi bir film çıkarması açısından takdire şayan.

Julianne Moore'un sonunda Oscar alabilmiş olmasına çok sevindim, çünkü hem yaşı gelmişti, hem de kendisi yaşayan en büyük oyunculardan biri. Daha önce "The End of the Affair" ve "Far from Heaven"la en iyi kadın oyuncu, "Boogie Nights" ve "The Hours"la da en iyi yardımcı kadın oyuncu dallarında aday olmuş olan Moore, sonunda "Still Alice"le en iyi kadın oyuncu ödülünü aldı ve filmin de tek Oscar'ı bu oldu. Aynı iyi hislerim Patricia Arquette için de geçerli, nitekim bence kendisinin performansı ya da filmdeki varlığı, "Boyhood"un en güçlü yönüydü. Arquette daha önce Oscar'a aday da olmamıştı ama kendisini "True Romance" ve "Ed Wood" gibi başarılı filmlerde harika performanslarla izlemiştik.

Son sitemlerim. :) Her mecrada yılın en iyi filmlerinden biri kabul edilen "Kış Uykusu"nun Oscar'a aday bile gösterilmemesinin bir açıklaması olamaz bence. Hadi onu geçtim, yabancı film dalında daha güçlü adaylar varken ödül, sırf yahudi soykırımını ele aldığı için "Ida"ya verildi, net. "American Sniper"ın, yanlarına hiç yakışmadığı diğer 9 filmle birlikte en iyi film Oscar'ına aday olmuş olmasını, yalnızca "kahraman Amerikan askeri temalı filmin Oscar'a aday olma zorunluluğu" ile açıklayabiliriz sanıyorum. Neil Patrick Harris, "160 doğrulanmış cinayeti olan bir adamın öyküsü" olarak bahsetti filmden, sağolsun, böyle bir vurgu gerekli idi. Ayrıyeten En İyi Film Oscar'ına aday olan filmler arasında en çok para kazanmış olanın "American Sniper" (300 milyon) olduğuna dikkat çekti.

Size, "Selma" için yazılmış olan en iyi şarkı ödüllü "Glory" ile veda ediyorum. :)


EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)

25 Ocak 2015 Pazar

35 FİLMLE ERKEK ÇOCUKLARI VE “COMING OF AGE” - EMRE KARA


Bu listede, çocuk yaştaki ya da ilk gençlik yıllarındaki bazı erkek karakterlerin, ilk defa ciddi krizlerle karşı karşıya kalmaları, yaşamın zorluklarıyla ve dünyanın gerçekliğiyle yüzleşmeleri, çocukluğun korumacı ve saf dünyasından çıkmaları ve belki o naif masumiyetlerini kaybetmelerinin öykülerini anlatan filmler göreceksiniz. Edebiyatta çok sık kullanılagelmiş bir tür olan “coming of age” ya da “bildungsroman” türü, sinemada da çok iyi örneklerini buldu. Listemiz de bu örneklerden en iyi 35 tanesini bir araya getirmeyi amaçladı. Bazı filmler, liste için belirlenen kriterler dışında kaldıkları için listeye dâhil edilmedi. Mesela net olarak fantastik, bilimkurgu, korku gibi türlere dahil edilebilecek olan filmler, metaforik düzeyde coming of age öyküsü olarak ele alınabilecek olsalar bile listeye dahil edilmediler. (“Donnie Darko”, “Let the Right One in” gibi) Ayrıca savaş filmleri de, “coming of age” sürecini doğal bir süreç olarak merkeze almak yerine baş karakteri savaş bağlamında konumlandırdığı için listeye dâhil edilmediler. ("Au Revoir les Enfants", “Life is Beautiful”, “The Boy in the Striped Pyjamas” gibi) Bu konuda tek istisna “Empire of the Sun” filmine yapıldı, çünkü film savaşı arka fon olarak alırken “coming of age” öyküsünü merkeze alıyordu. Bunun yanı sıra karakterin çocukluk dönemini anlatsa bile yalnızca bununla sınırlı kalmayan ve karakterin yetişkinlik dönemine de eşit düzeyde odaklanan filmler de listeye dâhil edilmedi. (“Cinema Paradiso”, “Farewell My Concubine”, “Goodfellas”, “Once Upon a Time in America”, “The Reader” gibi) Bu konuda da tek istisna “The Tree of Life” filmine yapıldı, çünkü karakterin yetişkinliğini yalnızca birkaç sahnede görmekteyiz ve filmin neredeyse tamamı “coming of age” öyküsüne hizmet etmekte. Bu açıklamalardan sonra listeyle baş başa bırakıyoruz sizleri.

1. Los Olvidados (1950)

2. East of Eden (1955)

3. Pather Panchali (1955)

4. Rebel Without a Cause (1955)

5. Tea and Sympathy (1956)

6. The 400 Blows (1959)

7. Kes (1969)

8. Harold and Maude (1971)

9. Ordinary People (1980)

10. Fanny and Alexander (1982)

11. My Life as a Dog (1985)

12. Stand by Me (1986)

13. Empire of the Sun (1987)

14. Pelle the Conqueror (1987)

15. Time of the Gypsies (1988)

16. Arizona Dream (1992)

17. A Bronx Tale (1993)

18. This Boy’s Life (1993)

19. What’s Eating Gilbert Grape? (1993)

20. The Thief (1997)

21. The Mighty (1998)

22. Angela’s Ashes (1999)

23. Almost Famous (2000)

24. Billy Elliot (2000)

25. Malena (2000)

26. Life as a House (2001)

27. City of God (2002)

28. Evil (2003)

29. The Return (2003)

30. Dear Frankie (2004)

31. Babam ve Oğlum (2005)

32. C.R.A.Z.Y. (2005)

33. The Tree of Life (2011)

34. The Perks of Being a Wallflower (2012)

35. Boyhood (2014)

EMRE KARA
Tüm yazılarımın tüm hakları saklıdır. Kalbimde ve zihnimde. :)